Farklılıklara Saygılı Yaşam
Gürcan Banger
Bize benzemeyene ne denli tahammülsüz olduğumuzu fark ettiniz mi? Sadece bizim gibi düşünmediği, hissettikleri bizimkilere benzemediği için düşman ya da hısım hanesine yazıverdiğimiz ne çok insan var? Saygılı, hoşgörülü ve empatik olduğumuzu iddia ederken diğer yandan da tahammülsüzlük bataklığına düşüveriyoruz.
Yaşam farklılıklardan oluşur
Müziğin albenisi, notaların kendilerinden değil; notalar –sesler– arasındaki farklılık kaynaklanır. İnsan, farklarla çevresini tanır ve öğrenir. Bu nedenle farklılıkların olması, yaşamımızı zenginleştirici bir rol oynar. Eleştiri, kişinin farklı olduğunu ifade etmesinin yollarından birisidir. Dolayısıyla eleştiri, insan olmanın zenginliklerinden birisi olarak değerlidir. Eleştiri, karalamaya dönüşmediği sürece görüş ayrılıklarının bir belirtisidir. Bu nedenle olağan ama aynı zamanda saygıyla karşılamamız gerekir.
Hâlbuki çoğu zaman farklı olanı sevmeyiz. Onun kendiliğinden bizi benzeyecek dönüşümü geçirmesini hayal eder ve bekleriz. Kimi zaman bekleyiş halinde olmak yeterli olmaz; aynılaştırmayı baskı ve zor kullanarak da olsa kendimiz gerçekleştirmek isteriz. Bu konuda devlet geleneğimizin son derece deneyimli olduğunu bilmeyenimiz var mıdır?
Farkları törpülemeye çalışmak
Aynılıktan uzak düşenleri, doğru yola sevk etmenin adımlarından birisini korku salmak olarak öğrenmişizdir. Korku, öncelikle vatan – millet vurguları ile ortaya konur. Hâlâ aynılaşmamakta direnenler, bir ötekileştirme ve dışlanma sürecine doğru iteklenirler. Aykırılıkları, farklılıkları ve çeşitlilikleri savunmaya devam edenler vatan hainleri olarak hedef gösterilirler. Hedef gösterme maskesinin altında kimi zaman ırkçılık, bazen şoven milliyetçilik ama genelde bilerek kurgulanmış bir ayrımcılık yer alır. Bu sürecin en etkili araçları arasında gelenek yer alır. Bir başka deyişle gelenek, kötü niyetlinin elinde ayrımcılık amacıyla kullanılan en ucuz ve kolay araçlardan birisidir.
Aynılaştırma çabasının ürettiği korku, düşman algısı üzerine kurulur. Öncelikle uluslararası düşmanlar vardır ki; bunlar, bizim yok oluşumuzdan yararlar umarlar. Kaf Dağı’nın arkasında her an bizi bölüp parçalamak için hazır bekleyen düşmanların ise yakın çevremizde konuşlanmış yerli işbirlikçileri vardır. Aynılaştırmaya karşı durup kendi olmaya çalışan, bu yerli işbirlikçi düşmanların saflarına geçmiş sayılır. Binlerce yıldır toplumumuzun bekasını tehdit etme çabasında olan düşmanlar, bu emellerine ulaşmak için özellikle komplolar yaratmayı ve işletmeyi tercih ederler. Aynı olmayan, düşmandır, bölücüdür ve komplocudur.
Yukarıda anlattığım manzarada güçlü olanın düşman, yoksul ve yalnız olanın ise bizim olduğumuzu sezdiniz mi? Düşman, her zaman bizden zengindir. Topları ve tüfekleri bizden fazladır. Gücü, bizim gücümüzün kat be kat üstündedir. Bizim ise geleneğimizden ve manevi kültürümüzden başkası yoktur. Özetle; her zaman savaşa mağdur rolünde başlarız. Acaba deyiverecek oluruz; üç gömlek üstün olduğumuz ve düşmanı eze eze yendiğimiz tek bir örnek bile yok mudur?
Savaşı yüceltiyoruz
İster bir tesadüf eseri güçlü olalım isterse zayıf; önemli olan, mücadele etmek ve sonunda bizi parçalamaya niyetli düşmanı yok etmektir. Tarih kitaplarımızda huzurlu barış dönemleri yer almaz; adeta iyi bir kronoloji, düşmanın yerle yeksan edildiği savaşların meydana getirdiği bir başarılar manzumesi olmalıdır. Kendi aramızdaki sorunların çözümünde bile; karşımızdaki söz ve davranışlarımızla nasıl da başarıyla perişan ettiğimizi anlatmaz mıyız? Siz, başarılı bir uzlaşma ile çözülmüş bir karşıtlıktan mutlulukla söz eden bir soydaşımızı tanıdınız mı? Uzlaşmanın yenmeyi denemekten iyi olduğuna inanmıyoruz. Barışın savaştan iyi olduğuna güvenmiyoruz. Çünkü herkesin bize ait olanlarda gözü var, diye düşünüyoruz.
Elbette bir gün barışın savaştan, birlikte yaşamanın yok etmekten, dost edinmenin düşman olmaktan, güvenmenin korkmaktan ve farklılığın aynılıktan daha mutluluk verici olduğunu öğreneceğiz.
Yönetim tarzı ya da modeli
Yönetim tarzları tüm dünyada birbirine benzerlikler gösterir. Ama bizim alışkın olduğumuz biçimi anmadan geçmek, doğrusu yönetim birikimimize haksızlık olur. Öncelikle yönetici, daima kendinden daha az yetkinlikleri olan kişilerle çalışmayı ister; çünkü kendisine rakip üreterek kendi pozisyonunu risk etmek istemez. Yine bu nedenle pozisyonu kendisinden sonra dolduracak olan veliahdın yetiştirilmesinde gayet kıskançtır. Bazı bilgi ve deneyimin sadece kendisinde saklı kalmasına özen gösterir.
Alt düzeylerde çalışanların da yönetim modelimizin oluşmasında değerli katkılarını görmemezlikten gelemeyiz. Yönetim tarzımızın alt katlarında en belirgin tercih, problemlerin asla üst yöneticiye yansıtılmamasıdır. Böylece alt kattakilerin rahatları bozulmamış olur, başarılı görünürler. Üst düzey yönetici de başarısızlığın verebileceği rahatsızlıkla alt kattakilere fatura çıkarmaz. Bir tür “Alan razı, satan razı” yaklaşımı diye kabul edebiliriz.
Büyük kurumların küçük yöneticileri
İş bu kadarla kalmıyor. Kimi yöneticilerimiz vardır ki; kendilerini kurumun seçkinleri arasında sayarlar. Seçkin olmanın gereği, aşağı sınıftan kabul edilenleri hor görmektir. Bu modelde yukarıdan bakıldığında, aşağıdakiler minicik; aşağıdan yukarıya bakıldığında yukarıdakiler dev gibi görünür. Davranış biçimleri de bu görünüme göre belirlenir: Aşağıdakiler yukarıdakilere karşı abartılı biçimde saygılı ve korkulu; üst kattakiler alttakilere karşı aşağılayıcı ve küçümseyici… Eh; bir yandan da gelenek, üsttekinin vurduğu yerde gül bittiğini öğretir bize.
En çok kurtarıcı kahramanlarımızı severim. Kültürümüz, kahramanlarımızın yüceltilmesi konusuna özel bir önem verir. Aslına bakarsanız; daha küçücük yaşlardan başlayarak kahraman olmak üzere eğitilir ve büyütülürüz. Kahramanlık, ancak seçkin insanlara nasip olabilecek bir özelliktir. Eğer kişide bu nitelik yoksa, kahramanlık kültü ile canını feda etmek kültü ile ikame edilir. Bir anlamda kendini feda etmek –ki, bunun feda mı heba mı olduğu tartışılır- kahramanlık mertebesine ulaşmak ve rüştünü ispat etmek için geleneğin koyduğu önde gelen kurallardandır.
İnsan, farklılığını yaşamı ile yaratır ve geliştirir. Ama insanı yok sayan gelenek, ölümü özlenecek ve gıpta edilecek bir yücelmeye dönüştürür. Bu nedenle yaşama verilecek emek, yerini geleneğe uygun biçimde bir ölümün sabırsızlığına bırakır. Önce öldürmek, öldüremiyorsan fedakârca ölmek bireyin yegâne amacı haline gelir. Yaşamak adına yapılması gereken tercih, yerini ölüm kahramanlığına bırakır.
Kahramanlık kültü
Kahramanlık kültü, bir tapınıcılık kültürüdür. Kendi yarattığına tapınma, deyim yerindeyse Cahiliye döneminin taştan, tahtadan putlarına ibadet etmeye benzer. Hâlbuki halkın temsilcisini seçen ve onu vekil yapan biziz. Ama daha sonra halkın oyuyla seçilmiş olanı, tapınılacak düzeye tırmandıran da yine biz oluyoruz. Bu tapınma geleneğimiz bir yandan bizi putlara alıştırırken, halkın temsilcilerinin de kendilerini Cahiliye devrinin putları gibi algılamalarına neden oluyor. Özetle; yanlış algılarımız, insanı put haline dönüştürüyor.
Sayıları pek fazla olmasa da; yaşamını, bildiği sözcükleri iki yüzden iki bine, iki binden yirmi bine çıkarma yönünde çaba sarf edenlerimiz var. Kısıtlı sözcük, kavram ve deneyim dağarcığımızı okumuşlukla zenginleştirmeye çalışıyoruz. Ama bir zaman geliyor ki; yaşamın çok uzağına düştüğümüzü fark ediyoruz. İşte; böyle bir durumda da başımıza kasket giyip sıradan bireyler gibi iki yüz kelime ile iletişim kurmayı deniyoruz. Acaba hangisi yanlış? Bir yaşam boyu, eğitim adına yapılan ezbercilik mi, yoksa aydın yerine ancak okumuş olmanın ezikliğini görüntüde halklaşmayı deneyerek aşmaya çalışmak mı?