Dünya Markası, Avrupa Kenti ve Kent Ekonomisi
Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Kendimizi Dünya veya Avrupa ile karşılaştırma alışkanlığımız 200 küsur yıllık bir geçmişe sahip. Yaşanılan çağa göre İngiltere’ye, Fransa’ya, İtalya’ya ya da bir başka ülkeye yetişmenin muhabbeti siyasetçilerimizin nutuklarından ve gazete manşetlerinden eksik olmamış. AB ile yakınlaşmamız başladığından bu yana ise Avrupa kentlerine olan özentimiz zirve yaptı. Kent merkezlerini kozmetik bezemelerle ‘çakma’ Avrupa kentleri haline getirdik.
Gelişme Nedir?
Bu Batı özentisi sürecin özünde ekonomik, sosyal ve kültürel gelişme bütünlüğünü kavramamış olmamızın etkisi var. Planlama ve bütçeleme konusundaki zafiyetimiz, her vesile ile kentlerimiz konusunda da kendini gösteriyor. Bölgesel ve yerel bir güç olmanın tasarımını yapmadan küresel marka olma hevesine düşüyoruz.
Yaşadığımız kentin uluslararası bir güç olabilmesi için önce yerel ve bölgesel, ardından ulusal bir güç olmayı başarması gerekiyor. Bu süreçte de ekonomik, sosyal ve kültürel gelişme birbirine eklemlenmiş biçimde birlikte sağlanmak durumunda. Kenti sadece tüketim boyutunda geliştirmek ne gelişim ne de markalaşma adına yeterli olmuyor. Daha fazla katma değer (dolayısıyla ürün ve hizmet) üretmeyen, elde ettiğinin fazlasını da kent ekonomisine yatırmayan anlayışın markalaşmış büyümeyi başarması mümkün değil.
Katma değerli mal ve hizmetlerin üretilmesi sürecinde yaşadığımız kentin çevresi ile birlikte bir bölge olarak dayanışma içinde davranması sinerji yaratabilir. Bu bağlamda “bölgesel işbirliği ve dayanışma, ulusal ve uluslararası rekabet” ruhunun geliştirilmesi yararlı olacaktır. Bu iller birlikte büyük ölçekli ekonomik, sosyal ve kültürel projeler yapabilirler.
Mikro Ölçek
Kentlerimizin pek çoğunda işletmeler küçük sınıfına giren 1-9 çalışanlı ve düşük cirolu kuruluşlardır. Bu durumu başta ticari işletmeler olmak üzere genel karakterin bir parçası olarak görmek mümkün. Özel sektör firmalarının önemli ölçüde aile işletmeleri olduğu ve kurumsallaşma düzeyinin son derece düşük bulunduğu da unutulmamalı. Henüz aile işletmelerinden kurumsal işletmeler düzeyine geçişi ile ilgili bir rüzgâr yakalayamadık. Kurumsallaşmanın fiiliyata geçmesi bir yana henüz bu ‘işin’ ne olduğu konusunda bile netleşmiş değiliz. Kurumsallaşmayı yönetimde profesyonelleşme olarak anlıyor, bu kavramın aslında kurumsal yeniden yapılanma anlamına geldiğini fark edemiyoruz.
Diğer yandan ticaret kesiminde artan yapısal değişim ve organize perakendeciliğin yükselişi ile birlikte doğrudan tüketiciye satış nedeniyle bayilik - acentelik sistemleri ortadan kalkıyor, ara satıcı olarak görev yapan firmalar piyasadan siliniyorlar. Bu açığı kapatmak üzere yerel firmaların katma değer yaratan konulara kaymaları kolay olamıyor. Beyaz eşya, cep telefonu, gıda, mobilya gibi ticaret alanlarına baktığımızda bu durumu kolayca görmek mümkün…
Özetle; ticaret kesiminde küçük firmalar, mal ve hizmet üretiminde KOBİ’ler yüksek verimli ve getirili yeni mal ve hizmet karmalarına yönelmek zorundalar. Yine bu bağlamda yapısal değişime, iyileşmeye ve yeniden yapılanmaya ihtiyaçları olduğu da ortada.
Hayalden Önce Yeniden Yapılanma
Yukarıda dile getirdiği gibi; KOBİ olarak sınıflandırılan işletmelerin yüzde 90’ın üzerinde büyük kısmı 1-9 çalışanlı ve düşük cirolu (aynı zamanda düşük katma değerli) işletmelerden oluşuyor. Bunların gene büyük çoğunluğu kurumsal bir işleyişe sahip değil. Krizlerden olduğu gibi çalışan hareketliliğinden kolayca etkileniyorlar. Kent ekonomilerimizin ciddi bölümünü oluşturan KOBİ’lerde gerekli iyileştirmeyi yapmadan Dünya ve Avrupa sıfatlı hayaller kurmamak lazım.