Bir Hafta Sonunda Edebiyatı Düşünmek
Gürcan Banger
Hafta sonu… Kimileri için tatil; bazıları ise yaşamı kazanmak için çılgınca çalışmaya devam edecek. Dinlenmeyi aklına getirmeden çalışmaya mahkûm olanlarımız da var. Biraz tesadüflerin, belki de daha çok içinde bulunulan şartların meydana getirdiği sonuç olarak yaşayacağız bir hafta sonunu…
Yaşam okulu
Yaşam, ‘teklifsiz’ bir okuldur. Biz istemesek bile her adımda bize öğütler verir, bilgiler edinmemizi sağlar ve bunlarla yeni davranış biçimleri geliştirmemize yol açar. Yaşamdan iyi ya da olumsuz dersler alabiliriz. Diğer yandan öğrendiklerimizin her zaman başarıya yol verdiğini de söyleyemeyiz. Yaşamdan aldığımız her ders, bardağı dolduran bir damla gibidir. Deneyimimiz ve birikimimiz arttıkça, kendimizi yaşam karşısında daha donanımlı hissederiz. Ama bu yetmez.
Yaşamdan edindiklerimizden bazıları, bir tamir çantasında bulunan aletler gibidir. Örneğin bilgisayar kullanma, ütü yapma ya da yemek hazırlama becerisi kazanma, sözünü ettiğim çantadan bir aleti kullanmayı öğrenmeye benzer.
Ama yaşamın bize kazandırdıkları arasında öyle yetkinlikler var ki; bunlar, yaşamımızın tamamını etkileme gücüne sahip. Örneğin saygı, hoşgörü ve empatiyi bu türden kazanımlar olarak sayabilirim. Bunlar, yaşamın bize sağladığı becerileri doğru kullanmak için uygun bir dayanıklılık ve süreklilik iklimi oluşturur.
Yaşam okulundan uygulamalar türetmek
Yaşamın bazı derslerini zihnen doğru olarak kabul edebiliriz ama önemli olan, bunları yaşamımızın vazgeçilmez uygulamalı unsurları arasına katabilmektir. Kendi yaşamımın bana verdiği dersler arasında en önemli bulduğum unsur iyi niyettir. Kanımca; yaşamda -duygusal, zihinsel veya fiziksel- herhangi bir konuda başarılı olabilmenin yolu, kişinin niyetli olabilmesinden, buna olumluluğu da katarsak iyi niyetli olmasından geçiyor.
İyi niyetli olmak, bir sonsuz enerji ve sinerji kaynağı gibidir. Türü ne olursa olsun amaca ulaşmak ve arzu edileni sağlamak için anahtar, yapılması gereken konusunda niyetli olmaktır. Tabii ki; isteklerimiz konusunda ahlâk ve yasalara saygı gibi bizi barbarlardan farklılaştıran ve iyi ile kötüyü ayırt eden temel ilkeleri göz ardı etmemek gerekir.
Önce iyi niyet ve kararlılık
Niyetli olmak, bir süreci başarı ile tamamlamak için ilk adımdır. Ama Ferhat ile Şirin hikâyesinde olduğu gibi dağların kazma ve kürek ile delindiği zamanlar çok eskilerde kaldı. İnsanın neye niyetli olduğu kadar nasıl niyetli olduğunun da bilincinde olması gerekir. Niyete uygun bir plan eşlik etmediği sürece beklentilerin gerçekleşmesi bir hayalden öteye geçemez.
Şöyle tanıdıklarınızı veya çevrenizi gözden geçirdiğinizde; büyük bir iştah ve niyetle bir işe girişen, hatta bu konuda yeterli planları da yapmış olan kişiler olduğunu hatırlayacaksınız. Bunların ciddi sayılabilecek bir bölümünün başarısızlıkla sonuçlandığını da gözlemişsinizdir. Olur olmaz her işe burnunu sokup daha sonra da sıkılan, maymun iştahlı olarak isimlendirdiğimiz kişilerin sayısı hiç de az değildir.
Niyet ve plan, bir konuda başarılı olmak için gerek koşullardır. Ama bir uğraşının sürdürülebilirliğini sağlayan unsurların başında kararlılık gelir. Bir konuda beklentilerimizin yerine gelmesi için niyet ilk adımdır. Bunu kararlılığın sıkı bir şekilde izlemesi gerekir.
Niyet, azgın dalgalarla kaplı bir denizde doğru yönü ve limanı gösteren deniz feneri gibidir. Niyet, aynen deniz fenerinin yön gösterdiği anlamda doğru insanların size yönelmesini ve uygun ortam koşullarının olgunlaşmasını sağlar. İyi niyetin bir sinerji kaynağı olma özelliği bu özde kök bulur.
Sanat, edebiyat ve yaşadığım kent
Yazmaya edebiyat alanında başlamıştım. Şiirler ve denemeler yazdım. Sonra araya siyaset girdi. İş güç, meslek ve siyaset derken edebiyat arada kaynadı gitti. Şimdilerde kendimi tekrar edebiyata doğru motive etmeye çalışıyorum. Doğrusu; yaşadığım bu kent, edebiyata motive olmak için sosyal anlamda çok fazla katkı yapmıyor. İki üniversitenin gerçekleştirdiği bazı etkinlikler var. Daha etkin görüntü vermeye çalışmalarına rağmen yerel yönetimlerin bu alanda yaptıkları sabun köpüğünü andırır faaliyetlerin ötesine geçmiyor - o an için var ama az sonra silinip gitmiş… Az sayıdaki insanın çalışmaları ise gene kendilerinin birbirlerini çekiştirmeleri arasında karalanıp gidiyor. Bir kent kendini iyi sayılabilecek özelliklerle tanıtmak istiyorsa, sahip oldukları arasında edebiyat alanındaki üstünlükleri de olmalı…
Kendimi tekrar edebiyat dünyasına yoğunlaşmaya teşvik ederken aklıma şöyle bir soru takıldı: “Edebiyat uzmanları tarafından kendi türünün en iyisi kabul edilen romanlar hangileridir?” Bu soruyu romanla ilgili sormamın nedeni, muhtemelen romanı edebiyatın zirve noktası olarak kabul etmem olmalı. Sözün kısası; “En İyiler” konusunda uzmanlar tarafından hazırlanmış birkaç liste üzerinde çalıştım.
Dikkatimi ilk çeken isimlerin başında James Joyce (1882-1941) yer aldı. “Ulysses” ve “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” isimli romanları neredeyse tüm listelerde yer alıyordu. Gene İrlandalı romancılar olan Samuel Beckett (1906-1989) ve Iris Murdoch (1919-1999) da listelerde yer almaktalar. Oscar Wilde (1854-1900) ve Güliver’in yaratıcısı Jonathan Swift’i (1667-1745) de listelenmiş İrlandalı romancılar arasında görmek mümkün… “Neden İrlanda?” diye düşünürken eskilerde yazdığım bir yazıyı hatırlayıp buradan bazı bölümleri hatırlatmanın edebiyat özürlü kentler için bir örnek oluşturabileceği kanaatine vardım. Aşağıda o yazının bazı bölümlerini veriyorum:
2010 Temmuz ayında “Edinburg, Melbourne ve Iowa City’nin ardından, UNESCO’nun seçtiği 4’üncü edebiyat kenti” Dublin oldu. “İrlanda Kültür, Turizm ve Spor Bakanı Mary Hanafin, UNESCO tarafından edebiyat kenti seçilme başarısını elde eden 4 kentten biri olmanın, … Dublin’deki kültür turizmine canlılık getireceğini söyledi.”
“James Joyce, Oscar Wilde, William Butler Yeats, George Bernard Shaw, Samuel Beckett ve Seamus Heaney gibi dünyaca ünlü edebiyatçıların doğup büyüdüğü İrlanda’daki yazar müzeleri ve edebiyat festivalleri, denizaşırı ülkelerden de yoğun ilgi görüyor. Dublin’in UNESCO tarafından edebiyat kenti seçilmesinin, edebiyat etkinliklerinin sayısını ve İrlanda’nın bu alandaki şöhretini daha da artıracağına inanılıyor.”
“Bu durumda yaşadığımız kent için şunu sormalıyız: Bu kentte yılda kaç tane edebiyat eseri basılıp yayınlanıyor? Bu kentin yerel, bölgesel, ulusal veya uluslararası düzeyde okunma fırsatını yakalamış kaç tane edebiyatçısı var? Bu kentte şiir yazmanın ötesine geçebilmiş, eserleri kitapçı raflarında yer alabilmiş kaç tane edip yaşamaktadır? Bu kentin kaç tane sanat veya özelde edebiyat dergisi var? Bu kentin insanları tarafından kurulmuş ve yönetilmekte olan kaç tane edebiyat içerikli İnternet sitesi var? Bu kentte yaşayan ediplerden kaç tanesi ulusal veya küresel düzeyde gerçekten anlamı olan ödül almış? Bu kentte yılda kaç tane edebiyat, kongresi, sempozyumu, atölyesi veya yarışması yapılıyor? Bu kentin yerel gazetelerinin ve dergilerinin kaç tanesinde sanat ve edebiyat köşesi mevcut?”
“Bir kentin her geçen gün daha fazla tüketim mekânları toplamına dönüşmesi, o yerleşimi bilinmeyen bir açmaza sürükleyen bir sarhoşluk gibidir. Ancak acı sona ulaşıldığında geri dönülmezliğin farkına varılır. Bir kent önce üretim mekânları, insanları ve örgütleri toplamı olmalıdır. Üretim anlayışı sanayiden sanata, hizmetlerden yerel potansiyelin etkin ve verimli değerlendirilmesine kadar uzanmalıdır. Edebiyat da bu üretim sürecinde yerini almak zorundadır.”
“Sözün özü şu ki; bir kentin iyi kabul edilmesi için o yerleşimin sanat ve edebiyat alanında da gelişmeler yaşaması ve yaşatması gerekli. Bunun için de kendi yenilikçi yol, yöntem ve tekniklerini bulmalı. Çünkü sanat ve edebiyat, bir kenti kent yapan önemli unsurlardan birisi…”