Sanat, insanın doğayı anlamlandırma ve yaşanabilirliği genişletmek için yaşam çevresini anlamlandırma gayretidir. Bu yönüyle sanat, yaşamı açıklamaya ve öngörmeye çalışan felsefeden ve bilimden biraz ayrılır. Düşün tarihi, gerek bilimin ve felsefenin yolundan gerekse sanatın yolundan olsun farklı anlamlandırmalar yapabilmeyi geliştirme gayretleri üzerine kuruludur. Kimi zaman bu gayretler, aydınlıklara bazı durumlarda ise Engizisyonlara ve insana zulme yönelmiştir. Ama her dönem nasıl daha nitelikli insan olunacağına ve mükemmel insana nasıl ulaşılacağına dair öğütler olagelmiştir.
Öğüt türü yazılı ya da sözlü kültüre ait olup da sonradan yazıya aktarılmış eserler, geleneksel kültürümüzün ayrılmaz birer parçasıdır. Bunlar arasında nasihatnameler özel bir yer tutar. Nasihatnamenin öğüdünü yönelttiği hedefinde öncelikle insan var. Bu nedenle nasihatname kişilere doğruluk, erdem, bilgi ve saygı ile sevgi konularında şiir ya da düzyazı diliyle öğütler verir. Bir diğer yönüyle de devrin yöneticilerine halk ve hak adına yönetmenin nasıl yapılması gerektiği konusunda –kimi zaman bir bilmece tadında– ipuçları sunar.
Feridüddin Attar’ın Pendname’si, Nabi’nin Hayrâbâd ve Hayriye’yi bu türün örnekleridir. Marifetname sınıfına sokulmasa da örneğin Şirazlı Sadi’nin eserlerini de öğüt verenler arasında sayabiliriz. Bilgelik üzerine kurgulanmış daha pek çok geleneksel eser örneği saymak mümkün. Eğer kolay örnekler bulmak isterseniz, atasözlerimizin sıralandığı kitaplardan birine göz atmayı deneyebilirsiniz.
Günlük yaşamımıza yakından baktığımızda; bilgelik eksenli başka yaşam tarzları da gözlenir. Örneğin bir uzmana danışman yerine deneyimli bulduğumuz kişilere veya yaşça büyük insanlara danışmayı uygun buluruz. Gerçek bilgi kaynaklarını araştırmak yerine bilgili kabul ettiğimiz insanları tercih ve davranışlarımız konusunda hiza önderi yapıvermek kolayımıza gelir.
Hiza önderi, benden daha yüksekte olan demektir. Hâlbuki öğüt almak için kendisine danıştığımız kişi, muhtemelen bizden daha yüksekte olmayabilir. Biraz da “Şeyh uçmazsa müritler uçurur” misali, o kişiyi ya da onun deneyimini yücelten bizatihi biz olabiliriz. Çünkü içinde yaşadığımız kültür, araştırıp soruşturmak yerine büyüğe danışmayı, onun sözünden çıkmamayı ve asla hizayı bozmamayı tavsiye ediyor.
Deneyim
Deneyim, modaya benzer. Eğer zamanın ruhu ağır hareket ediyorsa, günün modası uzun süre değişmez. Ama şimdilerde pek öyle değil. Dünya sanki daha hızlı dönüyor. Çok daha gelişmiş olan bilgi makineleri olanca hızıyla çalışıp biteviye farklı ve artan miktarda yeni bilgi kümeleri üretiyor. Bu nedenle her geçen an deneyim, daha fazla demode olmaya başladı. Tabii ki, deneyime hâlâ saygı duyuyoruz. Ama günümüzde deneyim, bugün ve yarından daha fazla biçimde dünü temsil ediyor. Hâlbuki yaşamın ivmesini yakalamak anlamında ayakta kalıp sürdürülebilir olmayı başarmak için biteviye yeniyi arayıp bulmak ve yaşamımıza uyumlulaştırmak gerekiyor.
Deneyime dayalı öğüt sistemi, referansını geçmişe yapar. Bugün ise en yakın referansın bugünde olması, hatta yaşanan zaman olarak bu anın az ötesine işaret etmesi gerekiyor. Yaşadığımız zaman diliminde düne dönerek geleceği yakalamak mümkün görülmüyor. Ulaştığımız her noktanın sonrasını kurgulamak ve donanımımızı buna göre düzenlemek zorundayız.
Kişinin yüzünü geleceğe dönmesinden söz ederken, gelenek ile kültürün anlam ve değerini yok sayıyor değilim. Kimi zaman bir tür restorasyondan, kimi durumlarda ise inovasyondan söz ediyorum. Çünkü her konuda düne başvurarak çözümler arayan bir bilgelik ve deneyim anlayışı ile önümüzde uzanan yaşamda değerli olan anlamları yakalamak mümkün değil.
Kişi, ilk kez bilgiye erişmeye başladığında dünyasının bir anda aydınlandığını hissediyor. Eğer o ana kadar öğrendikleri ile yetinir ve kendini geliştirmeye gayret etmezse, bu aydınlık yanılsaması ile öylece kalakalıyor. Ama öğrenmeye devam eder ve bilgi ile davranış zenginliğini geliştirmeye devam ederse, yaşamın ilk anda sandığı kadar aydınlık olmadığını fark ediyor. Dolayısıyla öğrenme ve kendini geliştirme, giderek karanlık ve aydınlık arasında bir yarışa dönüşüyor. Günümüzde geleneğin ve kültürün doğru yerini, işte bu yarışta arayıp bulmak gerekiyor.
Gelenek
Toplumun, tarihin derinliklerinden uzanan, kuşaklar arasında aktarılan ve saygın bir niteliğe sahip olan kültür birikimine gelenek adını veriyoruz. Geleneği oluşturan unsurlar arasında kültürel bilgi birikimi yanında töre, alışkanlıklar ve alışılageldiği biçimde yapılan davranışlar yer alıyor. Yaygın biçimde kabul görmesi ve bireylerin bazı davranışları yerine getirmesini beklemesi açısından gelenek, bir yaptırım gücüne de sahip olabiliyor. Yeni sosyal ve kültürel unsurlar yerine geleneği oluşturan öğelere göre davranmayı tercih eden ve öğütleyen yaklaşıma gelenekçilik deniliyor.
Anlaşılacağı üzere; gelenekçiliğin açık muhafazakâr bir özü var. Bir anlamda dünü koruyup kollamayı ve çoğu durumda dünden yana tavır almayı öne sürüyor. Gelenekçiliğin karşısında modernizm durur. 19’uncu yüzyıldaki kültürel fikrî filizlenmelere baktığımızda, mevcut değerlerin ve kurumların reddedildiği ve bir yenileşme arayışı içine girildiği gözlenir. Modernizm, geleneğe karşı duruşu ile 20’nci yüzyılda zirve yaptı. Yaşam ve toplum alanlarının tümünde değişik ve yenilik arayarak yeni bir yaşam tarzının ismi oldu.
Geleneğin abartıldığı gibi, modernist abartmalar ve dayatmalar doğal olarak kendi karşıtını oluşturmakta gecikmedi. Örneğin modernizmin bilimi abartarak tek doğru kavramına savrulması, toplum yaşamının tekrar sorgulanmaya başladığı alanlardan birisi oldu. Bu kez yaşam tarzları postmodernizm denilen yeni biçimin sunumları olarak dünyamızda yer aldılar.
Gelenekçilik, modernizm ve postmodernizm karşı karşıya
Bunları sadece tanımlı kavramlar üzerinden bir konuşma yapmak için özetledim; amacım bir gelenekçi – modern – postmodern tartışmasında yer almak değil. İnsanın yaşam tarzının değişik dönemlerine ve anlayışlarına karşı düşen bu yaklaşımların mutlaklaştırılmasından şikâyet etmek istiyorum. Geleneğin karşısına modernizmi ve modern olanın karşısına geleneğin, hatta bunların her ikisinin karşısına da fanatik biçimde postmodernizmin konmasından şikâyetçiyim.
Şaşırarak gözlüyorum ki; her üç ekol de kolaylıkla ve ucuzcu bir hevesle kendisinin tek ve tartışılmaz doğru olduğu gibi garip bir fanatiklik içine savruluyor. Karşı tarafın bağnaz yönlerini eleştirmeye kalkarak başlayıp kısa sürede eleştirdiği hataya kendisi düşen anlayışı açıklamanın bir yolu olsa gerek.
Sorun, sadece karşı tarafı eleştirirken, eleştirinin konusu olan bataklığa savrulmak değil. Bir de; karşılıklı güvensizlik meselesi var. Örneğin gelenekçiliğin çağdaş entelektüel dünyaya karşı ifade ettiği güvensizliği açıkça görebiliyoruz. Aynı şekilde modern ve postmodern düşünceye sahip olanlar da geleneğe ile kuşku ile bakıyorlar; gelenekçileri bir bağnazlar topluluğu gibi görme kolaycılıkları var.
Karşıtlıklar birarada
Hâlbuki siyahı ve beyazı, ışığı ve gölgeyi olduğu gibi; dünü, bugünü ve hatta kısa erimli geleceği aynı anda yaşıyoruz. Farklılıklar ve karşıtlıklar, enerjilerini büyük oranda birbirilerinden alıyorlar. Siyahı beyaz sayesinde kavrarken, bugünü de dün sayesinde kurgulayıp kuruyoruz. Farklar ve karşıtlıklar, insanî ve sosyal gelişmenin en önemli unsurlarını oluşturuyor. Dolayısıyla bugünümüzü yaşamakta ve yarınımızı kurmakta en büyük kaynağımız olan farklılıkları ve karşıtlıkları yok etmeye çalışmanın akılcı bir gerekçesi olabilir mi?
Yaşam, bize sosyal ve insanî ilerleme adına bizden farklı olanı koruyup kollama konusunda ciddi işaretler veriyor. Farklı ve aykırı olanın, bugünün denetlenmesinde ve geleceğin kurulmasında anahtar rolde olduğunu hatırlatıyor. Bugünü; gelenekçi, modern ve postmodern olanlar birlikte oluşturuyorlar. Herhangi birisi olmadan hiçbirinin anlamı yok.
Yaşam uzun soluklu, büyük bir okuldur
Yaşamda “bir sonraki sınavın dersi, bir önceki sınavdadır” diye düşünmeyi alışkanlık edinmişimdir. Üniversite birinci sınıfta fizik dersi laboratuarından önce en az 3-4 saat hazırlık yapmamız gerekirdi. Çok sayıda kaynak karıştırmamız ve ödev hazırlamamız istenirdi laboratuarda deneyi yapabilmek için… Hepsi bu kadar değil. İki saat kadar süren laboratuar çalışmasının ardından yine üç saten fazla ek çalışma yapmak ve ödev hazırlamak zorunda kalırdık. İki saatlik bir laboratuvar uygulaması için sekiz saate varan ön ve son çalışma yapmayı anlamakta zorluk çekerdik öğrenciler olarak.
Daha sonra fark ettik ki; bu başarmaya çalıştığımız şey, bilimsel disiplindir. Bilim için gerekli özveriyi ve çalışmayı yapmadan onu elde etmek mümkün olmuyor. O zamanki toy bakışımız, bunu anlamakta zorluk çekmiş. Emek olmadan yemek olmuyor; hele bilimsel başarı asla olmuyor.
Kişiler arası iletişim gibi ciddi bir konuda başarılı olmak için de o konuda emek vermek gerekli. İyi iletişim için aynen laboratuar çalışmasında olduğu gibi ön ve son çalışma zorunlu. Benzetirsek; örneğin konuşmadan önce düşünmek, konuştuktan sonra değerlendirmek gerekiyor.
İnsana ve deneyime saygı
Üniversite öğrenimim sırasında seçmeli ders olarak Analitik Felsefe almıştım. Aklımda kaldığı kadarı ile sınıfta üç öğrenci idik. Üç öğrenciye ders açılıyor olması ilginçti. Daha ilginç olan ise derse aynı anda alanlarında yüksek nitelik sahibi üç akademisyenin girmesiydi. Benim için öğrenciyi ciddiye almanın göstergelerinden birisi oldu bu ders… Yine aynı derste öğretmenlerimizin bizim söylediklerimizi not almalarını da anlamamıştım. Çok yüksek akademik pozisyon ve başarılara sahip bu kişiler için bizim söylediklerimizin ne anlamı olabilirdi ki…
Bu olay, benim için ders gibi bir iletişim ortamının gerçekte karşılıklı eğitim olduğunun farkına varılması oldu. Öğretmenlerimiz bize bilgilerini aktarmaya çalışırken onlar da farklı bakış açılarını edinmeye çalışıyorlardı. Bu nedenle iletim değil; karşılıklı, eş zamanlı ve eş düzeyli iletim anlamına gelmek üzere iletişim deniyor. Aynı anda alıyor ve veriyorsun.
Kişinin bilmediği konular olması son derece olağandır. Ama nedense bazı ortamlarda “Bilmiyorum” demeyi beceremeyiz. Çoğu zamanda biliyormuş da, o an ilgilenmiyormuş gibi yapar ve konuyu geçiştiririz. Üniversitede bir akademisyene sorduğum soruyu “Bilmiyorum ama öğrenir sana anlatırım” demesini unutmuyorum. Tabii ki, ders dışında o kadar öğrencinin arasında beni bulup sorumun cevabını anlatmasını da… İletişim, saygı ve sevgiyle başlıyor. Saygı ve hoşgörü olmayınca asla ilerlemiyor.
Bilge kişi
Bir bilge kişiye sorarlar: “En çok kimi seversiniz?” Bilge kişi: “Terzimi severim” şeklinde cevaplar. Soranlar şaşırırlar bu kez: “Neden terzi? Daha öncelikli bir yakınınız, tanıdığınız, yoldaşınız yok mu ki terziyi seçtiniz?” Bilge kişi ders verir gibi tane tane anlatır: “Terzimi severim çünkü o, her gittiğimde ölçümü yeniden alır. Daha önceki gidişlerimdeki ölçülerime takılıp kalmaz.” Ve devam eder: “Pek çok insan daha önce vardığı yargılarda sabitlenip kalır. Bir insanın değişebileceğini, kötüyse bu huylarından arınıp iyi bir insan olabileceğini düşünmez. İyi insan, sevilesi insan odur ki, olumlu değişime inanır.”
Çevremizde bu bilge kişi kadar içi iyilik ile dolu insanlara rastlamak pek kolay değil. Sorun biraz da bilgeliğin gerektirdiği koşulların dayanılmaz ağırlığından kaynaklanıyor. Bilgelik, öncelikle yaşamdan doğru dersleri çıkarmak ve bunları bir ilkeler dizisi ve yine yaşam yol göstericileri olarak geliştirmek demek. Eğer yaşam deneyimi ve zenginliği bunları doğru ifade edebilecek söylemle birlikte oluşursa bilge olarak anılan o kişi meyve veren bir ağaç oluyor.
Yabancılaştıran ve ötekileştiren çevre
Bizimki gibi saygı, hoşgörü ve empati özellikleri çok yüksek olmayan, hatta muhtemelen giderek düşen bir toplumda bir bilgenin yaptığı hiza önderi kimliğini savunabilmek hiç de kolay değil. Toplumda değerler erimeye başladığı zaman bireyler hak edip etmediklerine bakmaksızın bazı sosyal pozisyonların talibi oluyorlar. Söz konusu pozisyon için deneyimi, bilgi birikimi ve eğitiminin gerek ve yeter miktarda olup olmadığından bağımsız biçimde o makamı talep ediyorlar. Hatta bunu hakları görüyorlar. Tabii ki bu güdünün arkasında ya o makamın sağladığı avantajları kendi yaşantılarına aktarmak ya da eksikliklerini bir kartvizit ile tamamlamak var.
Bir kişinin bilgelik yoluyla birlikte sosyal merdivenleri de tırmanabilmesi için o toplumda “hak edenin hak ettiğini alması” (meritokrasi) özelliği olması gerekli. Düşük kültür ve eğitim toplumlarında bu özelliği yakalamak zordur. Bu tür toplumlarda bilge kişiler çöl çiçekleri gibidir. Kendiliğinden yetişirler ve genelde toplumsal destekten yoksun oldukları için de karalanmaları ve yok edilmeleri kolaydır.
Eski zamanlarda toplumun farklı insanları olma özelliğine sahip bilge kişileri yok etmenin yolu kan ve zulüm imiş. Farklılığa tahammülsüzlüğün sonucu genelde bu kişiler için karanlık zindanlarda tükenmek veya doğrudan yaşamlarını yitirmek olmuş.
Çağdaş toplumda ise daha yumuşak teknikler kullanılıyor farklılığı ve bilgeliği yok etmek için. Karalama, haksız ve dayanaksız eleştirme bu teknikler arasında başı çekiyor. Pek çok zaman örnekte medya da bu konuya ortak ediliyor. Yaklaşım basit: “Çamur at, izi kalır.”
Böyle bir durumda karalamalarla, hoşgörüsüzlükle, saygısızlıkla ve kabalıkla sonuna kadar savaşmayı tercih eden kişileri takdir ediyorum. “Benden bu kadar!” deyip kendi dünyasına dönen yorgunları da aynı saygı ve empati ile karşılıyorum. Kurtların arasında kuzu olmak da zor… Arasında yaşadığımız toplum ise yabancılaştırmada ve ötekileştirmede son derece başarılı…
İyi şeylerin peşinde…
Türü ne olursa olsun; eğer bir kuruluşta bir değişim projesi gerçekleştirmek istiyorsak ilk planda ele almamız gereken konulardan birisi, orada yerel liderler bulmak ve gelişmelerini sağlamaktır. Değişim fikrinin hiza önderleri olmadan bir kuruluşta gerekli motivasyon ve ivmelenmenin sağlanması mümkün olmuyor.
Değişimi etrafımıza yansıtmanın ise basit olarak iki türü var. Birincisi, değişim söylemini tebliğ etmek; yani sözle ve yazıyla dile getirmek… Buna geleneksel anlamda eğitim de diyebilirsiniz. İkinci yol ise, yerel liderler aracılığı ile hiza örnekleri oluşturmak… Değişimde hiza önderi olacak ve her yönüyle değişimi temsil edecek yerel liderlerin oluşmasını ve sürdürülebilirliğini sağlamak…
Değişimi ateşlemek
Tebliğ ve temsil olarak sınıflandırdığım değişimi ateşleme seçeneklerini biraz ayrıntılı tartışabiliriz. Değişim peşinde olan sıradan insan, bunu çevresine anlatarak hareketi oluşturmaya çalışır. Ama yaşam bize gösteriyor ki, anlatma yoluyla değişimi sağlamak için izleyicilerin belli bir birikime, deneyime, olgunluğa ve heyecana sahip olmaları gerekiyor. Eğer ocakta yanacak uygun malzeme yoksa, eğitimle istediğiniz kadar kibrit çakın; beklediğiniz ateş oluşmayacaktır. Özetle; eğitim, değişimi başlatmak için yeterli olmuyor.
Bu durumu biraz daha aydınlatmak için suyun kaldırma kuvvetini bulan Arşimet ile yerçekimi kanununu bulan Newton’u hatırlayabiliriz. Bildiğiniz gibi Arşimet’i hamamdan çırılçıplak fırlayıp koşuşu ve Newton’u başına elmanın düşüşü ile biliriz. Ama her ikisi de daha önceki çalışmalarını yapmamış olsalardı, bu komik olaylar onların bilimsel gelişimlerini sağlamalarına katkı yapmayacaktı. Kısaca söylersem; anlatım esaslı bir değişim mesajının etkili ve yararlı olması için izleyicilerin daha önce değişim için olgunlaşmış olmaları gerekiyor.
Bir başka insan türü, anlatmanın ötesine geçerek işi açıklama boyutuna taşır. Bu iyi insan, konuyu ayrıntılandırır ve hatta izleyicilerin seviyesine inmeye özen gösterir. Ama bu yaklaşım da ilki gibi hâlâ tek yönlü iletişim üzerine kurgulanmıştır.
Üstün özellikleri olan bir değişim lideri ise yapılması gerekenleri uygulamalı olarak göstermeye çalışır. Yaşam koçluğunu andırır bu tür bir yaklaşım, soyuttan somuta indirgeme becerilerini yeterinde geliştirememiş topluluklar arasında yüksek oranda etkili olur.
Değişim ateşleyicilerinin sonuncusu, topluluğu hareketlendiren insan tipidir. Bu tür liderler, değişime konu olan sistemi ve topluluğu (güçlü ve zayıf yönleriyle) iyi tanırlar. Sorunları, topluluğun kendisinin fark etmesi için kolaylaştırıcı olurlar. Onlara verdikleri esinle çözümlerin ortak payda olarak geliştirilmesinin önünü açarlar. Çok bilinen örneği tekrarlarsak; onlar balık ikram etmek yerine balık tutmayı öğreten vizyoner liderlerdir.
İnsanın en büyük özelliklerinden birisi, kendi ölçülerinin ötesinde şeyler yapabilmesidir. Toplulukları verdikleri esinle harekete geçiren liderlerin en önemli özelliği, bu insani potansiyelin farkında ve bilincinde olmalarıdır. Onlar, insanda kendi sınırlarının çok ötesinde başarılara imza atabilmek için gerekli her şeyin olduğuna inanırlar ve bu enerjiyi harekete geçirirler. Siz de çevreniz için iyiliğe yönelmiş hiza önderi olmak için ocağınıza sevgi, saygı, hoşgörü ve empati koyun; bunları heyecanla ateşleyin.
Mihenk taşı
Herkesin kendi mihenk taşı var. Bu nedenle dünyayı algılamada ve ona tepki vermede kişiler olarak aramızda farklılıklar oluşuyor. Diğer yandan insanların mihenk taşı nitelikleri de bir değil. Bir yaşam zenginliği yaratmış kişilerin bunu, dünyayı ve yaşamı algılamalarına yansıttıklarını da gözlüyoruz. İyi yaşam dersleri almış ve çeşitliliğe ulaşmış kişilerin yaşama ilişkin tutum ve davranışlarındaki zenginliği de gözlüyoruz. Yaşamda bilgelik düzeyine erişmekle sıradan ve genel kalıplara sıkışmış bir kişi olarak yaşamak arasındaki fark bu olsa gerek.
Bazıları yaş ile deneyimi bir tutarlar. Bunun nedeni pek çok kişinin deneyim ve birikimi, ancak yılların akışı içinde edinmesidir. Hâlbuki yaşam hakkında birikimli olmanın tek kriteri yaşlanmak değildir. Üzerinde durulması gereken nokta, yaşamı ciddiye alıp ondan gerekli dersleri ve öğretileri çıkarmaktır. Bu dersler ise sonuçta yaşama nasıl dokunup tepki vereceğimiz konusunda yeni bir yaklaşıma yol açar.
Zor veya kolay bir durum karşısında kalabiliriz. Bizi açmaza veya zora düşüren olayların içinde olabiliriz. Burada önemli olan, bu gerçeklere nasıl yaklaştığımızdır. Olumsuz bir yaklaşım kolay bir durumu bir kriz haline dönüştürürken, doğru bir yaklaşım zor bir durumun kilit anahtarı olabilir. Yapan da yıkan da pek çok durumda bizim yaklaşımımızdır.
Bugün içinde olduğumuz iyi ya da kötü durumun temellerini geçmişimiz oluşturur. Geçmişte, hiç kuşkusuz bizi üzen ya da mutlu eden gelişmeler olmuştur. Ama geçmişimizi değiştiremeyiz. Yapabileceğimiz ondan iyi dersler çıkarmak, geleceğe umutla, iyi niyetle ve olumlayarak bakmaktır.
Yaşam, deneyim ve bilgelik
Felsefenin çıkış noktası, insanın evrenler ilişkisinde önemli bulduğu birkaç sorudur. Kendisine “Gerçeğin gerçek doğası nedir?” diye sorar. “Bu gerçeklik bilinebilir mi?” diye devam eder. “Bulguladığım gerçeklik çerçevesinde nasıl yaşamalıyım?” diye son soruyu doğruda kendine yöneltir. Bu sorular, felsefe tarihinin metafizik ve ontoloji, bilgi teorisi (epistemoloji) ve etik (ahlâk) gibi konularını oluşturur. Felsefeci soruları kendine sorar, ama insanı ve toplumu doğru biçimde şekillendirmek konusunda da bir misyon (görev) üstlendiğini düşünür. Bu nedenle iyi, doğru ve ahlâklı yaşamı tanımlayıp bunu insanlık çevresine aktarır. Zamanla felsefecinin söylemi –yaygınlaşma fırsatı bulursa– sosyal kültürle eklemlenerek yaşam biçimine ilişkin profiller haline dönüşür.
Günlük yaşamımıza yakından baktığımızda; bilgelik –ki, kimi zaman bu yanlış olarak yaşlılıkla eş tutulur– eksenli başka yaşam tarzları da gözlenir. Örneğin bir uzmana danışman yerine deneyimli bulduğumuz kişilere veya yaşça büyük insanlara danışmayı uygun buluruz. Gerçek bilgi kaynaklarını araştırmak yerine bilgili kabul ettiğimiz insanları tercih ve davranışlarımız konusunda ‘hiza önderi’ yapıvermek kolayımıza gelir.
Hiza önderi, ‘benden daha yüksekte olan’ demektir. Hâlbuki öğüt almak için kendisine danıştığımız kişi, muhtemelen ‘bizden daha yüksekte’ olmayabilir. Biraz da “Şeyh uçmazsa müritler uçurur” misali, o kişiyi ya da onun deneyimini yücelten biz –kendimiz– olabiliriz. Çünkü içinde yaşadığımız kültür, araştırıp soruşturmak yerine büyüğe danışmayı, onun sözünden çıkmamayı ve asla hizayı bozmamayı ‘tavsiye ediyor’.
Benlik ve ilişki
William James (1842-1910), felsefe ve psikoloji alanlarında çalışmalarıyla izler bırakmıştır. Hatta Amerikan psikolojisinin kurucusu kabul edilir. 1890 yılında yayınlanan “Psikolojinin İlkeleri” kitabında önemli bir tespit yapar. Bireyin dikkate aldığı (etkilendiği) kaç tane topluluk varsa o sayıda farklı sosyal benliği vardır, der. Psikolojinin daha sonraki dönemlerdeki gelişmelerinde benlik konusunda farklı açıklamalar getirilse de “ilişkisel benlik” kavramı hâlâ bilimsel önemini koruyor. İlişkisel benlik nedir? İlişkisel benlik, bireyin kim olduğunu önemseyerek ilişkide bulunduğu ve etkilendiği topluluk ve kişileri ifade eder.
Birey sosyal bir yalnızlık içinde yaşamıyor. Doğrudan veya dolaylı biçimde etkilendiği uzak ve yakın çevresi, burada yer alan topluluklar, kişiler, söylemler, ideolojiler ve inanışlar var. Örneğin baskın bir siyasal iktidarın temsil ettiği söylem veya toplumda yaygın olarak kabul edilmiş bir inanç kişinin benliğinin oluşumunda ve sergilenmesinde etkili oluyor. Ailenin sosyal ve kültürel yapısı bireylerin benlik oluşumlarını etkiliyor. Hatta belirgin, baskın özellikleri olan ailelerin çocuklarının eğitim veya iş amaçlı aile dışına çıktıklarında bulundukları yeni çevreye uyum göstererek farklı bir yapı edinmeye başladıkları bilinir. İş yerinde kurumsal kültür olarak söz edilen konu da patronun veya yöneticinin davranış modelinden kurumsal belgelere kadar ilişkisel benlik oluşturma sürecinin bir parçasıdır.
Benlik algısı faktörleri
Edebiyatta veya sinemada benlik oluşumunu etkileyen çok sayıda ilişkisel çevre örneğine rastlanır. Bu türden kurmaca hikâyelerin en bilineni Ormanlar Kralı Tarzan’ın ilk kez ortaya çıkışında gözlenen durumdur. Bilindiği gibi; maymunlar tarafından büyütülen Tarzan başlangıçta kendini bir maymun olarak algılamaktadır. Bireyi etkileyen ortam ve kültür (buradaki somut ve soyut ilişkiler) onun benliğinin oluşmasından birinci dereceden etkili oluyor.
Lider, hiza önderi gibi profil kavramları bilirsiniz. Örnek aldığımız kişilerle kendimizi kıyaslarız. Anne kadar iyi yemek yapmak, baba kadar başarılı bir yönetici olmak, abla kadar başarılı bir eğitim süreci geçirmek, Bill Gates kadar zengin olmak ya da Madonna kadar ünlü olmak isteriz. Uzakta veya yakınımızda olan bu kişilerin özellikleri ile kendimizdekileri (ya da kendimize yakıştırdıklarımızı) karşılaştırırız. Bu kıyaslamalar sadece kişilerden ibaret kalmaz. Çizgi film kahramanları, filmlerde canlandırılan karakterler, hatta Barbie gibi oyuncak bebekler bile birey için kıyaslama nesneleri olur. (Çevremizde ne kadar da çok sayıda canlı Barbie bebek ya da Muhteşem Yüzyıl dizisinden Süleyman var, fark ettiniz mi?) Özetle; dış çevredeki özne ve nesnelerle kendimiz arasında yaptığımız kıyaslamalar da ilişkisel benliğin oluşmasında etkili oluyor.
Bebeğin doğumundan sonra ona isim konurken dualar eşliğinde kulağına ismi üç kere fısıldanır. Bazı inanışlarda bebeğin yatağına başarması gereken işlerle ilgili nesnelerin konduğu ritüeller vardır. Her ne kadar bebek bunların farkında olmasa da, büyüklerin bebek için biçtiği bir misyon ve vizyon hazırdır. Daha sonraki çocukluk ve gençlik yıllarında bireyin ne yapmayı, neyi başarması gerektiği sözlü olarak ifade edilir. Sonuçta; kendiniz hakkında düşündüğünüz (kendinize yakıştırdığınız, kendilik algınızı oluşturan) benlik profili büyük oranda size söylenenlerle, size yönelik teşvik ve yakıştırma davranışlarıyla ilgilidir. Şöyle ki; ilerleyen yaşlarla birlikte bireyin çevresi genişler. Kendini karşılaştıracağı yeni profilleri (onların söylem ve davranışlarını) izler. Bu karmaşık ilişkiler yumağında deneyimlerinin bir sonucu olarak bir benlik (kendilik) algısı oluşturur.
Yukarıda özetlediklerimin bütünü gösteriyor ki; “Ben kimim?” sorusunun cevabının oluşmasında kendi varlığımız dışında büyük oranda ilişkilerimiz ve bağlantılarımız etkili oluyor. Bu da bize sosyal değişim ve kişisel gelişim konusunda uzak ve yakın çevrenin önemini bir kez daha vurguluyor. Demek ki; mahallenin kendisini değiştirmeden mahalle baskısından kurtulmak mümkün olmuyor.