Tek seçeneğiniz varsa, seçme özgürlüğünüz yok demektir. Böyle bir durumda seçme kavramı da tanımlanmış değil. Anne ve babanızı sizin belirleyememeniz gibi, seçme eyleminin mevcut olmadığı başka durumlar da var. Ama yaşamın bir tercihler manzumesi olduğuna hiç kuşku yok. Farkında olarak veya olmayarak biteviye seçimler yapmak durumunda kalıyoruz.
Seçim yaparken, bir dizi faktörün etkisinde kalırız. Örneğin başka unsurları fazlaca dikkate almadan, sadece kendi istek, beğeni veya çıkarlarımıza göre tercihler yapabiliriz. Ya da seçimlerimizde kullandığımız mantık, başka insanlar tarafından koyulmuş kural ve kısıtlar olabilir. Tercih anında kullandığımız gerekçe, “başkalarının ne diyeceği” ya da bu seçimin bizi çepeçevre kuşatan sosyal yaşam tarafından nasıl karşılanacağı olabilir. Bu tür yaklaşımlara, kullanılan referansı işaret eden “ben açısı” ve “sen açısı” gibi isimler veriliyor.
Verdiğimiz kararlar ve dolayısıyla yaptığımız seçimler, sadece bizi etkilemekle kalmıyor; bunun yakın ve uzak çevremize yansıları da oluyor. Yukarıda söz ettiğim gibi kimi zaman bu yansıları dikkate almadan kararlar veriyoruz. Bazı zamanlarda da kendimizi unutarak, sadece yansılara göre davranıyoruz.
İyi Yaşam Hakkı
Çevremiz hakkında bazı algı ve yargılara sahibiz. Yaşamın zihnimizdeki yansıları olan bu fikirleri, abartarak kendimizi başkalarının yerine koyduğumuz zamanlar da oluyor. “O, böyle düşünür” veya “Onun için en doğrusu bu” diyerek karar ve seçimlerimizin, doğruya daha yakın olduğu fikri ile kendimizi avutuyoruz. Böylelikle bencilce bir düşünce tarzından kendimizi kurtardığımız rahatlığına eriyoruz. Onunla birlikte yapılması gereken seçimleri, onun yerine düşünüp kendi başımıza alarak bencil bir paylaşım keyfi oluşturuyoruz.
İyi yaşamak, herkesin hakkıdır. İyi bir yaşamı, daha fazla tüketerek elde edeceğimiz gibi şartlanmış bir fikre sahibiz. Reklâmcılar, pazarlamacılar ve satışçılar, bizi bu fikrin doğruluğuna inandırmak için büyük bir gayret içindeler. İyi yaşamak ve mutlu olmak ile çok tüketmek arasında bir şartlanma yaratmaya çalışıyorlar. Hâlbuki çok tüketmenin bambaşka bir şey olması bir yana; iyi yaşamak ile mutlu olmanın aynılaştırılmasını da mutlak bir doğru olarak söyleyemeyiz.
Mutluluk
Mutlu olmak, gizem dolu bir ormanda yürümek gibidir. Her adımda karşımıza çözmek üzere bir bulmaca çıkar. Bulmacanın çözümü, seçimlerimizdir. Tercihlerimizi nasıl yaptığımız, bir yandan bir sonraki bulmacanın zorluk düzeyini belirlerken, bir yandan da mutluluk enerjimize olumlu ya da olumsuz katkı yapacaktır.
Mutluluğu, sahip olduğumuz nesnelerin çokluğu ya da büyüklüğü ile ölçemeyiz. Gizemli ormanda yürürken gerçekleşen mutluluk arayışı, aslında bir iç doyum arayışıdır. Sözünü ettiğim bu iç tatmin, bir beyaz atlı prens gibi beklenmedik bir anda ve “Neden ben?” dedirtecek bir iyi şans olarak gelmez. Mutluluk, yaşam sürecinde yaptığımız seçimlerin, dolayısıyla çözdüğümüz bulmacaların bir sonucudur. Özetle; bu kadar çok dış faktöre rağmen mutluluk, kişinin kendi elleri arasındadır.
Yeni bir güne uyandığınızda, “Ben, mutlu bir güne uyandım” demezseniz, muhtemelen o gün için mutlu olmayı seçmemiş olacaksınız. Bir başka deyişle; mutlu olmak, öncelikle mutlu olmayı isteyen iyi niyettir. Talihsizlikten yakınarak, koşullarından şikâyet ederek veya yaşamla bağlarını koparıp seçimleri seçimsizliğe bırakarak mutluluğu yakalamak mümkün değildir.
Eğer gün ışığınızın azaldığını, yaşamınızdaki renklerin soluklaştığını veya yaşam enerjinizin tükendiğini hissediyorsanız; yaşama dokunurken kullandığınız niyete ve tercih yapma modelinize bakın, derim. Özgürlüğümüzün ifadesi, seçimlerimizdir. Tercihlerimiz olmadan, mutluluğu yakalamak ise mümkün değildir.
İktisadın Temel Sorusu
“Sınırsız ihtiyaçlar” dediğimde ise aklıma “kısıtlı kaynaklar” gelir. Buna iktisat deniyor. Sınırsız ihtiyaçları sonlu ve kısıtlı kaynaklarla karşılamaya çalışmak… Ne çetin bir iş… İktisat biliminin bu zor sorusu karşısında iki tür cevap verebiliriz. Ya kısıtlı olan kaynaklarımızı zenginleştirip genişletmeye çalışacağız, ya da sınırsız dediğimiz ihtiyaçların bir bölümünden vazgeçeceğiz. Eğer acilen bir konuta ihtiyacınız varsa, bu durumda bir araba edinmekten vazgeçebilirsiniz. Pazar yerine gittiğinizde pahalı olan kestaneyi almaktan vazgeçerek daha uygun fiyatlı olan portakalı almayı tercih edebilirsiniz.
Günlük yaşamda önümüzdeki fırsatlar konusunda seçimler yapmak kolaydır. Ama konuya bir de duygusal ihtiyaçlarınız açısından bakınız. Sevgiden vazgeçebilir misiniz? Sevmek ve sevilmek yerine neyi koyabilirsiniz? Sevginin yerini ikame edebilecek bir kaynak var mıdır? Muhtemelen siz de benimle aynı kanıyı paylaşacaksınız ki, insanı ayırt eden en önemli faktörlerden birisidir sevgi. Özetle; sevgi ihtiyacı, yok sayılabilecek ya da başka bir duygu ile ikame edilebilecek bir ihtiyaç değildir.
Sevgi İhtiyacı
Sevgi ihtiyacının niteliği üzerine yeterince ve doğru biçimde kafa yormuyoruz. Portakal veya araba almak kadar basit bakmasak da, üzerinde yeterince düşündüğümüz söylenemez. Çoğu zaman sevmeyi ve sevilmeyi içimizde bir özlem olarak tutuyoruz. Bu özlemin bir paniğe dönüştüğü de oluyor. Eğer makul bir zaman dilimi içinde sevip sevilebileceğimiz bir iklime ulaşamazsak bir hayal kırıklığı ve karamsarlık içine düştüğümüz de oluyor.
Sevgi konusundaki duygusal yaklaşımımız, daha çocukluğumuzdan başlayarak şekilleniyor. Anne ve babamızın bize karşı olan duygusal tutumları, ilerleyen yıllarda bir sevgi ilişkinin oluşup oluşmamasına veya bu ilişkinin yürüyüş biçimine yansıyor. Eğer sağlam bir sevgi altyapısı edinmediysek, o zaman çevrenin etkisiyle sığ bir sevgi kavramı oluşturuyoruz. Ancak beğeni veya hayranlık olarak niteleyebileceklerimizi sevgi olarak isimlendirip yanılıyoruz.
Bir toplum içinde yaşayan bireyin, içinde yaşadığı koşulları aşarak kendini önce fark edip sonra değiştirerek sosyal değerlerin üstünde konumlaması hiç kolay değildir. Eğer kadın – erkek ilişkilerinin doğru düzenlenmediği, sevgi kavramının doğru şekillenmediği bir toplumda yaşıyorsanız, karşımızdaki sorun birkaç kat daha zor demektir. Ama unutulmamalıdır ki; toplumun bireye etiketlediği olumsuz özellikleri aşıp doğru sevgi kavramına ulaşmak, öncelikle yine bireyin kendisinin başarması gereken bir konudur. Sevmek ve sevilmek isteyen kişi, önce kendisi duygusal bütünlüğe ve olgunluğa erişmek zorundadır. Eksik ve zayıf duygusal ilişkilerin neredeyse tamamında bireylerin başlangıçta, daha kendi başlarına iken sevgi ve ilişki sorunları olduğunu bilirsiniz.
Doğru İlişki
Doğru bir ilişki, duygu ve karakter olarak iki bütün insanın ilişkisidir. İki “yarım” insan, bir araya gelerek bir bütün oluşturamazlar. Sorunları olan iki insanın ilişkisi, sorunların öncesine oranla iki kat arttığı bir ilişki anlamına gelir. Bir sevgi ilişkisini özlüyor ve hayal ediyorsak, öncelikle böyle bir ilişki ne denli donanımlı ve hazır olduğumuzu kendimize sormamız gerekir.
Bazı insanlar vardır; bir ilişki yakalayıp (ona “sahip” olup) sonsuza kadar mutlu olmak isterler. Bazıları için ise sevmek, sonsuz sahiplikten daha çok bir duygusal ilişkinin tadını yaşamak anlamında değerlidir. Türdeş özlemlerin bir araya geldiği bir ilişkinin, muhtemel sorunlara rağmen acısız olacağını söyleyebilirim. Ama sonsuz mutluluk beklentisi ile o anı yaşayıp paylaşmak isteyen özlemlerin birlikteliğinde acıdan fazlasını beklemek hayal olur. Mutluluk veren ilişki sürmeli, acı üreten son bulmalıdır.
Kentte Ölçek
Çevrenize şöyle bir göz gezdirin. Bunu bir caddede yürürken çok daha kolay yapabilirsiniz. Yüksek binalar, yoğun trafik, insan gözünün görebileceğinin ötesinde renklendirilmiş bir reklâm dünyası, kulakları hırpalayan kentsel gürültü ve diğerleri… Hepsinin ortak özelliği, insan ölçeğinin dışında, hatta çok ötesinde olması…
İnsanın fiziksel, zihinsel ve duygusal boyutlarını aşan yaşam ortamı sadece kentin dış mekânlarına ait değil. Günlük yaşamımızın her alanı, insan ölçeğinin dışına savrulmaktan muzdarip… İnsan ölçeğinin ötesinde satın alıyoruz, ihtiyacımızın ötesinde istiyoruz, kendi boyutlarımızın ötesinde tüketiyoruz. Geliştirdiğimiz uygarlık, insan ölçeğinin çok ötesine ulaştığından, kendi yaşam çevremizi her an daha büyük bir hızla tüketiyoruz.
Mutluluk Ümidi
Mutlu olmak ümidiyle daha fazla tüketiyoruz. Günümüzde tüketim eğilimi, bireyleri aşarak toplumun tamamını saran bir tüketim bağımlılığı haline dönüştü. Salgına dönüşen bir hastalık gibi yerel ve bölgesel sınırları aşarak küresel boyutlara erişti. Artık tüketmenin, insanî ölçekteki ihtiyaçlarımızın karşılanmasıyla hiç ilgisi kalmadı. Adeta “tüketmek için tüketir” hale dönüştük. Eğer tüketimi, bir mutluluk aracı olarak insanların kafasına kazırsanız, başka türden bir sonucu beklemek de hayal olur.
Eminim; aşırı tüketim hakkında fikrini sorduklarınızdan pek çoğu, tüketim bağımlılığının kötü bir şey olduğunu söyleyecektir. Ama mevcut sistemin, tüketimin denetlenmesi yerine daha fazla tüketme yönünde işletilmesi şaşırtıcı değil midir? Tüketimin neden böylesine çılgınca arttığına dair aklı başında çalışmalar fazla sayıda bulunmuyor. Ama bu konu da akıl yürütmek de zor değil.
Tüketim bağımlılığının artışına dikkat ettiğimizde; bu manyayı teşvik edenlerin başında görsel medya organlarının olduğunu gözlüyoruz. İletişim ve bilişim teknolojilerindeki kısa sürede olağanüstü gelişmeler, öncelikle kişilerin mal ve hizmetlere ulaşmasını kolaylaştırdı. Bu ortama özgü yeni ikna ve satış mekanizmaları geliştirildi. Özellikle TV kanalları ve Internet, yerinden kalkmadan satın alıp tüketebilmek için yepyeni yol ve yordamlara vesile oldu. Bu araçlar, tüketimin mutluluk ile eşdeğer olduğu konusunda insanların bilincine kalıcı takıntılar yerleştirdi.
Sanal Para
Son yıllarda bankalar, kendilerini kârsızlık bataklığından kurtarmak için bireysel müşterilere yöneldiler. Bireysel müşteri, banka için daha çok sayıda kredi kartı ile daha fazla kart ve bireysel kredi kullanımı demektir. Kredi kartı ile yapılan alışverişlerde malı veya hizmeti satan firma kazanırken, daima kazanan bir başkası daha var. O da kartı veya krediyi veren banka. Bireyler, ihtiyaçlarının ötesinde tüketirken; bankalar da düşük faiz, ödemeyi geç başlatma veya uzun süreli borçlanmalar gibi özendirmelerle kendilerine düşen hâsılatı topluyorlar.
İnsan ölçeğinin ötesine geçen tüketim bağımlılığından söz ederken, alışveriş merkezlerini (AVM’leri) hatırlamadan olmaz. AVM’ler, insan ölçeğinin çok ötesindeki görkemli özellikleri ile insana sanal dünyalar sunuyorlar. Bireyleri, kendi gerçeklerinden kopararak onları yapay bir alışveriş ve tüketim dünyasına sürüklüyorlar. AVM’de geçen bir alışveriş sürecinden sonra insanların hiç de ihtiyaçları olmayan pek çok ürünü aldıklarını fark etmeleri şaşırtıcı değildir.
Mutlu ve Özgür
Sakin bir yaşamınız olduğunu düşünebilirsiniz. Ama şöyle bir çevrenize baktığınızda; ne denli yoğun etkileme kampanyaları ve bunların yarattığı her türden gürültü ile kuşatılmış olduğunuzu fark edeceksiniz. Adeta günlük faaliyetlerimiz, bizim dışımızda oluşmuş bu gürültülü saldırılara göre oluşuyor. Ne giymemiz, ne yememiz, ne içmemiz, nasıl eğleneceğimiz, parayı nereden bulacağımız veya nasıl mutlu ve özgür olacağımızı bize belletmeye çalışan bir kuşatma altındayız.
Sanki son çeyrek yüzyılda mutluluk ve özgürlüğün tanımları değişmiş gibi. Her iki tanım da daha fazla tüketime endekslenmiş sanki. Ne tüketeceğimizi seçerek özgür ve daha fazla tüketerek “aklımız sıra” mutlu olmaya çalışıyoruz.
Son çeyrek yüzyılla daha öncesi arasında ciddi bir fark var. 1980 öncesi dönemde Dünya ekonomisi, -gerçek veya sahte- ihtiyaçları karşılamak üzere mal ve hizmetleri üretiyor ve yeniden üretiyordu. Son çeyrek yüzyılda ise kütlesel üretimin yanında “yeni ihtiyaç üretimi” felsefesi eklendi. Dünya ekonomisi artık sadece ticari emtiayı değil, aynı zamanda ihtiyaçları da üretiyor ve yeniden üretiyor. Böylece sınırsız tüketimin önündeki engeller kalkmış oluyor. Tüketmek için daima yeni, yepyeni mal ve hizmetler var.
Sınırsız Tüketim
Eğer ekonomi öncelikle sınırsız tüketim üzerine kurgulanırsa, üreticiler ve satıcılar açısından çözülmesi gereken birkaç sorun var demektir. Birincisi; insanların daha fazla tüketmeye ikna edilmesi ve yönlendirilmesi. İkincisi ise yoğun üretimi destekleyecek olan aşırı tüketimin oluşmasını sağlayacak araç ve mekanizmaların oluşturulması.
Artık; başta TV kanalları ve Internet olmak üzere üreticilerin ve satıcıların çok sayıda tanıtım, reklâm ve propaganda araçları var. Bir kitapçı dükkânını gezerseniz, raflarda iletişim, pazarlama, satışçılık ve reklâmla ilgili çok fazla sayıda kitabın bulunduğunu göreceksiniz. Tüketimi destekleyecek mekanizmalar, hem donanım hem de yol-yordam ve felsefe olarak çok büyük hızla gelişiyor.
Diğer yandan ticaretin içerik yanında biçim olarak da değiştiğini gözlüyoruz. Küçük bakkal dükkânları, minik tekel bayileri, baba dostu terziler, semt fırınları, mahalle manavları büyük bir hızla tarihin tozlu sayfaları arasında yer almaya başladılar. İnşaat işlerindeki gelişme, hiç de bilişim ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemenin gerisinde kalmadı. Her doğan yeni günde yakın çevremizde yeni bir alışveriş merkezi veya kampanyalı – indirimli satış yapan bir outlet (indirimli satış) mağazası görmeye alıştık. Bu yapılar, tüketicilere sadece alışveriş yapma imkânı sunmuyor; yeme-içme, gezme ve eğlenme gibi başka ihtiyaçların karşılanması için de yeni bir yapay dünya takdim ediyor.
Tüketim Tapınakları
İktisatçı ve satışçılık uzmanı Victor Lebow, 1955 yılında “The Journal of Retailing” isimli perakendecilik dergisinde yazdığı bir yazıda şunları söylüyordu: “Üretken dev ekonomimiz, tüketimi bir yaşam biçimi haline getirmemizi bekliyor. Artık satın almayı ve tüketmeyi, dinsel ritüeller (ayinler) haline getirmeliyiz. Tatmini tüketimde aramalıyız. Tüketilecek, eskitilecek, yenilenecek ve çöpe atılacak şeylere ihtiyacımız var.” Öyle anlaşılıyor ki; günümüzde Lebow’un hayalleri peşpeşe gerçek oluyor. Dev AVM’ler de bu ritüeller için tapınak olma görevini yerine getiriyor.
Öyle görünüyor ki; bu tüketim temposuyla gelirimiz ve (sözüm ona) ihtiyaçlarımız arasındaki uçurum her gün biraz daha fazla büyüyecek. Bugün kredi kartları ile yarattığımız sanal gelir kaynakları bile gelecekte yeterli olmayabilir. Nereye gittiğimizi durup düşünmenin zamanı çoktan geldi. Mutlu olmak için tüketim tapınaklarına teslim olmayı sürdürecek miyiz?