Bu, Ben miyim?
Gürcan Banger
İnsanın özellikle yaratıcılık gibi yeteneklerinin eğitim gibi halen bilinen yollarla yoktan var edilemeyeceği kanaatindeyim. Ancak zihinsel olarak zaten mevcut olan yetenekler eğitim ve emek ile geliştirilebiliyor. Gene var olan bir yetenek geliştirilip değerlendirilmezse küllenip yok seviyesine düşüyor. Hiç kuşkusuz; kişide hangi yeteneğin var ya da yok olduğunu kavramak için bunu açığa çıkarak imkân ve şartları ona sağlamak gerekir. Yetenek probleminin bir benzerini rasyonel (akılcı) ve duygusal yönlerimizi geliştirme açısından yaşıyoruz. Eğer fazlasıyla analitik ve rasyonel olmaya odaklanır ve duygusal yönümüzü geliştirmeyi ihmal edersek duygu dünyamız giderek kuruyor. Aşırılaşmış duygusallıkla akılcı olmamız gereğini göz ardı ettiğimiz zaman ise rasyonel ve analitik becerilerimizi yitiriyoruz. Bu risklerden her ikisine karşı önlem almayı uzun süreli ihmal ettiğimizde tekrar dengeli bir zihinsel yaşama dönmek zor olabilir. Çok sayıda Antik Çağ filozofuna ilişkilendirilmiş olan ünlü söz “Kendini bil” der. Ama insanın kendini nasıl bileceği konusunda ikna edici uzlaşma olduğun söyleyemeyiz. İnsan yaşamı varlıkları birbiriyle karşılaştırarak tanır, öğrenir ve bilir.
Yaşam bize biteviye işaretler ve iletiler gönderiyor. Bunların tümünü fark etmiyor ve algılamıyoruz. Ama bir gün bir işaret alıyoruz. Bazen bir dosttan, kimi zaman bir rakipten geliyor bu işaret… Ya da hiç beklenmedik bir anda hayal edilmeyen bir kişiden… Bazen sıradan bir konuşma içinde bir ifade dikkatimizi çekiveriyor. Görmeyen gözlerimiz açılıyor, yaşamın aynasını fark ediveriyoruz. Yaşamın aynasına bu denli yakın olduğumuzu o an görüyoruz. Bizi uyaran o işarete kadar neden fark edemediğimize hayret ediyoruz. Yaşamın o kimi zaman acımasız aynasında kendi ruhumuzu, davranış modelimizi tüm çıplaklığıyla görüvermek de çok şaşırtıcı. Kendimizi aynanın karşısında her buluşumuzda dudaklarımızdan dökülen “Bu, ben miyim?” sözcükleri bir çığlığa dönüşüverir.
“Bu, ben miyim?” sorusu ile başlayan uyanışın ilk türü, kendimizi başkalarının kurallarına göre ne denli fazla düzenlediğimizi fark edişimizdir. Kendimizinkini yaşamak yerine başkalarının yaşamına payanda olduğumuzu fark etmek, kendini sorgulamanın birinci aşamasıdır. Kimi zaman bu durum, başkalarının kuralları ile yaşamak biçiminde ortaya çıkar. Böyle bir durumda yaşamımızı yöneten hep başkalarıdır. Asla seçimlerimiz olamaz. Sadece kurallar ve korkular vardır. Yaşamın aynasında da kimi zaman ürkmüş, çoğu zaman sevincini yitirmiş bir insanın yüzü vardır. Aynada yalnız “sen” vardır; “ben”, cesaret edip aynada görüntü veremez.
Bir ikinci biçim daha var. Bu durumda aynada yalnız kendimizi görürüz. Yaşamın aynasındaki yansımız –ki aslında o ayna da kendimiziz– o denli büyümüştür ki, ayna yüzeyinin başka insanları, başka bakış açılarını, anlamları ya da değerleri görüntülemesine izin vermeyiz. Bir başka deyişle; aynada ben’den (veya benim büyümüş olduğum alışkanlıklardan, çekincelerden, korkulardan, kolaycılıklardan, velhasıl konformizmden) başkasına yer yoktur.
Aşk senin hakkında hemen her şeyi bilsem de gene de seni sevmektir. Çünkü hak ettiğimizi düşündüğümüz duygusal ilişkiyi aşk olarak tanımlarız.
Doğrudan bu yazdıklarımla bağlantılı görünmese de; belki “ben – sen – biz” üçlemesi ile ilişkilendirilebilecek olan, sözcükleri tuşlarken aklıma takılıveren iki cümle ile bitirmeyi istiyorum: “Aşk senin hakkında hemen her şeyi bilsem de gene de seni sevmektir. Çünkü hak ettiğimizi düşündüğümüz duygusal ilişkiyi aşk olarak tanımlarız.”