Eskişehir Üniversitelerle mi Büyümeli?
Gürcan Banger
Kasım 2012’de Bakış Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Bir kentin büyümesi dediğimizde aklımıza gelenler nelerdir? Nüfusun artması, yerleşim alanının yayılması, öncekilere oranla daha yüksek binaların yapılması, kentsel ekonominin ürettiği hâsılanın artması… Aslında bu unsurların çoğu birbirine bağımlı… Kentte bir şeyler arttığında veya büyüdüğünde kentte yaşayan insan sayısı da çoğalmış oluyor.
Eskişehir 1980’li yılardan sonra büyük bir değişim sürecine girdi. İki üniversite kentin nüfusunu gençleştirdi ve artırdı. Yaz ve kış farkı olmaksızın insan kalabalığını özellikle kent merkezinde büyük şehirlerin vaveylası havasında yaşar olduk. Eskişehir’in başka büyük yerleşimlerimizde olduğu gibi henüz yoğun bir sosyal göç almadığını sanayi bölgelerindeki mavi yakalı işçi açığından dolayı biliyorum. Şehrin demografisini özellikle üniversite öğrencileri değiştiriyor. Mezun olan vatandaşların bir kısmı kendi şehirlerine dönmeyip burada kalmayı tercih ederek bu değişime katılıyorlar.
Beş Üniversite mi?
Eskişehir’de halen Anadolu Üniversitesi ve Eskişehir Osmangazi üniversitesi olmak üzere iki akademik kurum var. Son günlerin yerel gündem konularından birisi kent merkezindeki üniversite sayısının ikiden beşe çıkması… Bir tane İleri Teknoloji Enstitüsü’nün kurulacağı söyleniyor. Bu kurum, mevcut iki üniversiteden birinin parçalanması ile oluşturulabilir. Diğer yandan siyasetçilerin ifade ettiklerine göre şehir merkezinde iki tane de özel vakıf üniversitesinin kurulması yönünde çalışmalar var.
Yeni üniversitelerle birlikte muhtemelen kentin yapısı bir değişim aşaması daha geçirecek. Beklenen sonuçlardan birisi de nüfusun yeniden artışı olacak. Böyle bir durumda kentin mevcut ve planlanmış durumunun bu yeni gelişme karşısında (ekonomik ve sosyal kaynak ve kapasite kullanımı açılarından) nasıl tepki vereceği bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. Kent büyümeli mi? Bu soruya cevap “Evet” ise bu büyüme nasıl gerçekleşmeli?
Kent Büyümek Zorunda mı?
Bir kentin büyümesini iki açıdan ele alabiliriz. Bir kent büyürken sanayi ve ticaret de genişleyeceğinden mal ve hizmet fiyatları düşecek, kentsel yaşam koşullarında iyileşmeler olacaktır. Diğer yandan kentin aşırı büyümesi ise kira fiyatlarının artması, enerji sağlanmasının güçleşmesi, yerel yönetim hizmeti maliyetlerinin artması gibi olumsuz sonuçlar doğurabilecektir. Belediye hizmetlerinin zaten pahalı olduğu Eskişehir’de bireylerin ulaşım giderlerindeki artışlara dikkat edildiğinde büyümenin olumsuz etkilerinden birisi yakalanmış olur. Artan kullanım ve içme suyu fiyatlarını, ilan-reklam vergilerini, ruhsat harçlarını diğer olumsuz örnekler olarak hatırlatabilirim.
Dünyanın özenerek baktığımız kentlerinde büyümenin ve yayılımın dengeli olduğunu görürüz. Başıboş biçimde obez nitelikli olarak gelişen kentlerin genelde az ve orta derecede gelişmiş ülkelerde olması şaşırtıcı değil. Kentin yaşanabilirliğini koruyabilmek için kentin büyümesini yönetmek ve denetlemek gerekiyor. Ayrıca dünyanın özenerek gezdiğimiz nitelikli kentlerinin yöneticilerinin bu yerleşimleri nüfus ve alan olarak ‘daha büyük’ yapmak gibi bir ‘sorunları’ olmadığını da hatırlatmak isterim.
Kentin En-İyi Büyüklüğü
Bir hatırlatma yapayım. Optimal (en-iyi) kent büyüklüğünün belirlenebilmesi için birkaç sayısal ölçütün kullanılmasından söz edebiliriz. Örneğin kentte yaşayan “kişi başına düşen kentsel hizmet maliyeti” iyi bir gösterge olacaktır. Söz konusu birim maliyet değerlerini ulaşım, sağlık, enerji, gıda, konaklama ve benzerleri gibi kalemler için ayrı ayrı hesaplayabileceğimiz gibi, tüm maliyet kalemlerini içeren tek bir kentsel hizmet birim maliyeti değeri de hesaplayabiliriz.
Söz konusu sayısal değerin iki ayrı türde hesaplanması öğretici olabilir. Örneğin her yıl için ortalama kentsel hizmet birim maliyeti yanında, marjinal maliyetleri de hesaplamalıyız. Marjinal maliyeti, kente eklenen her yeni kişinin kente getirdiği ek maliyet yükü olarak düşünebiliriz. Bu değerlerin her yıl yeniden hesaplanması, kentin nasıl bir değişim ve dönüşüm sürecinde olduğu konusunda ciddi işaretler verecektir.
Bugüne kadar yapılan kent araştırmaları kentsel hizmet maliyetinin büyümeyle birlikte önce düştüğünü, daha sonra arttığını göstermektedir. Eskişehir’de gözlenen yerel yönetim maliyetlerindeki artışın altında da buna benzer yönelimler vardır. Yeterince araştırmadan ve geleceği planlamadan obez kentsel büyüme yönünde adım atmamak gerekir.
Kentsel Sorunlar
Verimli bir ekonominin en etkili işlediği nokta; mal ve hizmet arzının talebi tam olarak karşıladığı ve herhangi bir atık, fire ya da israfın oluşmadığı denge noktasıdır. Kent ekonomileri için de böyledir. Eğer herhangi bir nedenle halkın ihtiyaçları karşılanamıyorsa kent ekonomisi gereklerini yerine getiremiyor demektir. Aynı şekilde aşırı yatırım veya fazla üretim nedeniyle israf oluşuyorsa bu durumda da ekonominin dengeli (yani etkili ve verimli) olmadığını söyleyebiliriz.
Bir örnek verelim. Örneğin kentin tiyatrosunda bir oyun izlemek için haftalar öncesinden rezervasyon yaptırmak gerekiyorsa (yani gösteri tarih ve saatine uygun zaman öncesinde yer bulunamıyorsa) bu, sorunlu bir durumun göstergesidir. Ya kentteki kültürel etkinlik sayısı yeterli değildir ya da arzın çok ötesinde talep (bu talebi yaratan nüfus) vardır. Ama neden ne olursa olsun halkın hizmete erişiminde bir sorun olduğu açıktır. Aşırı talep, hizmetin ne kadar çok ilgi gördüğü için sevinilecek bir olay değil, aksine ihtiyacın karşılanamaması nedeniyle çözüm öngörülmesi gereken bir sorundur.
Diyelim ki, bayram gibi bir durumun olmadığı olağan bir zaman diliminde bir başka kente gitmek için tren bileti bulamıyorsanız gene benzer bir sorunla karşılaşırsınız. Eğer kentteki otobüs, tramvay gibi ulaşım araçlarında hijyenik şartlar içinde kent içinde hareket edemiyorsanız (örneğin araçlar aşırı kalabalık ise) benzer bir sorun yaşanıyor demektir.
İlgili faturaları düzenli olarak ödediğiniz halde aşırı talepten dolayı kaliteli şebeke ve içme suyu, elektrik veya gaz hizmeti alamıyorsanız ihtiyaçlarınız tam ve kaliteli olarak yerine gelmiyor demektir. Devlet dairesinde, bankada ya da öğrenci işleri ofisinde kuyruk beklemek ve zamanınızı bu nedenle harcamak zorunda kalıyorsanız ortada bir problem vardır.
Kent içi taşıt trafiği size saç baş yolduracak hale geldiyse bir sorunla karşı karşıyasınız demektir. Kent merkezinde yürümekte zorluk çekiyorsanız, engelliler için kent merkezinde hareket etmek insanlık sınırlarınızı zorluyorsa üzerinde düşünülmesi gereken bir sorun mevcuttur. Hava kirliyse ya da kentin gürültüsü dayanılmaz bir noktaya vardıysa sade bir vatandaş olarak sorunu çözebildiğiniz noktanın ötesindesinizdir.
Kenti Zararına Büyütmek
Yukarıda özetlediğim problemler veya benzerleri, ihtiyacın karşılanması için yatırım eksikliğinden kaynaklanabilir. Kentte ekmek talebi karşılanamıyorsa yeni fırınlar açılması ile bu sorun çözülür. Ama kentte her yıl yeni tiyatrolar, tramvay hatları, enerji hatları, yollar yapamazsınız. Her ev yapanın kapısına alt yapı hizmetlerini götürmeniz mümkün değildir. Zaten kent planları da bu nedenle yapılır.
Kentin herhangi bir anda mevcut bir altyapısı ve altyapının kaldırabileceği nüfus yükü var. Eğer kentin mevcut ve planlanan altyapısını kaldırabileceğinden daha büyük bir nüfus yükü ile karşı karşıya bırakırsanız, kısıtlı kaynaklar nedeniyle bu yükü göğüsleyemezsiniz. Dolayısıyla kentin nüfus yükünü artıracak faaliyetlerde bulunurken yukarıda özetlenen çerçeveyi dikkate almak gerekir.
Değişimin etkilediği paydaşları yeterince dikkate almadığımız için her çözüm yeni sorunlar yaratır. Bu nedenle örneğin bir kentte yeni bir üniversite açarken o yerleşimin bundan olumlu veya olumsuz ne yönlerde etkileneceğini öngörmek gerekir. Kent içi ulaşım sisteminde yeni bir uygulama yaptığınızda mevcut şartların hangi yönde değişeceğini ve başkaca ek önlemler alma durumunu araştırmak zorunludur.
Üniversite İle Büyümek
Türkiye’nin Batı bölgelerini ekonomi ve iş dünyası açısından incelediğimizde dikkatimizi çeken noktalardan ikisi doluluk ve bundan kaynaklanan maliyet artışı oluyor. Geldiğimiz noktada; pek çok mevcut bölgesel avantaja rağmen Trakya, İstanbul, Kocaeli ve Bursa sanayi için (artan iş kurma) maliyetleri nedeniyle cazibesini kaybediyor gibi görünüyor. Bu durum, Eskişehir’i sanayinin gelişmesi için potansiyel alanlardan haline getirmede etkili olabilir. Ayrıca çok iyi yapılandırılmış bir Organize Sanayi Bölgesinin varlığı (teşvikler konusundaki olumsuzluklara rağmen) sanayinin Eskişehir’e akışını olumlu etkileyebilir.
Yukarıda sözünü ettiğim bu muhtemel sınaî göçün örneklerini şimdiye kadar fazlaca yaşamadık. Ne zaman yığınsal ölçekte gerçekleşeceğini söylemek zor ama olabileceğine dair ipuçları artıyor. Diğer yandan eğitim-öğretim amaçlı göç halen ‘tıkır tıkır’ işliyor. Öğrenciler ve aileleri Eskişehir’deki iki üniversiteye akmaya devam ediyorlar. Üniversite sayısının beşe çıkması Eskişehir’i iyiden iyiye bir öğrenci kenti haline getirecek gibi görünüyor.
Biz toplum olarak üniversite kavramını gelişmiş ülkelerden farklı kullanıyoruz. O ülkelerde bilim ve teknoloji anlamına gelen üniversite, bizde ‘liseden sonra devam edilen okul’ anlamına geliyor. Bu nedenle üniversiteler Eskişehir’i bir bilim-teknoloji kenti ya da üniversite kenti yerine sadece genç insanların ‘keyifle’ yaşadıkları öğrenci kentine dönüştürüyor. Bu süreçte kentin geleceğinin tasarımında bu noktayı dikkate almayan ve kentsel gelişim planlamasını buna göre yapmayan herkesin sorumluluğu var. İçi dolu olmayan bir büyüme bizi iyi bir yere götürmez.
Lise Sonrası Okul mu, Girişimci Üniversite mi?
Gelişmişlik bağlamında üniversite tartışılırken gündeme gelen nokta, bu kurumun bilim-teknoloji veya öğrenci-öğretim odaklılığıdır. Gelişmiş ülkelerdeki önemli üniversiteleri incelediğimizde; bunların tümünün dünyanın ve kendi ülkelerinin bilim ve teknoloji birikimine katkı yaptıklarını görürüz. Bu üniversiteler bir yandan bilimsel teorik literatüre katkı yaparken diğer yandan başka kurum ve kuruluşlarla birlikte teknoloji geliştirmeyi hedeflerler. Bir başka yazımda verdiğim bir örneği hatırlatayım: “Boston, ABD’nin Massachusetts Eyaleti’nin başkentidir. 1997’de yazılan bir bankacılık raporunda; bir teknik üniversite olan Massachusetts Teknoloji Enstitüsü akademik personelinin ve öğrencilerinin kümelenmedeki gelirleri toplamının dünyanın en büyük 24’üncü ekonomisi olacağı belirtiliyor.” Bu olgu, bilimi geliştirmenin ve paydaşlarla birlikte teknoloji ve uygulamalarla katma değer oluşturmanın yarattığı gerçeği anlatmak açısından iyi bir örnektir.
Geçtiğimiz günlerde (Bu yazı Kasım 2012 yılında Bakış Dergisi’nde yayınlanmıştır. Veriler o yıla aittir. GB) TÜBİTAK öncülüğünde hazırlanan “Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi” açıklandı. Türkiye’de bulunan 168 üniversiteden 126’sının yer aldığı araştırmanın sonuçları “En Girişimci 50 Üniversite” başlığı altında açıklandı. Üniversitelerin sıralanması amacıyla hazırlanan endeks 5 boyuttan oluşuyor: Bilimsel ve teknolojik araştırma yetkinliği, fikri mülkiyet (patent, faydalı model vb) havuzu, işbirliği ve etkileşim, girişimcilik ve yenilikçilik kültürü, ekonomik katkı ve ticarileşme.
“En Girişimci 50 Üniversite” başlıklı raporda ilk iki sırayı Sabancı Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi alıyor. Bu iki üniversitenin puanları birbirine eşit sayılır. Bu nedenle bunları 100 olarak kabul edelim. Bu durumda 10’uncu sıradaki üniversitenin yüzde 64, 20’nci sıradakinin yüzde 49, 30’uncu sıradakinin yüzde 39, 40’ıncı sıradakinin yüzde 35 ve 50’inci sıradakinin yüzde 26’lık dilimde olduğu görülür. Özetle; listedeki ilk 20 üniversite dışında kalanlar bu çalışmanın ölçeklendirmesinde geçer not sınırının altında kalıyor.
Bilim ve Teknoloji mi, Eğitim mi?
Sosyal ağırlıklı üniversitelerin böyle bir listede yer almasının zor olduğunu belirtelim. Ama raporun ikinci notu önemli… Eğer bir üniversite bu listede yer almıyorsa, kendini eğitim-öğretim (yani öğretim-öğrenci) odaklı olarak konumlandırıyor demektir. İşin gerçeği, listenin ilk 20’si dışındakileri (yani 126 üniversitenin 148’ini) eğitim-öğretime konumlandırılmış olarak söylemek mümkün. Bir başka deyişle 126 üniversitenin sadece 16’sı “girişimcilik ve yenilikçilik” için gerekli barajı aşıyor. Bu tespit, ülkemizde bilimin ve teknolojinin gelişmesi açısından pek umut verici değil.
Yukarıda rapor 5 boyutun 23 gösterge ile ölçülmesiyle hazırlanmış . Bu göstergelerin incelenmesi, bilim-teknoloji odağında yer almak isteyen üniversiteler için gerekli stratejik ipuçlarını veriyor. Üniversitelerin yeni stratejik planlarını belirlerken bu göstergeleri dikkate almaları yararlı olur.
Göstergeler arasında “patent başvuru sayısı”, “üniversite-sanayi işbirliğinde yapılan Ar-Ge ve yenilik projeleri sayısı”, “akademisyenlerin teknoparklarda, kuluçka merkezlerinde, TEKMER’lerde ortak veya sahip olduğu firma sayısı” gibi unsurlar var. Bunlar ise sanayicilere, meslek odalarına, teknopark yöneticilerine, danışmanlık kuruluşlarına, merkezin yereldeki yöneticilerine ve yerel yönetim idarecilerine önemli silkinme ve hareketlenme işaretleri veriyor. Bu rapordan (üniversiteler başta olmak üzere yerel yöneticilerden meslek odalarına, şirketlerden sivil toplum kuruluşlarına kadar) herkes kendi dersini çıkarmalı.
Üniversite bilim ve teknolojinin gelişimine katkı vermediği sürece ne kente yararı oluyor ne de katma değer üretim sürecine dahil olabiliyor. Eğer bir kentte üniversite sayısı artacaksa orada üretilen bilimsel ve teknolojik proje ve ürün sayısındaki artışı istatistiksel olarak görmek gerekiyor. O üniversitelerdeki akademisyenlerin isimlerini teorik ve uygulamalı katkı verenlerin arasında sayabilmek lazım. Bu akademik personel ödüller almalı, kitapları bilime yön veren eserler arasında sayılmalı. Sadece perakende ticaret başlığı altında hizmetler sektörünü geliştiren bir topluluğu üniversite kabul etmek pek kolay değil.
Eğitim, Üretim ve Üretkenlik
Zemini uygun bir açıyla sahneden geriye doğru yükselmeyen düz bir salonda oturtarak bir söyleşiyi ya da konseri izlemenin zorluğunu muhtemelen yaşamışsınızdır. Sinemalarda koltukların, stadyumlarda tribünlerin, üniversitelerden amfilerin ya da antik tiyatrolarda izleyicilerin oturma yerlerinin eğimli yapıldığını bilirsiniz. Buradaki mantık, öndekilerin arkadakilerin izlemelerine engel olmamalarıdır. Bu eğim sayesinde herkes oturduğu yerden etkinliği rahatlıkla izleyebilir.
Oturulan zemin eğimli olsun veya olmasın; önünüzdekiler ayağa kalktığında sizin de ayağa kalkmanızdan başka çare kalmaz. Sonuçta izlemek için siz ayağa kalkarsınız. Sizin arkanızdakiler de aynı sorunu yaşadığı için onlarda ayağa kalkar ve bu iş mekânın sonuna kadar uzar gider. Özetle; sizin önünüzdeki ‘oturma kuralını’ bozduğu için sizi de bozmaya mecbur kılar.
Trafiğin yoğun olduğu bir karayolu düşünün. Diyelim ki bu yolda trafik hız sınırı 70 km olsun. Eğer bu yolda tüm araçlar 90 km ile seyir ediyorlarsa siz de trafik akışına uyarak sınırın üstünde bir hızla gitmek zorunda kalırsınız. Trafik kuralını ihlal ettiğinizi bilirsiniz; hatta bu nedenle duygusal sıkıntı yaşarsınız ama o trafikte ‘var olmaya’ devam edebilmek için sınırın ötesinde bir hızla taşıt kullanmak zorunda kalırsınız.
Yukarıda verdiğim iki örnek de bireysel olarak kurallara uyma bilincinde olduğumuz halde toplumun üzerimizde ‘mahalle baskısı’ yaratarak bizi ‘kural dışı’ davranmaya ittiğini anlatır. Birey olarak farklı olmamıza rağmen toplumun davranış modeli bizi farklı biçimde davranmaya zorlar. Özet olarak; dış koşullar seçimlerimiz konusunda davranış modelimizi etkiler. Başka türlü davranmak isterken farklı seçimler içine gireriz.
Eğitim Sistemi
Eğer bir ülkede girişimciliğe teşvik düzeyi düşük ve istihdam edilmeye uygun iş olanakları sınırlı ise bu durumda vatandaşlar iş dünyasına dâhil olmakta zorluklar yaşarlar. Ülkenin eğitim sisteminin ilk ve orta aşamaları bireyleri ekonomiye katılabilecekleri ve yeterli gelir elde edebilecekleri bilgi ve deneyim ile donatmıyorsa bu durumda da başka kriterler devreye girer. Genç vatandaşlar daha yüksek gelir düzeyine ulaşmak için daha fazla ‘okuma’ yönünde eğilim gösterirler. Lise okuyanlar üniversite, lisans mezunları yüksek lisans ve doktora düzeyine geçmeyi önlerine koyarlar.
Yukarıdaki görünümden çıkan sonuç şudur. Bir ülkenin ya da bölgenin vatandaşlarının okur-yazar veya diploma sahibi olmaları doğrudan ekonomik sisteme yansımayabilir. Aşırı eğitimli bir ekonominin (sadece bu haliyle) bireylerin daha yüksek geçim düzeyine ve ekonominin daha yüksek hâsılaya neden olacağını varsaymak ciddi anlamda gaflet olur. Yapılmış ülke istatistikleri de ulusal hâsıla ve kişi başına gelirle ‘okumuşluk’ düzeyinin doğrudan ilişkili olduğuna dair ipuçları vermiyor.
Üretim ve Üretkenlik
Veriler bize; sağlam bir ekonominin varlığı tek tek vatandaşların ne derece eğitimli (yani ‘okumuş’) olduklarıyla ilişkili olmadığını söylüyor. Yukarıdaki tartışma, eğitim ile ekonomi arasındaki zayıf ilişkinin nasıl güçlendirilebileceği konusunda arayışlar yapmaya yöneltiyor. Bu gizemin muhtemel çözüm noktası eğitimin üretimle ilişkilendirilmesi, hatta daha da ileri giderek eğitimin üretken hale getirilmesi ile olabilir. Gene bu bağlamda üretime ve üretkenliğe yönelmiş eğitimin girişimcilikle bağdaştırılması gerekiyor.
Bugün küresel, ulusal ya da bölgesel düzeyde ulaştığımız nokta, ekonomik ve sosyal sorunlarımızın herkesin bir üst eğitim dalına atlaması ile (örneğin her kente üniversite açılması ve herkesin üniversite mezunu olması ile) çözülemeyeceğini gösteriyor. Bu sürecin anahtar yaklaşımı üretim, üretkenlik ve girişimcilikle ilişkilendirilmiş eğitimdir. Kalanı, göz boyamanın ötesine geçmez.