BİR: İnsan, yaşamın duygusal sahnesinde cesur olabilmeyi bilmeli. Pek çok durumda duygularımızı ifade etmeye korkarız. Duygularımızın ciddiye alınmama olasılığı iyiden iyiye içimize dönüp adeta ‘sinmemize’ neden olur. Duygularımızı ifade edip etmeme arasındaki o ikircikli ortamda kendimize ne dehşetli sorular sorarız: “Duygularımı belli ettiğim halde ya reddedilirsem?”, “Ya ailemin, arkadaşlarımın önünde küçük düşersem?”, “Ya dedikodu malzemesi olursam?”, “Mevcut sosyal konumumu risk edersem?” Bu korkuların ve içe kapanmanın ödülü ise kaçan duygusal fırsatlardır. Sessizce bir duygu selinin, görkemli bir birlikteliğin yaşamımıza teğet yaparak belirsizliğe doğru akıp gittiğini hüzünle izleriz. Küçük düşme korkularımız nedeniyle duygusal bir fırsata el uzatma cesaretini gösteremeyiz bir türlü. Doğmadan ya da erkenden ölmüş sevgiler mezarlığına yazısız bir taş da bizim için dikilir.
İKİ: Korkuların, duyguların ifadesine mahpushane olması bir eski hikâyedir. Kökleri yaşam deneyimimizin, dolayısıyla ruhumuzun derinliklerindedir. Çocukluğumuza yapabileceğimiz bir akıl yolculuğunda duygusal korkaklığımızın ayak izlerini görmek pek ala mümkündür.
ÜÇ: “Sevgi, cesaret işidir” sözü ile kastedilen, çoğu durumda bir ‘gözü karalık’ ya da ‘duygusal kahramanlık’ beklentisidir. Kanımca bir duygusal ilişkide cesaret, karşılıklı olarak gerçekleri görme konusunda akıllı, ısrarlı, açık ve içten olmaktır. Böyle bakıldığında; gerçeklerle yüzleşebilecek cesurlar, kaderi teslim alırlar.
DÖRT: Riskleri üstlenmeden ve muhtemel tehlikeyi göze almadan kazanmak neredeyse imkânsız denecek kadar ihtimal dışıdır. İşte bu nedenle “Kazanmak, kaybetmenin ortağıdır” denir. Bu gerçeklik, sadece maddi kazanç ve kayıplara değil; aynı zamanda duygusal ilişkiler gibi insan faaliyetlerine de aittir. Duygularını risk etmeyen, yakalamak istediği gönül hoşluğunu bir kazanç olarak hanesine yazamaz.
BEŞ: Bir duygusal ilişkide cesaret; karşılıklı olarak gerçekleri görme konusunda akıllı, ısrarlı, açık ve içten olmaktır. Ancak korkaklar, kendilerini saklayarak ve risk almaktan çekinerek mutlu olmaya çalışırlar. Böyle bakıldığında; gerçeklerle yüzleşebilecek cesurlar, kaderi teslim alırlar. Korkaklar ise kendilerini kamufle edip olumsuz bir geleceğe teslim olurlar.
ALTI: Sevgi cesaretle ilgilidir, ama bir kahramanlık hikâyesi değildir. Sevgide cesareti bir masal kahramanı niteliği olarak anlamamak gerekir. Sevgi; bir emek, iyi niyet, yaşayan ve gelişen süreklilik öyküsü olmalıdır. Sevgi paylaşılarak çoğalır.
YEDİ: Anlaşılıyor ki yaşam, bir anlam ve değerler alışverişi. Başka insanları anlamlandırırsak yaşamımızı zenginleştiriyor, karşılığında anlamlar ediniyoruz. Değer verip değer alıyoruz. Böyle olduğunda da sen veya ben olmaktan kurtulup biz olmaya başlıyoruz. “Ben – sen – biz” üçlemesini duygusal cesaret ile ilişkilendirilebilirim: “Aşk senin hakkında hemen her şeyi bilsem de gene de seni sevmektir. Çünkü hak ettiğimizi düşündüğümüz duygusal ilişkiyi aşk olarak tanımlarız.”
SEKİZ: Sevgi iki tarafın olduğu bir ilişkidir. Sevgi, paylaşımın vazgeçilmez olduğu bir ilişkidir. Sözcükleri esirgemek, sevginin beslendiği paylaşım kanallarını yok etmekle eşdeğerdir. Paylaşım fikrini unutarak sevgiyi kendi başlarına yaşamak isteyen kişiler, yalnız kalma riskini akıllarında tutmalıdırlar. Sözcükler sevginin büyülü iksiridir. Yaratıcılık, cesaret ve duygularla yüklenmiş paylaşılan sözcükler, sevgiyi sıradanlaşmaktan alıkoyar.
DOKUZ: Yalnızlık, paylaşılabilir bir duygu değildir; paylaşılabilse adı yalnızlık olmaz. İçe dönüp baktığımızda; yalnız olmaktan utandığımız, başkalarına ifade etmeye cesaret edemediğimiz dönemler bile olur. Ancak yaşam deneyimimiz arttıkça, yalnızlığın pek çok insanın ortak özelliği olduğunu hayretle fark ederiz. Değişik mekânlarda bir kalabalık olarak bulunduğumuz halde, topluluğumuzun gerçekte tek tek yalnızların toplamı olduğunu kavrarız.
ON: Yaşamın o –kimi zaman acımasız– aynasında kendi ruhumuzu, davranış modelimizi tüm çıplaklığıyla görüvermek de çok şaşırtıcı. Kendimizi aynanın karşısında her buluşumuzda dudaklarımızdan dökülen “Bu ben miyim?” sözcükleri bir çığlığa dönüşüverir. “Bu ben miyim?” sorusu ile başlayan uyanışın ilk türü, kendimizi başkalarının kurallarına göre ne denli fazla düzenlediğimizi fark edişimizdir. Kendimizinkini yaşamak yerine başkalarının yaşamına payanda olduğumuzu fark etmek, kendini sorgulamanın birinci aşamasıdır. Kimi zaman bu durum, başkalarının kuralları ile yaşamak biçiminde ortaya çıkar. Böyle bir durumda yaşamımızı yöneten hep başkalarıdır. Asla seçimlerimiz olamaz. Sadece kurallar ve korkular vardır. Yaşamın aynasında da kimi zaman ürkmüş, çoğu zaman sevincini yitirmiş bir insanın yüzü vardır. Aynada yalnız “sen” vardır; “ben”, cesaret edip aynada görüntü veremez. Bir ikinci biçim daha var. Bu durumda aynada yalnız kendinizi görürsünüz. Yaşamın aynasındaki yansınız o denli büyümüştür ki, ayna yüzeyinin başka insanları görüntülemesine izin vermez. Bir başka deyişle; aynada “ben”den başkasına yer yoktur. Gerçekten bize ait olan tek şey kendi yaşamımız. Yaptığımız ve yapmadığımız her şey, öncelikle ve doğrudan kendimizi etkiliyor. Bu yaşamı kullanarak kendimize ve çevremize anlamlar veriyor ve değerler katıyoruz. Başka insanlar da kendileri ile ilgili olarak aynı işlevleri yerine getiriyorlar. Anlaşılıyor ki yaşam, bir anlam ve değerler alışverişi. Başka insanları anlamlandırırsak yaşamımızı zenginleştiriyor, karşılığında anlamlar ediniyoruz. Değer verip değer alıyoruz. Böyle olduğunda da sen veya ben olmaktan kurtulup biz olmaya başlıyoruz. Sen veya ben olmakta ısrar etmek, anlamları ve değerleri kendimize saklamak demek… Aynı zamanda bize verilecek anlam ve değerlere kapımızı kapatmak demek…
ONBİR: Yaşamın olumsuzluklarını sükûnetle karşılayabilmek bir olgunluk göstergesi… Çünkü yaşamda olup biten karşısında ne hissettiğimiz, doğrudan doğruya bize bağlı. Zor durumları, güç koşulları cesaretle ve dayanma güdüsüyle karşılamak olgunlaşmış bir karakterin özelliği. Üstün nitelikleri olan bir kişiliğe ulaşmak hiç de kolay değil. Kişiliğin doğru ölçülmesinin yollarından birisi, kişinin zor veya beklemediği koşullarda nasıl davrandığını incelemektir. En ağır koşullarda bile o zor durumu sakinlik, uyumluluk ve yumuşaklıkla karşılayan bir ruh, olgunluk yolunda önemli adımlar atmış demektir.
ONİKİ: Yaşamın karşısında nasıl davranırsan o da aynı davranışı sana karşı yapıyor. Yaşama karamsar yaklaştığında olumsuzluklar buluyorsun. Yaşama cesaretle pozitif yaklaştığında her şey renklenip zenginleşiyor. Karanlık karanlığa, aydınlık aydınlığa dönüşüyor. Yaşama ne verirsen onu alıyorsun. İstersen buna kendi varoluşunu seçmek diyebilirsin.
ONÜÇ: Bazı anlarda zamanın ruhu da bir olumsuzluklar sarmalına takılıp kalıyor. Bir başka deyişle; her an, aynı zaman olmayabiliyor. Kimi durumlarda sanki ilham pınarımız kurumuş gibi bir çöl ortamında buluyoruz kendimizi. Çölden tekrar yeşilliğe ve suya yürümek, cesaret ve azim gerektiriyor. Gayret etmeden, emek vermeden ve ısrarlı olmadan, içinde düştüğümüz umutsuzluk ve anlamsızlık kuyusundan çıkamıyoruz. Nitelikli insan odur ki; böyle zor bir durumda başını göğe kaldırıp ışığı görebilir ve ona ulaşmak için gayretli ve azimli olur. İyi insan odur ki; kendini bir kuyuda hissedenin ışığı görmesini sağlar ve ışığa ulaşmak için onu yüreklendirir.
ONDÖRT: Korku ile hareket etmek; tehlike anında kabuğuna çekilmeyi ve başına geleceklere razı olmayı daha baştan kabul etmektir. Korku, insanın özgürlüklerinin önündeki en önemli engellerin başında gelir. İnsan, korkularını yendikçe özgürleşir. Korku ile yapılan bir seçimi, insanın özgür tercihi olarak benimsemek mümkün değildir. Pek çok durumda yenilikler, insanları korkutur. Alışkanlıkların insanı rahatlatan bir yönü vardır. Bir başka deyişle; alışılmış olan, kolaydır; yeni mekanizmalar geliştirmek gerekmez. Yeni karşısında yeni davranış modeli gerekebilirken, alışılmış olan karşısında eski bilgi ve göreneklerle ‘idare etmek’ mümkündür. Hâlbuki yeni bir zamanda ve mekânda veya yeni şartlarda ayakta kalmanın ve gelişip ilerlemenin ön koşullarından birisi yenileşmeye açık olmaktır. Yenilikler karşısında korku, bizi ölümcül bataklığa sürükleyen olumsuzlukların başında gelir. Özetle; korkunun ecele faydası yok. Yeni günde yenilenmeye cesaret etmek gerekir.