Kültürel Geliş(me)mişlik
Gürcan Banger
BİR
Giderek yabancı dillerin daha fazla etkisinde kalan Türkçeye sahip çıkma ve güzel Türkçe yazıp konuşma yönünde girişimler var. Tümünü saygı ile karşılıyor ve destekliyorum. Bir yandan giderek kalitesizleşen eğitim, diğer yandan teknolojinin aracı olduğu yoğun yabancı kültürel baskı nedeniyle Türkçe, ciddi sorunlar yaşamaya devam ediyor.
Konunun bir başka gerçeklik boyutu daha var. Artık çok hızlı değişim ve gelişim gösteren bir dünya var. Durağan zamanlarda olduğu gibi mevcut dil yapısı ve sözcük hazinesi ile devam etmek mümkün değil. Değişimin ve gelişimin her yeni unsuru, dilde karşılığını bulmak istiyor. Eğer bilimsel ve teknolojik gelişimin motoru size değilseniz, bu durumda başkalarının ürettiği kavram ve sözcükleri kullanmak zorunda kalıyorsunuz. Dünyada yaygın olarak konuşulan dillere bir göz atın. En ciddi gelişimin; ekonomik, bilimsel ve teknolojik olarak ilerlemeyi sağlayan toplumların dilinde olduğunu göreceksiniz. Bir toplum ekonomik, bilimsel ve teknolojik olarak ilerlemiyorsa, o toplumun dilinde de eşdeğer gelişim sağlanamıyor. Eğer geçmişte yaşamak istiyorsanız, mevcut diliniz –daha genelde kültürünüz– bu tür bir yaşam için yeterli olabilir. Ama artık böyle bir yaşam mümkün değil. Ya ekonomik, bilimsel, teknolojik ve sosyal olarak gelişip ilerleyeceksiniz ya da yok olacaksınız. Günümüzde toplumumuzun, kültürümüzün ve Türkçenin yaşadığı darboğaz budur.
Türkçeye ilişkin sorun, sadece diğer ana sorunların bir sonucudur. Ayrıca Türkçenin mevcut durumu bu topraklarda konuşulan diğer dillerin –dolayısıyla kültürlerin– geleceğine işaret etmesi açısından da önemli bir göstergedir.
Türk Usulü
Kültürel az gelişmişlik, yaşamın her alanında kendini ortaya koyar. Geçmişte daha fazla kullanılan alaturka sözcüğü, bugün için bu türden bir ekonomik, bilimsel, teknolojik ve kültürel zafiyetin ifadesidir. Alaturka, İtalyanca kökenli bir sözcüktür. İlk türetildiği dönemlerde eski Türk ve Müslüman gelenek, görenek, töre ve yaşamına uygun olan anlamına kullanılmıştır. Günümüzde ise ulusal, etnik ve inanç odaklamasından bağımsız olarak bu topraklarda yaşayan insanlar olarak bizim yaşam, düşünce ve davranış modelimizi ifade eder. Alaturka sözcüğü, ilerleyen zaman içinde çıkış anlamını yitirerek “düzensiz ve yöntemsiz” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Kimi zaman Doğu toplumlarına özgü yönetim anlayışı ile yönetici tipini ifade etmek üzere kullanılır olmuştur. İş ve sosyal yaşamımızda alaturkalık; plansızlık, gelecek tasarımı eksikliği, günlük aşama, kolaycılık, taklitçilik, laubalilik, disiplinsizlik, rastgele davranma ve gereksiz duygusallık olarak yer etmiştir. Özetle; alaturka (‘Türk usulü’) dendiğinde, artık sadece bir ulusal veya etnik kimliğin değil, Anadolu’yu ve yakın coğrafyaları içine alan sosyal bir tanımlamanın yapıldığını doğru kavramak gerekir.
Ekonomik, sosyal ve kültürel olarak az gelişmiş ülke toplumlarını incelediğimizde; az sonra sayacağımız özelliklerin pek çoğunu gözlüyoruz. Haksızlık etmemek adına; önemli sosyal ve ekonomik değişiklikler gösterdiğimizi söyleyebiliriz. Ama kodlanmış gibi değişmeyen yanlar da var.
Hızlı başlayıp, daha sonra işi yavaşlatma eğilimindeyiz. Statükocuyuz. Değişime ve yeniliğe direniyoruz. Değişimi sevmiyor, çekiniyor, hatta korkuyoruz. Amaç ve hedeflerimiz ya yok ya da yeterli açıklık ve netlikte değil. Eleştirmeyi, suçlamayı, hatta karalamayı seviyoruz. Sık sık eleştirdiğimiz halde eleştirilmeyi hiç mi hiç sevmiyoruz. Kısa vadeli yaklaşım ve çözümleri tercih ediyoruz. Günü kurtarmaya çalışırken, uzun vadede daha büyük sorunlar yaratıyoruz.
Teorik düşünmeyi ve teorik eğitim almayı sevmiyoruz. İşin esası ile ilgili olmayan pratik çözümler bulmaya çalışıp kolaycılığa yöneliyoruz. Uzmanlık bilgisine yeterli önemi ve değeri vermiyoruz. Çevremizdekilere önem verip, kulaktan dolma bilgilerle iş yapıyoruz.
Merkeziyetçi ve mevzuatçıyız. Delege etmekten, yetki - sorumluluk - kaynak vermekten hoşlanmıyoruz. Çekingeniz. Girişimci yönelimlerimiz düşük. İki kulağımız ve bir ağzımız olduğunu unutmuş görünüyoruz. Dinlemiyoruz. İletişimi sadece konuşmak olarak anlıyoruz. Yanlış veya eksik anlatmış olduğumuz aklımıza gelmiyor. Daima anlaşılmadığımız kanaatindeyiz. Bizi anlamadıkları gibi bir saplantımız var. Pek azımızın kitabında azimli olmak diye bir kavram var. Çabuk ve kolay vazgeçiyoruz. Uzlaşmayı yeterince aramıyoruz. Çekişmeyi ve itişip kakışmayı seviyoruz. Soru sormayı ve soru sorulmasını sevmiyoruz. Sorgulayıcı değiliz. Atılgan olmamız ve hakkımızı aramamız gereken pek çok durumda pasif kalıyoruz.
İKİ
Toplumdaki bazı arızalar, daha büyük sorunların kaynağıdır. Toplumsal iyileştirme için bu ana sorun kaynaklarının ortadan kaldırılması gerekir. Böyle baktığımızda iş dünyasından sivil topluma, devlet işlerinden spora kadar her alanın ana sorunlardan etkilendiğini görüyoruz.
Toplumsal Olamamak
İş yaşamı ile sosyal yaşamın sürdürülebilirliği açısından kurallar olması gereğini, kısacası hukukun üstünlüğünü içimize sindiremedik. Yaşamı kurallara göre oynamak yerine, her birimiz kuralları kendimize uydurmaya çalışıyoruz. Ne kişisel düzeyde ne firma ölçeğinde ilke ve değerlerimiz yok. İlke ve değerlere önem vermek yerine tutarsızlığı ve ilkesizliği benimsiyoruz. İşbirliğine ve ortak çalışmaya yatkınlığımız yok. İşbirlikleri konusunda yeterince açık ve istekli değiliz. Birbirimizi ve başkasının başarısını çekemiyoruz. “Küçük olsun, benim olsun” veya “Ben de olmayan komşuda da olmasın” zihniyetini aşamadık. Söylemiyor, söyleniyoruz. Dedikodu yapmayı seviyoruz.
Amaçlarımız ve hedeflerimiz yok. Bu nedenle amaçlarla araçları birbirine karıştırıyoruz. Duygusal bir topluma mensubuz. Ama duygularımızı yönetmeyi bilmiyoruz. Bu nedenle sıklıkla istismar ediliyoruz. “Biz” olmayı başaramıyoruz. “Biz” yerine “Ben”leri daha öne çıkarıyoruz. “Nasıl olur?” şeklinde iyi niyet ifade etmek ve olumlu düşünmek yerine, “Neden olmaz?” sorusuna cevaplar arıyoruz. Paylaşımcı değiliz. Bilgiyi saklıyor ve paylaşmaya yanaşmıyoruz. Makamla onurlanma çabasındayız. Unvanımıza, makamımıza güç katmak yerine, makamın gücünün arkasına saklanıyoruz. Unvana, pozisyona, rütbeye ve diplomaya gereğinden fazla önem veriyoruz.
Günah Keçileri Toplumu
Hatalara karşı düzeltici ve önleyici bir tutum yerine savunmacı bir yaklaşım içinde direnç gösteriyoruz. Öğrenmeyi okulla sınırlı görüyoruz. Yaşam boyu eğitimin henüz bilincine varamadık. Zamanımızı organize edemiyor ve organize olamıyoruz. Yaratıcı, buluşçu ve yenilikçi düşünce yönünde atılgan değiliz. İzlemeyi ve taklit etmeyi tercih ediyoruz. Lider olmak yerine, geriden izlemeyi güvenli buluyoruz. İşi tartışmak yerine, kişileri tartışmayı yeğliyoruz. Özgüven konusunda ciddi eksikliklerimiz var. Hatalarda bir ‘günah keçisi’ arıyoruz. Doğru veya yanlış bir sorumlu buluyor ve yargısız infaz ediyoruz. Yaratıcı, yenilikçi düşünceyi yeterince desteklemiyor ve olanak yaratmıyoruz. Bardağın boş tarafını görmeyi yeğliyoruz. Olumludan çok, olumsuza odaklanıyoruz. Katılımcılık ve paylaşımcılık yönümüz gelişmemiş. Gruplaşma ve hizipleşme yaygın. Enformel ilişkiler, formel olanların çok önünde. Takım çalışmasını bilmiyoruz. ‘Takımlar olarak çatışmada’ daha ustayız.
Stratejik düşünme, stratejik planlama ve stratejik yönetim konusunda bilgili değiliz. Geleceği planlamıyoruz. Bütçelerimiz de yok. Sadece günü kurtarmaya çalışıyoruz. Mazeret ve bahane üretmekte son derece başarılıyız. Planlı ve sistemli çalışmaya alışık değiliz. Yöntemli çalışmaya inanmıyor ve güvenmiyoruz. İster olumsuz, ister olumlu; yaşadıklarımızdan ders almayı bilmiyoruz. Her zaman baş olma çabasındayız. Apoletsiz bir yaşam tarzını öğrenemedik.
Ayrımcıyız. Farklılıklara ve çeşitliliğe sıcak bakmıyoruz. Kendi farklılığımızı yaratma konusunda istekli değiliz. Risk almaktan korkuyoruz. Kazancın kaynağının risk olduğunun farkında değiliz. Kaderci ve kederciyiz. Olur olmaz her şeyi, “inşallah” ve “maşallah”a havale ediyoruz; bunun adı da ne yazık ki, dindarlık oluyor.
Geleceği Düşünmeden Bugünü Dünde Yaşamak
Başarıya odaklanma ve rotada kalma konularında zayıflıklarımız var. Küçük düşünüyor, azla yetiniyor ve vizyoner olamıyoruz. Yetki, sorumluluk ve kaynakların hepsini kendimizde toplamayı seviyoruz. Bunları paylaşmayı sevmiyoruz. İşletmelerimizin ilk elde ihtiyacı olan yönetici türünün liderler olduğunun farkında değiliz. Çevremizde düşünen insanlar ve işletmemizde liderler olmasından mutlu olmuyoruz. Tepkici özelliklere sahibiz. Düşünmeden abartılı tepki verme alışkanlığımız var.
Konuları ayrıntılı araştırmıyoruz. Yüzeyseliz. Bir buzdağı ile karşı karşıya olabileceğimiz ihtimalini dikkate almıyoruz. Her zaman otorite arayışı içindeyiz. İnisiyatif kullanma konusunda çekingeniz. Sistemsizliğin ‘deyim yerindeyse, sistem’ haline geldiği yapılar oluşturuyoruz. Kurtarıcılarla yaşamaya çalışıyoruz. Her zaman bizim dışımızda bir kurtarıcı arıyoruz. Başkalarının bizi yönlendirmesine ve ölçeklemesine ihtiyaç duyuyor ve bekliyoruz. Her konuda moda yönelimli olduk. Modaya abartarak yönleniyoruz. İleriyi değil, geriyi; geleceği değil, geçmişi düşünme eğilimindeyiz.
ÜÇ
Bir ekonominin veya toplumun ya da o ülkedeki kurumsal yapıların durumunu tespit etmek için bakılması gereken unsurlardan birisi, düşünsel gelişmişlik düzeyidir. Düşünsel beceri düzeyi; bu çerçevede temel bilimlerden felsefeye, sanattan sivil toplum etkinliklerinin içeriğine kadar çok geniş bir ufku kapsar. Bir toplumun düşünsel gelişmişliğini ne kadar iyi okuyabilirsek, onun gelecekte alacağı durumu da o denli iyi belirlemiş oluruz. Bu noktada ilgili toplum için değerli ve önemli olan, o toplumun ve onun aydınlarının bu durum tespitini yaparak gerekli değişim ve dönüşüm vizyonunu oluşturabilmeleridir.
Gelişmiş ülkelerdeki düşünsel içeriği ve kurumsal yapıları izlediğimizde, ülke ve toplum olarak hayli eksikli olduğumuzu görüyoruz. Bu eksikliklerin ve zafiyetin oluşmasında dış dinamiklerin etkileri kadar siyasal iktidarların, kamunun mevzuat ve yapılarının ve toplumun dinamiklerinin zayıflığını izliyoruz.
Türk Gibi Başla, Gerisini Merak Etme
Bir işe başlıyor; ama sürekliliğini nasıl sağlayacağımızı bilmiyoruz. Başarısız olan her proje, bizi daha atıl hale getiriyor. Her sorunu, acil hale geldiğinde fark ediyoruz. Acil sınıfına sokana dek her soruna kayıtsız davranıyoruz. Başarılı olduğumuzda bununla yetiniyor; başarısızlıkta ise yakıp yıkıyoruz. Sürece ve sisteme değil; sadece sonuçlara odaklıyız. Önce yapıyor, sonra düşünüyoruz. Önce başlayıp, sora para bulmaya çalışıyoruz. Önce başlayıp, sonra sorunları öğrenmeyi deniyoruz.
İyiyi hedefliyoruz. Ama kriterlerimiz olmadığından ilerlemeyi ölçemiyoruz. Sonuçta vasatla yetiniyoruz. Kolay ve önceden denenmiş yolları tercih ediyoruz. Koşulların değişmiş olmasının çözümleri de değiştirmeyi gerektireceğini düşünmüyoruz. Zor olanın gerektiği zamanlarda bile, ucuz ve kolay olanın peşindeyiz.
Rekabeti sevmiyoruz. Rekabetin anlamını, “Biz kazanalım, onlar kaybetsin” şeklinde anlıyoruz. İyileştirme konusunda bilinçli değiliz. Tümden atıp, yenisini alma eğilimi içindeyiz. Kökten değişimin yarattığı erozyonunun bilincine varamadık. Doğrunun birden fazla olabileceğini ve başkalarının da doğruları olabileceğini bilmiyoruz.
Kendi isteklerimizin yapılmasında bağnaz bir ısrarcılık içindeyiz. Başkalarına yaşam hakkı vermiyoruz. İyi örneği oluşturamıyoruz. “Dediğimi yap, yaptığımı yapma” gibi yanlış bir tutum içindeyiz. Hazır reçetelere önem veriyoruz. Kendi özgün çözümümüz konusunda çalışkan ve girişken değiliz.
İlke Dediğin Ne ki?
İlkelerimiz olmadığından kuralları sık ve kolayca esnetiyoruz. Bu arada ilkesizliğe savrulduğumuzun farkında değiliz. Kendimizi küçümsüyor, başkalarını büyütüyoruz. Kendi dışımızda oluşan fikirleri zor kabulleniyoruz.
Konulara, olaylara ve sorunlara objektif değil; sübjektif yaklaşıyoruz. Yetkinlik algımız yok. Çok konuşanı, çok biliyor sanıyoruz. Bilgi ve uzmanlık ile belagati –daha doğrusu yüksek sesle nutuk atmayı birbirine karıştırıyoruz. Acil olanı, en önce yapmak gibi bir saplantımız var. Kaynak sorun ile görünür sorunu birbirine karıştırıyoruz. Kazan-Kazan anlayışında olmadığımızdan, eğer kazanamıyorsak taviz vererek idare etmeye çalışırız. Nedir bunlar? Bu olumsuz özelliklerimizin bazıları neden bazıları ise sonuç… Ama her durumda işletmelerimizin başarısını olumsuz şekilde etkiliyor. Eğer bunlar neden ise ortadan kaldırmamız gerekiyor. Eğer sonuç ise bunlara yol açan nedenleri bulup, gerekli önlemleri almamız zorunlu.
Tüm bu olumsuz özelliklerimize rağmen eğer bir şeye karar verirsek ve buna inanırsak, olağanüstü bir enerji ve sinerji yaratıyoruz. Kimi zaman sorunlar yaratsa da; önemsenmesi gereken bir esnekliğimiz var. Kazanma ve başarma konusunda hırsımızın olumlu sonuçlarını alabiliyoruz. Uyum sağlama konusunda yetenekli olduğumuza hiç kuşku yok. Değişime direnmekten vazgeçtiğimizde, hızlı bir uyum süreci ile başarıya ulaşabiliyoruz. Yapmamız gereken, yüreğimizin sıcaklığına aklın gücünü eklemek olmalıdır.
Kural
Adı önemli değil, özellikleri açısından alaturka bir toplumda ya da toplulukta yaşıyorsanız, size bir kural önerebilirim. Bir sorunla karşılaşır ve bunu çözmeyi düşünürseniz, öncelikle bunun gerçekten çözmeniz gereken sorun olup olmadığını yeterince iyi inceleyin. Çok fazla problemli durumun yaşandığı toplumlarda muhtemelen karşınıza çıkan problem, sadece bir sonuç ya da görüntüdür. Ana sorunu (sorunları) bulup çözmediğiniz sürece bir ‘kurtarıcı’ olamazsınız.