Gene Kabule Mahkûm mu Edileceğim?
Gürcan Banger
Anayasa, bir toplumsal sözleşmedir. Bir tanım diliyle söylersek; bir devletin yönetim biçimini belirten, yasama, yürütme, yargılama güçlerinin nasıl kullanılacağını gösteren, yurttaşların kamu haklarını bildiren temel yasaya anayasa adı verilir. Türkiye’nin anayasa serüveni 19’uncu yüzyılda başlar. Genelde yeni anayasa yapmak, ülkenin tuhaf bir yazgısı olarak genelde olağandışı koşullar altında gerekleşti. 2011 Genel Seçimleri sonrasında yeni anayasa yapımı bir kez daha gündemde…
Katılımcılık geleneği olmayan ve demokrasisini geliştirmeye fırsat ve imkân bulamamış bir toplum için yeni bir anayasa yapılacak. Şimdiye kadar anayasayı siyasal erki elide tutanlar, halk adına toplum için kendi bildikleri gibi yaptılar. Demokrat bireyler, bir kez daha anayasanın demokratik ve katılımlı şartlar altında yapılmasını ümit ediyorlar. Diğer yandan yurttaşlık tarzı ve sivil toplum algısı düşük olan bir toplumun bunu nasıl başaracağı (daha doğrusu onun adına bazı güçlerin anayasa yapmasının önünde durup katılımın sağlanmasını nasıl sağlayacağı) hâlâ ciddi bir sorun olarak önümüzde duruyor. Muhtemelen gene çok bilenler, bildiklerini okuyacaklar.
Tarihimizde anayasa
1866’da Mısır’da bir anayasa hazırlanmasına rağmen; egemenlik sahibi bir İslam ülkesindeki ilk anayasa, Osmanlı Devleti’nde (I. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte) 1876’da hazırlanıp yürürlüğe giren Kanun-i Esasi’dir. Bu anayasa, daha sonra bazı değişikliklere uğrayarak 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’in ardından (1909 yılında) bir kez daha gündeme geldi.
Türkiye Cumhuriyeti’ne doğru giden yolda ilk Anayasa, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adıyla Kurtuluş Savaşı’nın sürdüğü bir sırada, 1921’de kabul edildi. 1924 yılında yine aynı isimle yeni bir anayasa hazırlandı. 1960 darbesinin ardından 1961 Anayasası olarak bilinen metin hazırlandı ve kabul edildi. Zaman içerisinde bazı değişikliklere uğramasına rağmen halen geçerli olan ve 1982 Anayasası olarak bilinen metin ise 1980 Darbesinin ardından hazırlandı, darbe sonrası şartlarında kabul edildi. 2001 yılında ise bu metin üzerinde bazı değişiklikler yapıldı. 2007’de ise bir anayasa değişikliği paketi referanduma sunularak kabul edildi.
İçinde bulunduğumuz yıl 2008. Osmanlı’nın ilk anayasası olan Kanun-i Esasi ile başlayan süreçte toplam 132 yılda 6 tane anayasa yapılmış. 1866’da Mısır’da yapılanı da sayarsak toplam 7 tane. Sözün kısası; yaklaşık 20 yılda bir yeni anayasa yapılmış veya bir öncekinin üzerinde ciddi değişiklik yapılarak yeniden yürürlüğe konulmuş. Bu anayasalar, ekonomik veya sosyal olarak toplumun önünü ne kadar açabilmiş veya yurttaşların sorumluluklarını yerine getirirken hak ve özgürlüklerini kullanabilmelerine ne denli destek olabilmiş; işte burası su götürür. Dar bir kadro tarafından hazırlanan bu sosyal sözleşmeler, çoğu zaman bir kâğıt parçası olarak kalmış ve gerçek yaşamda yeni açılımlar sağlamak bir yana, bir yasaklar manzumesi olarak görev yapmıştır.
Halk adına mecburcu anayasa
Anayasaların hazırlanma sürecindeki dar kadroculuk bir yana; halkoyuna sunulurken olağandışı koşulların yurttaşlar üzerinde yarattığı baskıdan kabulü yönünde yararlanılmıştır. Dolayısıyla günümüze kadar var olmuş anayasaların hiçbirisinde ne üretim ne de onaylanmasında halkın doğrudan ve gönüllü katılımı sağlanmamıştır. Hatta halkın bir anayasa yapabileceği fikri, zararlı bir düşünce olarak kabul edilmiş ve halk, genelde süreçten uzak tutulmuştur. Bu olumsuz sürecin baş sorumluları arasında asker – bürokrat oligarşi ile geleneksel siyaset modelinin her zaman seçkin bir yeri vardır.
Batının ekonomik yönden gelişmiş ve demokrasi kültürü açısından yetkin ülkelerine baktığımızda; buralarda anayasaların ya hiç olmadığını ya da varsa son derece uzun ömürlü olduğunu görüyoruz. Bizdeki gibi sık aralıklarla ve genelde olağandışı koşullar altında anayasa yenilemesi yapılmıyor. Bu ülkelerin ortak özellikleri; demokrasi kültürünün zenginliği ve derinliği, ortalama gelir düzeyinin yüksekliği, ortalama temel eğitim süresinin uzunluğu ve sivil toplum mekanizmalarının gelişkinliği olarak göze çarpıyor. Türkiye’ye baktığımızda ise bu saydığım özellikler açısından eksikli ve zafiyet sahibi olunduğunu gözlüyoruz. Dolayısıyla yeni bir anayasada çağdaş demokratik unsurların yer almasını sağlayacak katılımın nasıl gerçekleşeceği, önce sürecin sonra oluşan anayasanın ne biçimde özümsenip sürdürülebilir kılınacağı konusunda pek çok kuşku ve soru var.
Gücü elde tutmak ve değişim
Tarihimizdeki anayasaların ana temasını incelerseniz; bu anayasaların her birinin o dönemde iktidarı elde tutanın tercihlerini ve özlemlerini yansıttığını görürsünüz. “Kendi için demokrat” ya da “yandaşları için demokrat” olmayı tercih eden bir anlayışın katılımcı ve gerçek anlamda demokrat bir tarzla anayasa yapması da beklenemez. Demokrasinin özü, herkes için olmasıdır. Sadece kendisi için demokrasi isteyen kafalarla gerçek demokrasinin özünü taşıyan bir anayasa, haliyle hayal olacaktır.
Yeni anayasa yaparak ülkenin kaderinin değişeceğini ummak da bir hayaldir. Değişim, sadece yasaya dayanarak olmaz. İnsanın değişme güdüsü, zihinsel ve duygusal yapısı ile ilintili bir konudur. Benzer biçimde değişime direnme de, çocukluktan başlayarak öğrenilip içe sindirilen bir niteliktir. Eğer kendimizle veya çevremizle ilgili değişimden şikâyet ediyorsak, öncelikle bunun nedenlerini kendi içimizde aramamız gerekir.
Değişim korku yaratır. Bu nedenle değişimin önündeki engellerin birincisi, yenileşmenin bir risk ortamı oluşturduğu fikridir. Risk altında ayağımızın altındaki sağlam zemini yitirdiğimizi hissederiz. Değişmek, alıştığımız ‘kolay ve huzurlu’ ortamdan kopmak ve muhtemelen daha az bilinene doğru adımlar atmak olduğundan, kendimizi güvensiz bir iklimde bulmamız şaşırtıcı değildir.
Bu nedenle insanlar; riski, tehlike ve yitirme olasılığını ilk gördüklerinde; eski alışkanlıklarına sarılmak üzere geri dönmeyi tercih ederler. Değişimden elde edilecek kazancın kaynağının risk almak olduğu unutulur; risk almaksızın kazanç olmayacağı gözden kaçırılır. Belirsizliğin yarattığı korku, benliğimize egemen olur ve bizi yönetmeye başlar. Bu nedenle siyaset, riski sevmez.
Siyasetin korkaklığı ve kolaycılığı
Siyasette değişik çalışma tarzlarını benimsememek, aynı zamanda risk almamak anlamına gelir. Alışılmış bir tarz-ı siyaset vardır ve bu modele uygun davranarak kişiler ve kuruluşlar, sakin ve kolay sularda yol almaya çalışırlar. Örneğin siyasi muhalefet, insanların ve kuruluşların risk almaları gereken bir durumdur. Hâlbuki pek çok siyasi unsur, sert muhalefeti kendi dışında tutarak sistemle uzlaşma içinde kalmayı tercih ederler.
Siyasette ve yönetimde rahat olmanın ve risk almamamın en bilinen yollarından birisi, ele geçirmek, bir hegemonya oluşturmak ve farklı seslere imkân vermemektir. Ele geçirme mantığı, kimi zaman sessiz, derinden ve hain olabilir. Ele geçirmenin dayanılmaz ağırlığı, asla demokrasi ile birlikte yaşayamaz. Demokrat görünen yüz, çok kısa zamanda hegemonyacı ve tahammülsüz anlayışını açığa vurur.
En iyi yalan, istatistiklerle söylenir. Sivil toplumda veya siyasette ele geçirmenin hızlı ve akılcı yollarından birisi ise hegemonya kurma isteğini ulvi değerlere bağlamaktır. Örneğin “memleketi kurtarmak”, ele geçirmeyi haklı kılmak için iyi gerekçelerden birisidir. “Ahlakın elden gidiyor olması” iddiası da prim yapan gerekçelerden birisi olarak kullanılır. Feodal özellikleri sürmekte olan toplum ve topluluklarda din ve inanç temelli gerekçeler her zaman iyi iş yapar. Uhrevi ve manevi hedeflere işaret etmek, sıradan insanların gözünde ele geçirme mantığının haklı bulunmasına neden olabilir.
Demokrasi
Demokrasi, katılım, paylaşım veya yönetişim, ele geçirmenin dayanılmazlığına kapılmış bir anlayış için uygun ve sevilen kavramlar değildir. Çünkü bu olguların varlığı, ele geçirme mantığına ters düşer. Bu nedenle ele geçirerek iş yürütme anlayışına sahip kişi veya gruplar, farklı görüşlerin kendilerini engellemelerinden hoşlanmazlar. Bu özellikleri ile de ayrımcılık, onların yaşam tarzlarının ayrılmaz bir parçasıdır. Çünkü ele geçirmenin haklı gösterilebilmesi için farklı talepleri olan kesimlerin sistemin ve işleyişin dışında bırakılması gerekir.
Bizim de aralarında bulunduğumuz Doğu toplumları, merkezcil ve hegemonik bir toplum yapısı içinde dönüşerek bugünkü noktaya geldiler. Hâlâ geçmişin feodal hegemonya anlayışını ruhumuzda taşıyoruz. Ayrıca Doğuda demokratikleşme sürecini tam olarak başarabilmiş bir toplum da yok. Doğrusu; karşımızda zor bir iş var. Belki de bu ülkede demokratikleşme ve katılım sürecini heyecan verici yapan da bu zorluklar…
Son söz: Herkes kendine şunu sormalı ve arkasını takip etmeli: “Yeni anayasa için benim ne düşündüğümü soran olacak mı? Yoksa gene yapılanı kabul etmeye mahkûm mu edileceğim?”