Kentin Sahibi Üzerine Akıl Gezintileri
Gürcan Banger
Şubat 2013’te Bakış Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Mimarlık tasarımın en seçkin uygulama alanlarından birisidir. Mimarlığın ve daha genel bağlamda görsel tasarımın kurallarından birisi özün biçime yansımasıdır. Kişinin ruhunun güzelliği yüzüne yansımış derler ya; öyle işte… İyi tasarlanmış bir yapı, onun fonksiyonunu görünümüne ve biçimine yansıtır. Böylece yapıdan yararlanma amacı, onun fiziksel bedenine yansımış olur. Bir başka deyişle; bir binanın görünümü o yapının hangi amaçla kullanıldığını sergiler. Öz ile biçim arasında amaçtan görünüme doğru düzenlenmiş bir ilişki mevcuttur.
Bir müzedeki yerleşim ya da bir serginin konumlanışı, onun gezilme ve izlenme biçimini ifade etmelidir. “Sağa git, sola dön” gibi yönlendirme tabelaları olmadan bir kişi bir müzeyi ya da sergiyi gezebiliyorsa başarılı bir düzenleme yapılmış demektir. Böylece müze veya serginin iç anlamı, yerleştirme düzeni sayesinde yönlendirmeyi oluşturmuştur. Özetle; yön tabelaları olmadan gezebiliyorsanız, başarılı bir tasarım yapılmış demektir.
Tasarımın özünde insan ölçeğine uygunluk, doğaya saygı, yaratıcılık ve yenilikçilik gibi genel unsurlar var. Tasarımın zorluk derecesi, ondan yararlanan insan sayı ve çeşitliliği ile doğru orantılıdır. Tasarım, bireyden topluma doğru yayılım gösterdiğinde hem zorluk düzeyi hem de tasarımcının sorumluluğu artar.
Tasarımcı Olarak Mimar
Yapı mimarlığı ile kent plancılığı aynı iş olmamakla birlikte kentin gelişimini anlamak için mimarın tasarım yaklaşımını bilmekte yarar var. Tasarımcı önce söz konusu binayı yaptırmak isteyenin talep ve beklentileri ile imkânlarını öğrenir. Bunlar mimar için tasarımın sınırlarını oluşturur.
Tasarım evreni ve kısıtları konusunda bilgilenmiş olan mimar yapının hangi amaçla kullanılacağı ile devam eder. Mevzuatın gerekleri ışığında bu amaca ve kısıtlara uygun olarak binanın (günlük yaşam, çalışma, ıslak zemin, tedarik, depo gibi) gerekli kullanım alanlarını belirler. Bu alanlar arasındaki (bağlantılar, geçişler, açıklık, kapalılık gibi) fonksiyonel ilişkileri düzenler. Bundan sonrası tasarımın teknik olarak geliştirilmesine kalır.
Kenti Tasarlamak
Bir yapı ile kenti tasarlamak arasında birkaç önemli fark var. Bina tasarlarken bir tane müşteriniz var; önemli olan, onun tatmini ve memnuniyeti… Bir kent söz konusu olduğunda ise memnun edilmesi gereken onbinlerden yüzbinlere kadar değişen büyüklüklerde bir kitle ile karşı karşıyasınız. Ayrıca bu büyük nüfusu oluşturan kişilerin birbirinden çok farklı talep ve beklentileri var.
İkinci olarak kentin planlanması bir binanın tasarlandığı gibi sadece mimarın (tasarımcının, plancının) elinde ve denetiminde değil. Kent planlamasında yaklaşım, insanların kent mekânını düzenlemelerinde yönlendirici, özendirici ve denetleyici olmak zorunda… Örneğin kentin imara açılan yeni alanları için kuralları ve kısıtları belirleyeceksiniz ama bu alanın hangi türden yapılarla iskân edileceği bina sahipleri ve yapı tasarımcıları tarafından belirlenecek.
Kentin İlişkileri
Yukarıdaki genel çerçeveye bakarak; kentin büyümesini şekillendiren planlama, öncelikle kentin fonksiyonel alanları ile bu alanlar arasındaki ilişkileri belirlemeli. Ne sadece yeni veya dönüştürülecek alanlara (konut, iş merkezi, servis gibi) fonksiyonlar atamak yeterli ne de konuya sadece kentsel alanların birbirleri ile ilişkileri açısından bakmak uygun… Kenti büyütürken ve dolayısıyla planlarken yeni veya dönüştürülmüş alanlara kentin vizyonuna uygun (konut, iş gibi) fonksiyonel atamalar yapmalı; aynı zamanda bu alanların kentin diğer bölümleri ile (ulaşım, erişim, bütünleşme gibi açılardan) nasıl ilişki içinde olacağını öngörmeli.
Kentin büyümesi ile ilgili planların en büyük yanlışı, fonksiyonlar (yani öz) yerine fiziksel varlıklar (yani biçim) üzerinden planlama yapılmaya çalışılmasıdır. Örneğin bir kentsel bölgenin önce konut alanı olmasına karar verilir; ancak (otobüs, tramvay vb. gibi) ulaşım sorunu ortaya çıktığında bu alanı kentle ilişkilendirme konusu çözülmeye çalışılır.
Özetle; aynen yapı mimarlığında kentsel büyümeyi planlamanın mantığı da özden biçime doğru ilerler. Fonksiyon ve ilişki birlikte planlanır. Diğer yandan mimariden farklı olarak kentsel planlamada özendiricilik ve yönlendiricilik ön plandadır. Çünkü kentin büyümesinin planlanması, sadece başkan ve uzmanın niyetine bırakılamayacak ölçüde çok kriterli ve çok aktörlü bir iştir.
Mimarlık, Kent, İletişim ve Demokrasi
Bu satırları yazmaya başladığımda aklımda iki temel fikir vardı: Birincisi; kentin bütününü ilgilendiren konularda bir kamusal alan fikrini oluşturup yaygınlaştırabilmek. Tabii ki; bu çerçevede kamusal alan sayılabilecek mekânları ve mekân kullanımlarını oluşturmak…
İkinci konu ise artık temsili demokrasinin (dolayısıyla kentsel konularda yönetici büyüklerimizin açıklamalarının) yeterli olmadığı, halkın doğrudan katılımının sağlanacağı mekanizmaların oluşturulması… Kısacası katılımcı demokrasi… Günümüzde mevcut olan mekanizmaların bu konuda son derece yetersiz olduğu ortada… Ayrıca bu mekanizmaları işleten kişi ve kuruluşların da katılımcı demokrasi konusundaki bilgi ve deneyimleri yeterli değil. Çoğu zaman bu mekanizmalar kişisel ikbal ve makam beklentilerine feda ediliyor.
İletişim
Kent söz konusu olduğunda konuşan, görüşen, kararlar üreten, yönetime ve denetime katılan bir sosyal anlayış ve vatandaşlık ruhu yaratmamış gerekiyor. Buradaki anahtar kavramlardan birisi iletişim…
İletişim, “duygu, düşünce veya bilgilerin mümkün olan her türlü yolla başkalarına aktarılması” demek. Birincisi; iletilen bilginin bir göndericisi, bir de alıcısı var. İkinci olarak; hem gönderen hem de alan iletilen bilgiyi anlıyor.
Sözcük olarak iletişim kadar fazla kullanmasak bile; her gün içinde yer aldığımız olgulardan bir diğeri ise siyasal iletişim. Siyasal nedenlerle belli bir hedefi gerçekleştirmek üzere bir topluluğa bilgi aktarılması sürecine ‘siyasal iletişim’ deniyor. Anlaşıldığı gibi; siyasal iletişim, bir ikna çalışması. Dolayısıyla iletişimi başlatanın kim olduğundan daha çok; içeriği ve hedefi önem kazanıyor.
Yeri gelmişken; siyasal iletişimle ilgili, ama kamuoyunda fazla bilinmeyen bir kavramdan daha söz etmek isterim. Kimi zaman bireyler, düşünceleri ve görüşleri hakkında iletişimde bulunmak istemezler. Zihinlerindeki kendi gerçeklerini ifade etmedikleri durumlar olur. Böylesi ortamlarda kamuoyu araştırmaları doğru sonuçlar vermez. Bir örnek olarak; kişinin, içinde yaşadığı topluluğa hâkim olmuş genel kanaatleri bildiği, kendisi bundan farklı düşündüğü halde genel kanaatle çatışmamak için fikrini açıklamadığı durumu gösterebiliriz. Kişi, soyutlanmama veya yaptırıma uğramama adına görüşünü kamusal alanda açıklamaz veya sözleri tam olarak gerçek kişisel düşüncesini ifade etmez. Böyle bir durum, ‘suskunluk sarmalı’ olarak isimlendiriliyor. Bu teorinin yaratıcısı bir Alman siyasal bilimcisi olan Elisabeth Noelle-Neumann’dır.
Son yıllardaki ‘mahalle baskısı’ başlığı altında yapılan tartışmaları hatırladığımızda; ‘suskunluk sarmalı’ konusunu da daha iyi kavrayabiliriz. Noelle-Neumann’ın bu teorisi, insanların her zaman kendilerini net ve saydam olarak ifade edemediklerinin önemli bir açıklamasıdır. Dolayısıyla toplumsal ortak paydanın ve sosyal uzlaşmanın oluşacağı bir ‘kamusal alan’ yaratmanın hiç de kolay olmadığını doğrulamaktadır. Demokrasi ve hoşgörü kültürünün derinleşemediği toplumumuzu dikkate aldığımızda, suskunluk sarmalı gerçeğini bir kez daha derinden kavrıyoruz.
Bir toplumda demokrasi kültürünün gelişmesi ve tüm kurumlar anlamında derinleşmesi için iletişimin tüm araçlarıyla zenginleşmesi gerekiyor. Daha fazla kitap, dergi ve gazetenin yayınlanması yanında okunma yoğunluğu ile sayısının artırılması şart. Hiç kuşkusuz; bu tespitin bir sivil toplum ve kamu politikası halinde gerçekleşmesi süreci hızlandırıcı etki yapacaktır. Suskunluk sarmalından kurtulup gerçek anlamda ‘iletişim kuran’ bir toplum olmanın adımlarından birisi budur.
Düşünür Noelle-Neumann, suskunluk sarmalı teorisini kararsız ve yön değiştiren oylar konusunda yaptığı çalışmalar sırasında üretmiştir. Pek çok kamuoyu araştırmasında kararsızların ‘birinci parti’ olarak çıkması, bu kavramın ve arkasındaki gerçeklerin ne denli önemli olduğunu doğrulamaktadır.
Suskunluk sarmalını kırmak, kırılmasını sağlamak gerekiyor. Bu yönlü çalışmalar soluklu, azimli ve uzun dönemli olmak zorunda. Toplum ve ülke konusunda sorumluluk duyan her bireyi ilgilendiren bir konu bu…
Sorun Nerede?
Kentle ilgili konularda ana fikir, yönetici büyüklerimizi ya da birtakım uzmanları dinlemek yanında kentin bütününü konuşan bir toplum haline getirebilmekte. Aksi durumda “Ben yaptım oldu” ya da “Ben bilirim; ne lazımsa yaparım” türünde katılımcı olmayan anlayış ve uygulamalardan kurtulmamız mümkün değil.
Sözün kısası; toplumu ve yurttaşları konuşmayı, görüşmeye teşvik edeceğiz; buna uygun mekanizma ve mekânları geliştireceğiz; ufkumuzda da tam katılımlı demokrasi anlayışı olacak. Gerisi hikâye… Dinle, eve git, yat ve uyu; sabah olduğunda geriye bir şey kalmasın. Zaten yıllardır bunu yapmıyor muyuz?
Katılımcı Demokrasi
Eski çağlarda tüm ‘yurttaşların’ kararlara doğrudan katılımına dayanan yönetim anlayışı, zamanla zorunlu değişime uğrayarak sınırlı katılım ve kısıtlı temsil hakkı veren bir biçime dönüştü. Antik çağlarda ‘yurttaş’ kavramına mülksüz erkekler, kadınlar ve köleler dâhil edilmiyordu. Böylece gerçek yönetim fonksiyonunu, seçilmiş bir siyasal ve/veya profesyonel gruba bırakan sıkıntılı bir temsil sistemine dönüştü.
Günümüzde temsili demokrasi sisteminin halkın gerçek ihtiyaçlarını karşılamadığı ortadadır. Çünkü temsili demokrasi; toplum içinden bireyleri, ‘parlamento / meclis’ adı verilen ortamda bir araya getirerek doğrudan demokrasinin bir benzerini oluşturmaya çalışmakta. Ama böyle bir durumda demokrasinin temel unsuru birey, pasif bir konumda kalıyor.
Temsili demokrasi krizini aşabilmek için demokrasi kavramında yeni açılımlar aranmakta: Bunlardan birincisi, bireyleri süreçlere doğrudan katmayı hedefleyen katılımcı demokrasi anlayışı; ikincisi ise toplulukları hedef alan çoğulcu ve çokkültürcü demokrasi anlayışıdır.
Bugün için temsili demokrasinin sıkıntılarını aşmak için; ne küresel ne de ulusal ölçekte gerekli, yeterli ve kolayca uygulanabilir yeni bir modeli yaratabildiğimiz söylenemez. Ama halkı, temsili demokrasinin süreçlerine, katılımcı ve çoğulcu demokrasi çerçevesinde katabiliriz. Böylece karma bir sistem oluşturarak temsili demokrasinin bazı sorunlarını aşma fırsatı doğacaktır.
Katılımcı demokrasi; tüm vatandaşların görüşlerini açıklama hakkına sahip olduğu (ki bu fikre ‘kamusal alan’ diyoruz), kendi yaşamlarını etkileyen çevresel, ekonomik, sosyal veya siyasal tartışmalara doğrudan katılabildiği, yetki ve sorumluluğun yerel ve bölgesel topluluklarda bulunduğu, yalnız ‘zorunlu hallerde’ daha üst yönetim basamaklarına devredildiği bir sistemi tanımlama yetkinliğine sahip.
Katılımcı demokrasi, pasif bir yurttaşlık profili ile gerçekleşemez. Yurttaşların gönüllü, istekli, girişimci ve aktif olmaları istenir. Katılımcı demokrasinin yönetme felsefesi, yönetişim anlayışı üzerine kurulmuştur. Yönetim yaklaşımı, yöneten / yönetilen üzerine kurulurken; yönetişim anlayışı, aktör sayısını artırıp hiyerarşiyi kaldırmayı hedefler.
Katılımcı demokrasi anlayışını temel alan bir yönetişim anlayışı bize neler kazandırır? Bu demokratik model ile seçmenler karar mekanizmalarında yer alır, erk sahibi olur ve kararları etkilerler. Yurttaşlar pasiflikten kurtulup harekete geçerek alternatif ve dengeleyici paralel bir güç oluştururlar. Böylece vatandaşların politikaya olan güvensizlik, ilgisizlikleri aşılabilir; yozlaşmanın önü alınabilir. Katılımcı demokrasi uygulamaları ile halk öğrenir, bilgisi artar ve böylece genel anlamda politik kültür değişir. Çünkü politik kültürde kalıcı değişim daima aşağıdan başlar.
Katılımcı demokrasi, hem bir karar verme aracı hem de bir iyileştirme sürecidir. Katılımcı demokrasi halkın sürekli eğitimini, katılımını ve birlikte karar verip iş yapabilmesini sağlar. Katılımcı demokrasi ortamında seçmenlerin politikayı seçim dışında da etkileme olanağı doğar. Katılımcı demokratik bir ortam vatandaşlara ödev ve sorumluluk yükler; yurttaş olmanın gereklerini kavramalarına yardımcı olur. Temsili demokrasinin yarattığı seçen ile seçilen arasındaki mesafeyi kaldırır. Katılımcı demokrasi sayesinde politikacı ile halkın ilişkisinin kesilmesi önlenir. Katılımcı demokrasi, bir krize girmiş olan temsili demokrasinin pek çok eksiğini tamamlar ve onun aşılmasını sağlayarak demokratik gelişimin önünü açar. Aktif olmak isteyen vatandaşlara, kendilerine ilişkin kararlara katılma olanağı verir.
Samimi Olmak Lazım
Katılımcı demokrasiyi başarmak için öncelikle buna ön ayak olan aydınların, okumuşların, sivil toplum liderlerinin, halkın hiza önderlerinin başta kendilerinin katılımcılığa inanması lazım. Demokrasinin devletin bahşediciliği ile sağlandığı tek bir örnek bile yok. Eğer yurttaşlar sahip çıkıp başarabilirlerse katılımcı demokrasi kurulabiliyor.