Bu ülkede hayvan haklarından söz edildiğinde (hele ki ülkenin başka sorunlarla boğuştuğu dönemlerde hayvanlarla ilgili konuları dile getirildiğinde) malum yaygara başlar: “İnsanların dertleri bitti mi de sıra hayvanlara geldi?”, “Memlekette o kadar sorun var ve kan gövdeyi götürürken bu yürüyüşte neyin nesi?”, “Hadi bakalım, ‘filan konu’ için de yürüsünler?” Özetle; düşük sosyal kültür toplumlarının eziklikleri bir kez daha ortalıklarda sergilenir. Bir sorun, bir başka sorunun karşısına konur, karışmış yumak haline getirilip çözümsüzlüğe bırakılır. Bu alaturka mantıktan kurtulmadığımız sürece her türlü sorunlar yumağından da kurtulmamız mümkün değil.
Hayvanları koruma duygu ve düşüncesi ile ilgili temel bir yanlış var. Sorunun kaynağı da burada zaten… Hayvanların korunması, evlerinde hayvan besleyenlerin sorunu değildir. Hayvanların sürdürülebilir yaşam sürdürmeleri, evinde hayvan beslesin veya beslemesin, evde hayvan beslemeyi uygun bulsun veya buna karşı çıksın toplumu oluşturan tüm bireylerin sorunudur. Çünkü bu konu; yaşam çevresini koruma ve geliştirme, tüm canlıların yaşamına saygı, yaşadığımız dünyanın ve evrenin sürdürülebilirliği ile kalıcılığı meselesidir.
İnsan yaşamını koruyup geliştirdiğimiz gibi bu dünyayı var eden tüm yaşam çevresini (burada yer alan hayvanlar ve bitkiler ile bizim doğal yaşam çevremizi oluşturan cansız doğayı da) korumak ve savunmak zorundayız. Hayvanları koruma adına yapılan eylemler özü açısından yaşam çevresini koruma ve sürdürülebilir kılma çabalarının bir parçasıdır.
Yakınlarımızla veya arkadaşlarımızla aramızda farklı mesafeler var. Kimisiyle daha yakınız, bir başkasına daha uzak… Sosyal kültür gereği ya da deneyimlerimize bağlı olarak bazı hayvanları kendimize daha yakın buluruz, kimileri bize daha soğuk gelir. Küçüklüğünüzde ürküttüğünüz için bir köpek tarafından korkutulmuş ya da rahatsız ettiğiniz bir kedi tarafından tırmıklanmış olabilirsiniz. Bu da sizde bir çekince yaratmıştır. Bunları olağan karşılayabiliriz. Ama konu, insanı sevmek veya hayvanı sevmemek gibi genel ayrımcı bir noktaya geldiğinde iş değişir.
Yaşam çevresini unsurlarına ayırarak sevemeyiz. Çok net söyleyebilirim ki; insanları sevdiğini ama hayvanları sevmediğini söyleyen bir kişi gerçekte insanları da sevmiyordur. Onun bir “sevgi ve saygı yalancısı” olduğunu söylemek ona karşı haksızlık olmaz. Çünkü sevgi bir bütündür ve “çok özel durumlar” dışında yaşam çevresinin bir bütün olarak doğrudan kendisi ile ilgilidir. Dolayısıyla o yaşam çevresini onu oluşturan tüm unsurlarıyla severiz ya da bireysel sevgi kurumumuzda bir sorun var demektir.
Yaşam çevresi ile ilgili çalışmalar önce kirlilikle mücadele şeklinde başladı. Ardından çevrecilik ve doğa koruma aşamalarını yaşadık. Şimdilerde ise bu konuyu daha kapsamlı olarak anlıyor ve korunması gerekenin yaşam çevremiz olduğunu söylüyoruz. Bu çevrede kimler var? İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar… Bunların tümünü birden korumayı özümsemek zorundayız.
İnsan olarak var olmaya devam edebilmek için sürdürülebilir bir yaşam çevresine ihtiyacımız var. Bu yaşam çevresinin oluşumunda diğer canlıların da vazgeçilmez bir yeri var. Bunlardan herhangi birini “yok edilebilir” bulan bir mantık, (bilmem kaç numaralı yasaya dayanarak ya da kendi keyfince) yarın kendi türünden birini de yok etmeye hazır demektir.
Göksel dinlerin hiçbiri, canlılara eziyet edilmesini onaylamıyor; bazıları insan yaşamını diğer canlılara oranla daha öne alsa da canlı yaşamının kutsiyetini kabul ediyor. Gelişmiş ülkelerin pek çoğunda insan haklarının geliştirilmesi, hayvanların korunması ve her türlü canlı yaşamın sürdürülebilirliğinin sağlanması için yasa ve uygulamalar var. Ama yine de insanların katline, hayvanların şiddete ve zulme uğramasına, ağaçların betonlaşma uğruna yok edilmesine ve canlı türlerinin giderek azalmasına engel olunamıyor. Çünkü canlı yaşamının ‘birinci sınıf’ yok edicisi olan insanın muhtemelen barbarlık çağlarından kalma olan ‘ruhu’ değişmiyor.
İnsanın dünya ile ilişki kurarken kullandığı ‘ruhunun’ iki boyutu var. Birincisi insanın toplum içinde geliştirdiği denetimli boyut… Bu yönüyle insan, yaşamı ve onunla ilgili çevreyi koruyup geliştirmek için yasalar, sözleşmeler üretiyor. İkinci yönü ise ‘ruhunun’ barbarlık kökenine dayanıyor. Bu yanıyla yasaları yok sayıp hâlâ değişememiş olan barbarlık kodlarıyla sosyal ve doğal sözleşmeleri hiçe sayıp canlı yaşama saldırmaya devam ediyor. Dünyanın her yöresinde insanın bu iki yönüne tanık olmaya devam ediyoruz.
Hayvanlar da Sever, Üzülür ve Nefret Eder
Elimdeki gazete, 23 Ağustos 2003 tarihli Hürriyet’in Bilim ve Teknoloji eki… Lazım olur türünden bir kenara konulup unutulmuş. 10’uncu sayfada ilginç bir yazı var: “Bilim Artık Onaylıyor: Hayvanlar da Korkar, Sever, Kıskanır ve Üzülür”. Yazıya eşlik eden resimde 5 tane sevimli kedi yavrusu yer alıyor.
Gazetenin yayınlandığı tarihte (artık evin gediklileri arasına katılmış olan) 2 Siyam kedim henüz yok. Hayvanları daima sevmişimdir. Her dönemde de (genellik kuş türü olmak üzere) beslediğim ev hayvanları olmuştur. Ama Siyam kedilerimin yokluğunda yayınlanan bu haber, bana şimdiki kadar ilgi çekici gelmemiş olabilir. Muhtemelen yaklaşık 13-14 yıldır iki Siyam kedisi ile birlikte yaşıyor olmak bende hayvanları sevmenin yanında anlama konusunda da etkiler yaratmıştır. Örneğin yazıda sözü edilen bazı konuları kendi ev yaşamıma dönerek kolayca doğrulayabiliyorum.
Hiç kuşkusuz; hayvanlar, insanlar kadar derinliği ve çeşitliliği olan bir iletişim yeteneğine sahip değiller. Çıkardıkları sesler daha sınırlı… Duyguların veya ihtiyaçların ifade edildiği davranış sayısı, insanlara oranla çok daha az… Ama Siyam kedilerim bana bir hayvanla uzun süre yaşadığınızda; onların bir iletişim dili olduğunu ve bu dilin insanlar tarafından da anlaşılabilir olduğunu gösterdi. Gerçekten bir süre sonra bir insanı anlar gibi bir hayvanın dilini de anlayıp çözer hale geliyorsunuz.
Yazıda da bilim adamlarının açıklamalarına dayanılarak belirtildiği gibi; insanlarla iletişim açısından en ileri hayvan türü köpekler… Gözlemler, insanlarla iletişim kurma açısından köpeklerin hayli gelişmiş olduğunu gösteriyor. Kedi türü ise daha bağımsız ve özgür bir karakter yapısına sahip… Bir ev ortamında bile olsa kendi bildiği gibi, kendi kurallarıyla yaşamaya çalışıyor. Diğer yandan böylesine kendi başınalığına düşkün bir kedi ile iletişim kurulup karşılıklı dillerin öğrenilebileceğini iki Siyam kedim bana öğrettiler.
Söz konusu yazıda anlatılan ilginç bir anekdot var: “Parisli Godefroy Clair, kedisi Sharkan’ın kız arkadaşı Alison’ı hiç sevmediğini, hatta yalnız kaldıklarında kedinin Alison’a hırladığını söylüyor.” Bu tür bir gözlemi, özellikle Siyam kedim Mocha nedeniyle ben de gözlemlemiştim. İlginç bir şekilde bu kedi de bazı insanlardan hoşlanmıyor ve onlara daha uzak duruyor.
Parisli Godefroy Clair’in hikâyesine devam edelim: “Öyle ki bir gün öpüşürken yakalayan Sharkan [kedi], kadının çantasının üzerine gizlice işemiş. Sonuçta bu üçlü ilişkinin devam etmeyeceğine karar veren Clair, kız arkadaşını yitirmemek için kedisine yeni bir aile bulmak zorunda kalmış.” Hayvanların duygusal davranışlarına ilişkin daha pek çok örnek var ya da bulunabilir. Her hayvanseverin kendi ortamında yaşayan hayvanların davranışları ile ilgili anlatabileceği pek çok sevimli hikâye vardır.
Başlamışken biraz daha kedilerden söz edeyim. Küçükken ev yaşamına dâhil edilen kediler, genelde ev halkından birisine seçerek bağlanıyorlar. O kişi, giderek kedinin “annesi” haline dönüşüyor. Dolayısıyla kedi (veya diğer hayvanlar da) yalanmaya karşı gelen okşanmayı, beslenmeyi ve bakılmayı o kişiden bekler oluyor. Dolayısıyla ev hayvanlarının insanlara olan ilgisi, çoğu zaman böyle bir fiziksel ihtiyacın yansıması olarak meydana geliyor. Gerçekten “hayvanlar sahiplerine hayrandır. Ancak bu bizim ailemize duyduğumuz sevgiden farklıdır. Köpeklerin sahiplerine sevgiyle yaklaşmalarının nedeni oldukça ilkeldir. Bu nedenler yiyecek, barınak ve ilgidir. Bilinçli bir tercihi içermez.” Dolayısıyla hayvanların insanlara olan yaklaşımını insanların tercihleri ile karıştırmamak gerekir.
Giderek yaygınlaşan kent yaşamı, hayvanlarla birlikte olma arzusuna engel oluşturmuyor. Ülkemizde ev hayvanlarına olan ilgi büyük bir hızla yükseliyor. Bu ilginin önemli nedeninin insanların sevgi ihtiyacı olduğu anlaşılıyor.
Hayvanları ‘Etiketlemek’
Yeterli ölçüde özümseyip paylaşmasak da doğru kavrama yaklaştık gibi: Yaşam çevresi… Bu kavram ile insanlardan hayvanlara, bitkilerden cansızlara kadar geniş bir yelpazeyi ifade ediyoruz. İnsan olarak sürdürülebilir bir yaşama sahip olabilmek için yaşam çevremizde mevcut olan canlı türlerinin ve cansızların sürdürülebilirliğini sağlamak zorundayız. Yaşamın odağını yaşamın kendisi oluşturuyor.
Yaşamımız boyunca dünya ile ilişki kurarken, aynı zamanda dünyayı kendimizce anlamlandırıyoruz. Çevremizdeki canlıları veya nesneleri sıfatlar ile ayırt ediyoruz. Onları güzel, çirkin, iyi veya kötü gibi nitelemelerle sınıflandırıyor ve değer kategorilerinde tasnif ediyoruz. Benzeri yaklaşımları hayvanlar için de kullanıyoruz.
Örneğin tilkiyi zeki olarak niteleriz. Tilki gibi demek zeki ama insanları kandırabilecek kadar kurallara aykırı davranabilen demektir. Muhtemelen bu söyleyiş, aç kalan tilkinin, karnını doyurmak üzere kümes hayvanlarını yemeye çalışmasından dolayıdır.
Maymun ise aptal ve yalaka bulunur. Belki de hayvanlarla ilgili masallar yazan Aisopos ve La Fontaine gibi yazarların dünya kültürüne kattıklarından birisidir bu anlayış. Ama masalcılardan sonra da maymunlar hakkındaki bu düşünce sürüp gitmiştir. Bir maymun gördüğümüzde bir dalkavuğu ya da yağcılık yapan bir kişi ile karşılaştığımızda maymunu hatırlamamız artık olağan sayılır hale gelmiştir.
Domuz, bizim kültürümüz açısından kaba saba bir hayvandır. Batılılar domuzu sevimli bulurken, pek çok Doğu ülkesinde hain, kötü niyetli ve saldırgan olarak kabul edilir. Yine Batıda domuz yavruları çocuk oyuncaklarında sık kullanılan bir figür iken; Doğuda domuz, sevilmeyeni simgelemek için kullanılır. Kötülemek istediğimizi domuz sıfatıyla niteleriz.
İnsanların gözünde koyun aptaldır. Atı akıllı buluruz. Aramızdan birisi bu yargılara hangi akıl yarışmasından veya zekâ testinden sonra vardığımızı sorsa, söyleyecek sözümüz yoktur. Bu konudaki önyargı kültürünü bir kez benimsediğimizde, koyuna benzettiklerimiz daima saf ve aptalı oynamak zorunda kalırlar.
Yılanı ve sürüngenleri soğuk buluruz. Bu bakışımızı da bu hayvanların vücut ısıları ile açıklamaya çalışırız. Aslında uzman olmayan insanlar olarak bu hayvanların vücut yapıları veya yaşamları hakkında yeterli bilgimiz olduğu da şüphelidir. Hayvanlarla ilgili belgesellere meraklı olanlarımızın, konuya ilgilerinin herhangi bir TV dizisinden ileriye gitmediğini de biliriz. Bu belgeselleri, sorgusuz biçimde hayranlıkla izler ve sonra da unuturuz. Ara sıra geyik muhabbeti yaparken hatırlandığı olur. Ama bizimle iletişim kurmasında sorunlu bulduklarımızı yılan olarak nitelemekten asla çekinmeyiz. Kedi, köpek, geyik ya da aslan gibi pek çok hayvanın yavrusunu sevimli bulurken, yılan yavrusu bizim sosyal kültürümüzde o türün soğukluğunu ve korkutuculuğunu taşımaya devam eder.
Her hayvanın mesafe almak için fiziki yapısından kaynaklanan bir yöntemi var. Yılan, kertenkele ve solucan gibi hayvanlar sürünürken kuşlar uçarlar. Uçmayı bir özgürlük ifadesi olarak algılamamıza rağmen sürünmek, bizde olumsuz bir duygu hali oluşturur. Kuşun veya sürüngenin, dünyadaki canlı yaşamının sadece iki farklı türü olduğunu algılamakta zorluk çektiğimiz zamanlar olur.
Her hayvanın doğadaki yaşam biçimine göre bir davranış modeli var. Bugün bir bölümü bizim aramızda yaşama alışkanlığı edilmiş hayvanlar, doğanın onlara verdiği bazı özellikleri bu yeni ortamlarında da sürdürüyorlar. Belki de insanın dünyadaki var olma süresi, hayvanların karakter değişimi için yeterli bir süre değil. Bugün de her hayvan, kendi doğal ortamında veya insanlar arasında kendisi gibi olmaya devam ediyor.
Bizim yaşamımıza ortak olan hayvanlar var bir de. Köy yaşamı bir yana; kentlerde yaşayan pek çoğumuzun evlerinde akvaryumda balıklar veya kafeste birkaç kuş var. Evinde bir hayvanı olsun isteyenler ya bir köpek ya da bir kedi ediniyor.
En çok takıldıklarımdan birisi, köpekler ve kediler konusundaki yargılarımızdır. Köpekleri sadık, kedileri nankör bulanlarımız var. Bu tür konuşmalar olduğunda bu yargıların hangi sadakat terazisinde tartılmış olduğunu merak etmişimdir. Bence benim kedilerim nankör değil. Evin dört duvarı arasında doğadaki özgür yaşamını hatırlamaya ve onu yaşamaya çalışıyorlar. Ben de onları köpek değil de, kedi oldukları için seviyorum.
Kediniz Varsa
Eğer en az bir kediniz varsa ve kitapçı rafları arasında dolaşmayı seviyorsanız, Desmond Morris’in “Kedinizi Nasıl Bilirsiniz?” isimli kitabı dikkatinizi çekmiş olmalı. Orijinali 1986’da “Catwatching” adıyla basılmış olan kitabın (Abdullah Ersoy tarafından çevrilen) Türkçesi 2010 Yazında Dost Kitabevi Yayınları arasında yer aldı. Bir çırpıda okunabilecek bir dille yazılmış olan kitap, kedinizle daha iyi tanışmanız açısından önemli bir rehber özelliği taşıyor. İki Siyam kedisini evin mensubu olarak kabul ettiğimden daha önce bu konuda birkaç kaynak okumuştum; ama Morris’in kitabının diğerlerine oranla daha ilginç olduğunu söylemeliyim.
Desmond Morris, 1928 yılında doğmuş bir İngiliz hayvan bilimci. Zooloji olarak da biline hayvan biliminin alt dallarında birisi olan etoloji de uzmanlaşmış. Etoloji, hayvan davranışlarını bilimsel açıdan inceleyen bir bilim alanı… Morris’in çalışmaları hayvan biliminden ibaret değil. Kendisi bir gerçeküstücü ressam, televizyon yapımcısı / sunucusu ve popüler bir yazar olarak da tanınıyor.
Kitap meraklıları, Desmond Morris ismini Türkçede ilgi görmüş olan “Hayvan – İnsan Sözleşmesi”, “Çıplak Maymun”, “Sevmek Dokunmaktır”, “Koruyucu Tılsımlar”, “İnsanat Bahçesi” gibi kitaplardan da hatırlayacaklardır. Kendisinin 1958 – 2006 arasında yayınlanmış (sayabildiğim kadarı ile) 50’nin üzerinde kitabı var. Türkçede yayınlanmış kitaplarından 10 kadarını raflarda bulmak mümkün.
Morris’in “Kedinizi Nasıl Bilirsiniz? (Catwatching)” başlıklı kitabı bir çırpıda okunmakla birlikte kedi davranışlarını, kedilerin çevresiyle ve insanlarla olan etkileşimi anlamak açısından düşündürücü. Bir zamanlar Eski Mısır’da kutsal, hatta tanrı olarak kabul edilen bu hayvan türünün davranışlarını anlamaya çalışırken doğal yaşam çevresindeki canlıların muhtemelen bir kez daha farkına varıyoruz.
Kitabın Giriş bölümünde kedi – insan ilişkisinin anlatıldığı bir paragraf var ki gerçekten ilginç. Şöyle bir betimleme yapmış Morris: “Evcil kediler ve köpekler arasındaki […] farklılıktan dolayı kedi sevenler köpek sevenlerden oldukça farklıdır. Kural olarak bağımsız düşünme ve davranma yönünde daha güçlü bir kişilikleri vardır. Sanatçılar kedi severler; askerler köpek severler. O çok yüceltilen ‘grup bağlılığı’ meselesi hem kedilere hem de kedi severlere yabancıdır. Bir şirketin sadık çalışanı, bir çetenin üyesi, bir delikanlı grubunun ya da askeri birliğin üyesiyseniz, muhtemelen evde sobanın ya da kaloriferin yanında kıvrılıp yatmış bir kediniz olmayacaktır. Hırslı Yuppiler [yüksek ücret ve primlerle çalışan, kısa sürede büyük servetler edinen, her hizmetin ve ürünün en iyisini arayan beyaz yakalı gençler], gözünü yükseklere dikmiş politikacılar, profesyonel atletler, bunlar tipik kedi sahipleri grubuna girmezler. Dizinin üstünde bir kedi yatmış olan bir futbolcuyu düşünmek zordur. Bu futbolcuyu, köpeğini yürüyüşe çıkarmış biri olarak düşünmek daha kolaydır.”
Morris, kedilerin davranış modeli ile ilgili olarak şu ilginç tespitini aktarıyor: “Köpekler grup halinde yaşarlar, […]. Kedilerin karmaşık bir sosyal örgütlülüğü vardır, fakat hiçbir zaman sürüler halinde avlanmazlar. Yabanıl doğada zamanlarının büyük bölümünü avlarına tek başına gizlice yaklaşarak geçirirler. Bu yüzden bir insanla birlikte yürüyüşe çıkmanın onlar açısından hiçbir çekiciliği yoktur. ‘Sahibinin peşinden gitmek’, ‘oturmayı’ ve ‘hareketsiz kalmayı’ öğrenmek gibi şeylerle ilgilenmezler.”
Desmond Morris’in anlattıkları arasında bana ilginç gelen bir konu “Kedi niçin okşanmaktan hoşlanır” başlığı altında yer alıyor. Morris bu bölümün hemen başında sorunu cevabını veriyor: “İnsanları ‘annesi’ olarak gördüğü için.”
Bildiğiniz gibi; yavrular henüz çok küçükken anneleri tarafından yalanırlar. (Kedilerin yalanma davranışlarının açıklamasını kitabı alıp okuyacak olanlara bırakıyorum.) Morris, kedilerin insanlar tarafından okşanmayı annelerince yalanma duygusuna benzettiklerini (okşanmanın kedilere aynı duyguyu verdiğini) söylüyor. Bir başka deyişle; yavru kedi için annesi onu koruyan, besleyen ve temizleyen birisidir. Eğer kedinin yavruluk dönemi bittiği halde bu davranış (ya da eşdeğeri olan okşanma) sürdürülürse, kedi kendini bir yavru olarak hissetmeye devam ediyor. Ruhen bir yetişkin haline gelmemiş oluyor.
Bu duygusal durumdan dolayı kediler yaşlansalar bile sevgi ihtiyacını insanlara sürtünerek (ilgi göstererek) talep ediyorlar. Sevgi anında kedilerin kuyruklarını dikleştirmeleri de bu ‘anne – yavru’ ilişkisinin bir parçası olarak ortaya konuyor.
Bir yaşam çevresinde varlığımızı sürdürüyoruz. Bu çevrede insanlar kadar bizimle birlikte sokakta ya da evde yaşayan diğer canlılar var: Kediler, köpekler, kuşlar, balıklar… İnsanlar olarak birbirimizi anlamaya göstereceğimiz çabayı bizimle birlikte yaşayan hayvanlar için de gösterebilmeliyiz. Muhtemelen bunu yaptığımızda; paylaştığımız ortak yaşam çevremizin anlamını ve değerini daha iyi anlayacağız.
Son söz: Yaşam çevresi hepimizindir.