Nasreddin Hoca Kimdir?
Gürcan Banger
“Nasreddin Hoca’yı tanımayan var mı?” diye bir soru soramayız. Çünkü herkes en azından onunla ilgili bir fıkra duymuştur. Ama bu kadar yakınımızda olan bir kişiliği gerçekten tanıyor muyuz? Burası biraz kuşkulu. Ezbere bildiğimizi düşündüğümüz bu bilge insanı pek de iyi tanımıyor olabiliriz. Onu daha iyi tanımak için aşağıdaki satırlara göz atabilirsiniz. Muhtemelen sizi şaşırtacak bazı gerçeklerle karşılaşacaksınız. İyi okumalar…
İyi bildiğimi varsaydığım konular olabiliyor. Ama bunlar karşısında bile zaman zaman bilimsel kuşkuculuğu elden bırakmamaya çalışıyorum. Nasreddin Hoca konusunda bir makale yazmam istediğinde, bu alışkanlığımla zihnimde oluşmuş Hoca imajının gerçeği yansıtıp yansıtmadığını sorgulamak istedim. Hızlı sayılabilecek bir araştırma yaptım. Gördüm ki; Nasreddin Hoca gerçeği, günlük yaşamda bize yansıyandan –en azından bana yansımış olandan– hayli farklı.
Sadece gülmecelerle yetinirseniz, Nasreddin Hoca aklınıza bir ortaoyunu karakteri gibi kazınıyor. İnsanları güldürmeyi hedefleyen, zeki ama düşünsel anlamda fazla derinliği olmayan sıradan bir adam gibi… Özellikle ‘adam’ diyorum çünkü ona yüklenen anlam, bir yerde de egemen erkek dünyasının simgesi olarak kullanılıyor.
Nasreddin Hoca gerçeğinin derinliklerine inildiğinde; bir tarih karışıklığı ve yanılsaması ile karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin Moğol İmparatoru Timur ile çağdaş olmamasına rağmen onunla görüştüğüne dair hikâyeler mevcut. Yine Hoca’nın kendi çağdaşları olan kişilerle ilgili hikâyelerinin de açımsanmaya ihtiyacı var. Hoca’nın gerçek yaşam öyküsü açısından bakıldığında; farklı Nasreddin’lerin –Yunus Emre’de olduğu gibi– iç içe geçmiş ve birbirine karışmış olma ihtimali yüksek. Mevlana’nın Mesnevi’sinde Nasreddin Hoca’ya yakıştırılan bazı olaylardan söz edilmesi –konuya ilişkin bazı çalışmalar olmasına rağmen– açıklanmaya ihtiyaç duyulan bir durum.
İlginç bir gözlemimi aktarmak isterim. Nasreddin Hoca ile Mevlâna’yı aynı tarih diliminde ele alıp yorum yapan çalışmalar var. Bunlar; Nasreddin Hoca’ya mal edilen ama aynı zamanda Mevlana’nın çalışmalarında yer alan bazı nüktelerden ve hikâyelerden örnekler veriyorlar. İlginç olan şu ki; bu hikâyeleri bağlantısız okuduğumuzda bir yorum, Nasreddin Hoca ile eklemleyerek okuduğumuzda farklı bir yorum yapabiliyoruz. Bu durum, bize yazılı ve sözlü kültürü içinde yer aldığı tarihten kopuk düşünmememiz gerçeğine götürüyor.
Bu arada 13’üncü yüzyıldan bu yana pek çok fıkra veya gülünç olay, Nasreddin Hoca’ya mal edilmiş. Hatta öyle fıkralar var ki; dünyanın başka köşelerinde başka isimlerle dile getiriliyor. Yakına gelirsek; örneğin İran’ın Meşhedi’si ile çakışan nüktelerle karşılaşmak da mümkün. Anadolu’da yaşayan insanlar gülünç veya ders alınması gereken olayları, bir anlamda içselleştirerek Nasreddin Hoca’ya eklemlemişler. Bu durum, dünyanın herhangi bir noktasında olabilen alışılmış kültürel olgulardan birisi; ama diğer yandan Nasreddin Hoca gerçeğinin tarihsel olarak bulanıklaşmasına neden oluyor.
Her çağda ve her yönetim biçiminde egemen olan bir ideoloji veya söylem söz konusu oluyor. Egemen ideolojinin baskınlığı oranında toplumun değer ve anlamları da bundan etkileniyor. Örneklemek gerekirse; devlet, Nasreddin Hoca’nın kendi ideolojisine göre şekillenmesi için bir tanımlayıcı ve denetleyici unsur oluyor. Bir yanda halkın kendi Nasreddin Hoca’sı varken diğer yandan devlet kendi yaklaşımını yansıtan “majestelerinin Nasreddin Hoca’sını” yaratıyor.
Anadolu’nun tarihine baktığımızda; dinin devletle fazlasıyla iç içe olduğunu görüyoruz. Bu açıdan Cumhuriyet öncesi ve sonrası fazla farklılık göstermiyor. Dolayısıyla resmî ideolojinin bir parçası olmuş Sünni İslamcı yorum biçiminden Nasreddin Hoca da kendi payına düşeni alıyor. Tarihten ve toplumdan koparılarak öyle bir Hoca yorumu yapılıyor ki; tarih araştırmalarında böyle bir gerçek kişiye rastlamak mümkün olmuyor. Hele halkın yer yer Hoca’yı bir evliyaya dönüştürmüş olması ise konuyu daha da zorlaştırıyor.
Açıkçası; Hoca Nasreddin’i kendi istediğimiz kişi olmaya zorlayarak ona haksızlık yapıyoruz. Görünene inanma kolaycılığından ve Hoca’yı kendi istediğimiz kişi yapmaya çalışma kötü huyundan vazgeçip gerçekleri araştırmaya ve bulup gün ışığına çıkarmaya ihtiyacımız var.
Her yılın Haziran ayında –ağırlıklı olarak– Eskişehir’in Sivrihisar İlçesi Nasreddin Hoca Beldesi’nde “Nasreddin Hoca Doğum Şenlikleri” gerçekleşir.. Giderek geleneksel bir hal alan bu şenlikler, Nasreddin Hoca’yı Anma Haftası kapsamında yapılıyor.
Kitapçılarda, kütüphanelerde veya internet ortamında Nasreddin Hoca konusunda bir araştırma yaptığınızda; büyük oranda fıkra ve komik hikâyelerle karşılaşıyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında Nasreddin Hoca’nın Karadenizli Temel fıkralarına indirgenmiş bir hali var. Sanki Hoca’nın tarihî kişilik olan yanı unutulmuş gibi.
Internet ortamında kitap satışı yapan sitelerde bir araştırma yaptım. Amacım, Nasreddin Hoca hakkında yazılmış ne tür kitaplar bulunduğunu öğrenmeye çalışmaktı. Piyasada bulunabilen kitapların büyük bir bölümünün sadece fıkraların sıralanmasından oluştuğunu gözledim. Hoca’nın gerçek yaşamını araştıran, onun yaşadığı çağ ve sosyal düzenle ilişki kurarak varoluş şartlarını inceleyen çalışmalara rastlamadım.
Nasreddin Hoca hakkında yapılmış pek çok çalışma ise başlangıç noktası olarak onun fıkralarını alıyor. Hâlbuki Hoca fıkralarının gerçek tarihine inildiğinde; bunların bir kısmının Sivrihisar’ın Hortu Köyü’nde doğup yaşamını Akşehir’de sürdürmüş olan Nasreddin’e ait olmadığı anlaşılıyor. Bu nedenle fıkralardan yola çıkılarak yapılan araştırmalar Nasreddin’i konu almaktan daha çok, Anadolu mizah kültürüne odaklanmış oluyor. Dolayısıyla fıkralardan başlayarak yapılan çalışmaların, gerçek anlamda ne denli Hoca’yı ele aldığı sorgulanabilir.
Internet ortamında yaptığım bilimsel makale araştırmasında da farklı bir duruma rastlamadım. Öyle anlaşılıyor ki; bilimsel tarih çalışmaları henüz Nasreddin Hoca’ya vermesi gereken değer ve önemi esirgemeye devam ediyor. Gerek sanat tarihi ve arkeoloji, gerekse sosyal ve siyasal tarih bağlamında yapılmış olan az sayıdaki çalışmalara saygımı ve takdirimi ifade ederken, Hoca’nın şu an olandan daha fazla araştırılmaya ihtiyaç olduğunu ifade etmek isterim. Nasreddin Hoca konusunda halk bilimi ve edebiyat alanlarının ötesinde de –özellikle tarih alanında– araştırılmasına gerek var. Hele ki; Nasreddin Hoca’nın doğduğu yer olan Eskişehir’deki üniversitelere bu konuda ciddi görevler düşüyor.
Hoca’nın gerçek tarihî kişiliği, açıklıkla ortaya konulmadığı sürece onun kişiliği konusunda çok farklı yorumların ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelir. Bir kısım yaklaşımlar onu sadece komik bir Anadolu insanı olarak tanımlarken başkaları onu Yunus Emre veya Hacı Bektaş Veli ile evliya imiş gibi eşleyiverir. Bu tür tarihî, kültürel veya sosyal yanlışlara savrulmamanın yolu Hoca’nın içinde yer aldığı dönem ve toplum açısından doğru biçimde ortaya konmasıdır. Nasreddin Hoca, komik bir insan olmaktan daha değerli bir kültürel varlıktır.
Her yıl haziran ayı başında Hoca’nın anılmasını önemli buluyorum. Ama anma programına baktığımda; beklediğim zenginliği görebildiğimi de söyleyemem; çünkü Nasreddin Hoca, Eskişehir’in en önemli kültürel varlıklarından birisidir. Bu nedenle onun anılması fıkra dramatizasyonundan, halk oyunları gösterisinden ya da pilav ikramından, sayısal ve çeşitlilik olarak çok daha fazla etkinlik ve canlılık içermesi gerekir.
Bundan sonraki anma programlarında bilimsel konferanslar, konuyla ilgili belgesel gösterimleri, bu alanda çalışma yapanlara yönelik ödül törenleri, bu hafta içinde dağıtımı yapılacak kitap ve broşürler, hediyelik eşya yarışmaları ile yaygın medyada gösterime sunulacak tv programları olmasını ümit etmek istiyorum. Eskişehir Valiliği, yerel yönetimler, üniversiteler, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları, yerel medya ve araştırmacıların daha kapsamlı çalışmalar yapmasına ihtiyaç var.
Kaç Nasreddin Geçti Bu Dünyadan?
Nasreddin Hoca, kültürümüzün en önemli halk figürlerinden birisidir. Yeterli yazılı kaynağın olmadığı bir dönemde yaşamış olan Nasreddin Hoca’nın hayatı hakkında farklı söylentiler olmasını olağan karşılamak gerekir. Muhtemelen onun yaşam öyküsü, başkalarınınki ile karışmış olabilir. Ama kesin olan şu ki; Nasreddin Hoca figürünü bunların tamamı oluşturmaktadır. Günümüzde yönetim kültürü kitaplarında bile Nasreddin Hoca’dan söz ediliyor olması, onun gücünü ve benimsenmişliğini ifade eder.
Yazılı hale gelmiş ilk Nasreddin Hoca hikâyesi Sarı Saltuk’un yaşamını anlatan Saltukname’de yer almaktadır. Saltukname, Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan’a 1480 yılında Ebu’l Hayr Rumî’nin sunduğu bir derlemedir. Bu eserde Anadolu’dan ve Rumeli’nden derlenen menkıbe ve rivayetler yer almaktadır. O dönem toplumunun bazı sosyal, kültürel ve dinî özelliklerinin yansıtıldığı Saltukname’de Sarı Saltuk’un Nasreddin Hoca’yı Sivrihisar’da ziyaret etmesinden söz edilmektedir.
Sivrihisar ve Akşehir’de yaşamış olan Nasreddin Hoca’nın yaşamının 13’üncü yüzyıla (1208-1284) tarihlendiğine bakılırsa, Saltukname’de verilen bilgiyi doğruluk açısından en muhtemel olarak kabul etmek gerekir. Daha sonraki dönemlerde Nasreddin Hoca’nın yaşam öyküsünün, hikâyelerinin ve fıkralarının değişime uğramış olması olasılığı daha yüksektir.
Bu karışıklıklar açısından bir örnek verebiliriz. Örneğin Hoca’nın Timur’un liderliğindeki Moğolların Anadolu’yu işgali ve Hoca’nın Timur’la görüştüğüne dair ünlü ‘filli fıkra’ bu konuda önemli bir veridir. Timur’un 14’üncü yüzyılda (1336-1406) yaşadığı düşünüldüğünde; bizim bilip tanıdığımız Nasreddin Hoca ile çağdaş olması mümkün değildir. ‘Filli fıkra’ türünde hikâyeler ya sonradan üretilmiş ya da başka kişiler Nasreddin Hoca ile karıştırılmıştır. Bugün Türkî cumhuriyetlerin bulunduğu bölgede Nasreddin Hoca hikâye ve fıkralarının yaygınlığına bakılırsa; Timur ile çağdaş olan bir başka Nasreddin olması da muhtemeldir.
Diğer yandan Nasreddin Hoca’nın Mevlana Celaleddin Rumî (1207-1273) ile tanışıp görüştüğüne dair rivayetler de mevcuttur. Mevlana’nın Nasreddin Hoca ile çağdaş olması ve yaşamının bir bölümünü Akşehir’de geçirmiş olması nedeniyle bu eşleme, akla yakın gelebilir. Mevlana ile anılan Nasreddin Hoca’nın, ismi günümüze değişerek gelmiş bir başka kişi olduğunu iddia edenler de var.
Özetle; Nasreddin Hoca konusunda çalışma yaparken yukarıda kısaca özetlediğim karışıklıklar konusunda dikkatli olmak gerekli. Halk kültürünün doğası gereği içerdiği karmaşa ve anakronizm nedeniyle hızla tuhaflıklara savrulmak mümkündür.
Nasreddin Hoca’nın Yaşam Öyküsü
Nasreddin Hoca, günümüzde kendi adıyla anılan Sivrihisar’ın Hortu Köyü’nde 1208 ylında doğdu, 1284 yılında Akşehir’de öldü. Mevcut bilgilere göre; babası Hortu Köyü imamı Abdullah Efendi, annesi ise yine aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Kendisi ile ilgili söylenip yazılanlarda yaşamının Selçuklular dönemine denk düştüğü anlaşılmaktadır. Yaşadığı çağda Sivrihisar bölgesi Anadolu Selçukları ile Bizans arasında sınırı oluşturmaktadır. Bilindiği kadarı ile Nasreddin Hoca; Selçuklu hükümdarlarından Alâeddin Keykubat I, Gıyaseddin Keyhüsrev II, Kılıç Arslan IV ve Gıyaseddin Keyhüsrev III dönemlerine tanıklık etmiştir.
İlk eğitimini babası Abdullah Efendi’den almıştır. Babasının ölümü üzerine Nasreddin Hoca’nın onun yerine imam olduğu söylenir. Yine bir rivayete göre Sivrihisar’da medrese eğitimi gördüğü ve babasının ölümü üzerine köye dönerek imam olduğu ifade edilmektedir. Söylentilerin doğruluğu konusunda kuşkular olabilse de; edinilen izlenim, Hoca’nın gençliğinde dinî eğitim aldığı yönündedir.
Nasreddin Hoca’nın Akşehir’e göçü öncesinde medresede ders okuttuğu ve Sivrihisar’da kadılık görevinde bulunduğu rivayet edilmektedir. Bu hizmetlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce isminin verildiği, zamanla bunun Nasreddin Hoca’ya dönüştüğü söylenir.
Babasının ölümünden sonra bir süre devam ettirdiği imamlığı Cılız Mehmed olarak bilinen birisine bırakarak 1237’de Akşehir’e göçtüğü ve Seyyid Mahmud Hayranî’nin derslerini dinlediği ve onun dervişi olduğu ifade edilmektedir. Yine bu dönemde Seyyid Hacı İbrahim’in derslerini dinlediği de söylenir. Gerek Seyyid Mahmud Hayranî gerekse Seyyid Hacı İbrahim, yaşadıkları çağın önemli din bilginleridir. Akşehir’de Seyyid Mahmud Hayranî’ye ait 1257 tarihli ve Seyyid Hacı İbrahim’e ait 1266 tarihli vakfiyelerde tanık olarak Nasreddin Hoca’nın imzası mevcuttur.
Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’dan ayrıldığı zamana ilişkin hoş bir hikâye anlatılır. O tarihte Sivrihisar kale dizdarı (kaleden sorumlu komutan) Alişar Bey’dir. Nasreddin Hoca’nın da tavsiyeleriyle Alişar Bey, Konya’dan Tuğrul Efendi’yi Sivrihisar’a getirir. Tuğrul Efendi’nin vaazları Hoca da dâhil olmak üzere Konya ve Akşehir din ve ilim çevresi konusunda bir çekicilik uyandırır. Sonunda Nasreddin Hoca Konya’ya gitmeye karar verir. Nasreddin Hoca Sivrihisar’dan ayrılırken Alişar Bey kendisine şöyle seslenir: “Sen bu işi önceden kurdun. Kendi yerini dolduracak Tuğrul Efendi’yi bana buldurdun. Şimdi de gidiyorsun.” O an Nasreddin Hoca, eşeğini durdurur ve semere ters oturur, şöyle der: “Gidiyorum, ama gözüm üzerinizdedir.” Sonuçta Hoca’nın yolu sırayla Emirdağ - Afyon – Bolvadin üzerinden Akşehir’e ulaşır.
Nasreddin Hoca Sivrihisar ve Akşehir’de imamlık, hatiplik, vaizlik, müezzinlik, müderrislik ve kadılık gibi işlerle ilgilenmiştir. Geçimini sağlamak amacıyla çiftçilik, bahçıvanlık ve pazarcılık yaptığı söylenir. Hoca, 1284 yılında 76 yaşında Akşehir’de öldü.
Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’dan ayrıldıktan sonra ölümüne kadar olan yaşamı yeterince açıklığa kavuşturulmuş değil. Aynı ya da yakın dönemlerde yaşamış başka Nasreddin’lerle karıştırılıyor olması muhtemel. Bu nedenle “Kaç Nasreddin Geçti Bu Dünyadan?” gibi bir soruyu sormayı seçiyorum. Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar sonrası yaşamına ilişkin daha fazla bilimsel çalışmaya ihtiyaç var.
Nasreddin Hoca’yla ilişkilendirilen pek çok hikâye ve fıkra anlatılır. Bunların pek çoğunu daha çocukluğumuzdan beri duyar, okur ve aktarırız. Bu küçük öykülerden pek azı yer ve tarih içerir. Pek çok fıkranın hangi zamanda ve ortamda geçtiği belli değildir. Ama Hoca’nın çağdaşı olduğu bilinen bazı hikâyelerinin özel değeri vardır.
Hoca’nın en ilginç öykülerinden birisi Şeyyad Hamza isimli bir kişiyle ilgili olanıdır. Bu hikayede söz edilen Şeyyad Hamza’nın 13’üncü yüzyılda yaşamış olan Sivrihisar – Akşehir yörelerinde yaşamış –aruzla yazmış– sufi şair Şeyyad Hamza olma olasılığı yüksektir. Fıkrada anlatılan olay doğru olmasa bile; zaman ve mekân uygunluğu açısından ilginç bir yakıştırmadır. Her sanatçının sıradan insanlara göre farklı özelliklere sahip olması konusu hatırlanırsa; Nasreddin Hoca ile Şeyyad Hamza arasında rekabeti hatırlatan böyle bir olayın geçmesi de olağan karşılanmalıdır.
Rivayet edilir ki; Şeyyad Hamza bir gün topluluk içinde Hoca’yı aşağılamak için “Behey Hoca; senin bu halin nedir? Sen bu âleme maskaralık etmeye mi geldin?” Hoca kızmamaya çalışarak şöyle cevaplar: “Er olana bir marifet yeter.” Bu cevap Şeyyad Hamza’yı ateşlemek için yetmiştir. Hoca’ya cevap vermek üzere hemen atılır: “Benim hünerlerim pek çoktur; kemalimin sonu, sınırı yoktur. Örneğin her gece maddeler dünyasından geçer, göğün sınırına kadar uçarım. Oradan aşağıya el sallar, yedi kat göğün katlarında ne varsa görürüm.” Hoca sükûnetle şöyle bir soru ile karşılık verir: “Pekala; orada sallamak üzere elini uzattığında, hiç eline samur gibi nazik ve yumuşak bir şey dokunur mu?” Şeyyad Hamza gökte bulunuşunu doğrularcasına heybetle “Evet” diye cevap verir. Şeyyad Hamza’yı oyuna getiren Nasreddin Hoca taşı gediğine koyar: “Behey ahmak! O eline değen şey, benim eşeğimin kuyruğudur.”
Nasreddin Hoca ‘yı Nasıl Anmak İcap Eder?
Hiç kuşkusuz; Nasreddin Hoca’nın tarihî kişiliği önemlidir. Ama ondan önemlisi, onun kıssadan hisse ders veren bir öğretmen oluşudur. Bu özelliği ile daha uzun zaman toplumun hiza göstericisi olarak yer alacağı kanaatindeyim. Örneğin günümüzde onun ismini ve ruhunu taşıyan yönetim kültürü kitaplarının yazılmasının altındaki ana fikir budur.
Bu nedenle Nasreddin Hoca konusunda yaşadığı dönemle veya ona ilişkilendirilerek anlatılan olaylarla yetinmemek gerekir. O ince düşünmenin, ayrıntılara dikkat etmenin, yaşamın gerçek anlamını gözden kaçırmamanın hatırlatıcısıdır. Güldürü ile yaşamı olumlu yönden eleştirmenin ve değerlendirmenin simgesidir.
Van’ın Saray Köyü’nde doğan Prof. Dr. Mikail Bayram, ilahiyat kökenli bir Ortaçağ tarihçisidir. Selçuklu tarihi konusunda uzmandır. Arapça, Farsça ve Osmanlıca’yı iyi derecede bilir. Geçtiğimiz yıllarda Konya Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü’nden –yaş haddi nedeniyle– emekli olmuştur. Bayram, özellikle Mevlânâ ve Ahi Evren konusundaki iddialı tezleri nedeniyle 2000’li yılların başından itibaren medyada gündem olmuştur. Tüm uzmanlığına ve dikkati değer tezlerine karşın iddiaları konusunda doyurucu cevaplar verilemediği ve sıradan yadsımalarla geçiştirilmeye çalışıldığı da bir başka gerçektir.
Prof. Bayram’ın tezleri arasında Ahilik’in kurucusu olan Ahi Evren ile Nasreddin Hoca’nın aynı kişi olduğu önemli bir yer tutar. Yine Mevlânâ ile Ahi Evren arasındaki husumete ilişkin ciddi ipuçları ve kanıtlar sunmaktadır. Bu yaklaşımını –pek çok ilişkili çalışması olmakla birlikte- kendisinin en önemli eserlerinden birisi olan “Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren – Mevlânâ Mücadelesi” isimli kitabında bulmak mümkündür. Bu çalışmada Mevlânâ ve arkadaşı Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ’nın oğlu Alaaddin Çelebi ve Ahi Evren (Hace Nasirü’d din Mahmud; bir başka deyişle Mikail Bayram’a göre Nasreddin Hoca) arasındaki çatışma sürecini anlatır.
Mikail Bayram bir söyleşisinde konuyu şöyle özetler: “Alaaddin Çelebi ile Şems-i Tebrizî arasındaki bu muhalefet üzerine Alaaddin Çelebi’nin, Şems-i Tebrizî’nin muhalifleri olan Ahiler arasında yer aldığı anlaşılmaktadır. [Alaaddin Çelebi,] Ahi Evren Hace Nasreddin’in talebesi olmuştur. […] Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesinden kısa bir süre sonra Ahi Evren Hace Nasreddin ve Alaaddin Çelebi Kırşehir’e göç ettiler. 1261 yılında Anadolu’nun birçok vilayetinde Moğollara karşı ayaklanmalar baş gösterdi. Kırşehir’de de Ahi Evren ve arkadaşları ayaklanma başlattılar.”
Bu noktada Bayram’ın söyleşisine ara verip size Eskişehir’le ilintili bir ismi hatırlatmak istiyorum: Cacaoğlu Nureddin. Bu şahıs, 13’üncü yüzyılda Eskişehir Emiri olan Moğol komutanıdır. Moğollara karşı isyanın başladığı anda Eskişehir’dedir. 1272 yılında kaleme alınmış Arapça – Moğolca Vakfiyesi ile ilgili çalışmalardan, Eskişehir ve civarında bir cami yaptırdığını, 17 cami ile 1 zaviyeyi tamir ettirdiğini ve bunların yaşaması için mülk vakfettiğini öğreniyoruz. 13’üncü yüzyılda ve sonrasında birkaç kez tamir gören camilerden birisi de bugün yenilenmiş olarak hizmet vermeye devam eden Eskişehir Alaaddin Camii’dir.
Söyleşide Mikail Bayram bir başka soruya cevaben şunları söylüyor: “Bu ayaklanmayı bastırmak üzere Mevlânâ’nın müridi ve Moğol asıllı Cacaoğlu Nureddin Kırşehir’e gönderildi. Nureddin Caca, Kırşehir’e gitmeden önce Mevlânâ ile bir görüşme yaptı. Tam bu sırada Mevlânâ’nın oğlu Alaaddin Çelebi’ye iki mektup yazdığını ve onu aile ocağına dönmeye ikna etmeye çalıştığını görüyoruz. Cacaoğlu Nureddin buradaki ayaklanmayı bastırarak isyancıların tamamını kılıçtan geçirdi. Burada Ahi Evren Hace Nasreddin ve Mevlânâ’nın oğlu Alaaddin Çelebi’nin de öldürüldükleri anlaşılmaktadır. Cacaoğlu Nureddin, […] Alaaddin Çelebi’nin cenazesini de Konya’ya getirmiş olmalı ki, Alaaddin Çelebi’nin cenaze namazının kılınması söz konusu olmuştur. […] Mevlânâ ısrarlara rağmen oğlunun cenaze namazını kılmamıştır.”
Buraya kadar özetlemeye çalıştığım hikâye, bu konuyla ilgili olaylar manzumesinin sadece bir parçası. Geriye bir dizi soru kalıyor. 1208’de Sivrihisar’ın Hortu Köyü’nde doğup daha sonra Akşehir’e doğru yola çıkan Nasreddin Hoca ile Ahi Evren’le eşlenen kişi aynı hoca mıdır? Yoksa birden fazla gerçek kişilik birbirine mi karışmıştır? Gerçek Nasreddin Hoca nasıl olup da bir folklorik tipe dönüşmüştür? Mevlânâ’nın eserlerinde –bugün Nasreddin Hoca ile eşlenerek anlatılan– fıkraların varlığının anlamı ve açıklaması nedir? Saltukname’de anılan Hoca kimdir? Çağdaş olmadıkları halde Hoca’nın Timur’la birlikte anılmasının nedenleri nelerdir?
Kanımca; Nasreddin Hoca’yı sadece bir ‘komik halk kahramanı’ tipine dönüştürerek ona haksızlık ediyoruz. Hoca’yı daha iyi tanımak için daha fazla araştırmaya ihtiyaç var.
Bildiğimiz Nasreddin Hoca fıkraları ve hikâyeleri pek bilindiktir. Ders verici bile olsalar fazlaca anlatıldığından olması gereken etkiyi yaratmayabilirler. Hâlbuki Anadolu gülmece edebiyatı pek çok Nasreddin Hoca fıkrasına sahiptir. Bunları yeterince dillendirmiyoruz. Önceki yüzyıllarda kaleme alınmış bazı kaynaklardan az bilinen birkaç tanesini (günümüz Türkçesine uyarlayarak) aktarmak isterim. Böylece Eskişehir’in bilge Hoca’sını bir kez daha sevgi ve saygıyla anmış oluruz.
Nasreddin Hoca, bir iş için Bursa’ya gitmiş. Çarşıda bir çuha şalvarı beğenmiş, pazarlık etmiş ve sardırmış. Parasını verip alıp gideceği sırada giymekte olduğu kendi şalvarının pek de eski olmadığı kanaatine varmış. Şalvar yerine hafif bir cübbe almasının daha uygun olacağına karar vermiş. Dükkâncıya “Şalvar alacaktım ama vazgeçtim. Onun yerine aynı değerde bir cübbe ver” demiş. Dükkân sahibi para olarak eşdeğer bir cübbe bulup Hoca’ya vermiş.
Hoca cübbeyi alıp dükkândan çıkarken dükkâncı “Hoca efendi, para vermedin” demiş. Hoca, “Sen de bir tuhafsın adam! Onun yerine şalvarı bıraktım ya” diye cevaplamış. Dükkâncı şaşkınlıkla “Canım efendim; şalvara para vermedin ki!” deyince Hoca daha da şaşırmış halde “Fesüphanallah! Bu Bursalılar ne tuhaf adamlar… Şalvarı almadım ki, para vereyim!” demiş.
Nasreddin Hoca fıkralarının folklorik yorumunda Sivrihisarlıların zeki, komik ama biraz tuhaf halleri olduğundan söz edilir. Bu yorum, eski zamanlarda yazılmış kitaplarda da yer alır. Hatta sonradan üretilmiş Hoca fıkralarının bir bölümünün teması budur. Yukarıda aktardığım fıkrada ise sanki Hoca, Bursalılara bir gönderme yapıyor gibi.
Hoca’nın bazı hikâyeleri ve fıkraları var ki; bunlarda komiklik unsurundan daha çok, bir eleştiri daha belirgindir. Bu tür Hoca hikâyelerini bir komik fıkra gibi değil de; ders niteliğinde bir atasözü olarak anlamak daha uygun olur.
Nasreddin Hoca bir köyün ağasına misafir olur. Yemekte ağa Hoca’ya sorar: “Hoca! Padişah mı büyük yoksa çiftçi mi?” Hoca yemekten başını kaldırır ve cevap verir: “Elbette çiftçi büyük. Çiftçi buğday vermese padişah acısından ölür.”
Mevcut bilgilere göre; Nasreddin Hoca 1208-1284 yılları arasında ünlü Moğol İmparatoru Timur ise 1336-1408 tarih diliminde yaşamıştır. Bir başka deyişle Hoca ile -Timurlenk olarak tanıdığımız- Timur çağdaş değillerdir. Timur ünlü bir komutan olduğundan çoktan Nasreddin Hoca hikâyeleri dilden dile dolaşmaya başlamıştı. Fakat Anadolu halkı, Timur’un Anadolu’da yarattığı baskı ve zulmün karşısına Hoca’nın zekâsını ve bilgeliğini koymayı sever.
Nasreddin Hoca bir gün Timur’un huzuruna varıp büyük bir olgunluk ve cesaretle Akşehir Beldesi adına bazıları hayli ağır olan isteklerde bulunur. Timur bu istekler karşısında ateş püskürür: “Sen benim gibi büyük, görkemli, başarılı bir Dünya hakanı karşısında böyle isteklerde bulunabiliyorsun?” Hoca bilinen sakinliği ile “Sen büyüksen biz de küçüğüz” der.
3-10 Haziran arasında Nasreddin Hoca’nın Eskişehir Sivrihisar İlçesi Hortu (şimdi Nasrettin Hoca) Köyü’nde doğumu şenlikleri yapılıyor. Dolayısıyla Hoca’yı Sivrihisar’la birlikte anarak bitirelim.
Nasreddin Hoca bir gün Sivrihisar’da camide minbere çıkıp vaaz verip nasihat ederken “Ey cemaat! Şükredin ki, devenin kanatları yok. Eğer kanadı olsaydı, uçup bacalarımıza konup yıkardı” demiş.
Söz dahi burada tamam oldu.
Yorumum sizin yorumunuz yanında çok cılız kalacak… 3. paragrafta da belirtiğiniz gibi Mesela; Eskişehir de konumlandırılan ”yunus emre” aslında ”yunus emir bey” adında biridir… Özetle bayıldım tarzınıza.. selamlar ve başarılar.. serdar ünver, smmm, Emekli, anadolu ünv. öğr.gör. Palet ve Kibele sanat merkezleri eski yöneticisi…