Nerede Durduğumuz, Ne Gördüğümüz
Gürcan Banger
Ne gördüğümüz nerede durduğumuza bağlıdır. Bu sözü doğrulayan sanatlar arasında resim ve heykel ilk sıralarda yer alır. Gözlem noktasının ve bakış açısının önemini vurgulayan bir başka disiplin ise teknik resimdir. Baktığımız şey bir manzaradır, bir insandır, bir yapıdır ya da bir makine parçasıdır. Bakış noktamızı değiştirdiğimizde karşımızdaki ‘şeyi’ konumun, ışığın ve perspektifin yarattığı bir fiziksel farklılıkla görürüz.
Bir fiziksel nesnenin teknik resmini bu konuda yetkin birkaç ressama çizdirsek, her biri farklı noktalardan baksalar da birbirine çok benzer çizimler yapacaklardır. Diğer yandan masanın üzerinde bir elma –aynı noktadan, aynı açıyla, aynı ışıkta baksalar da– Paul Cézanne (1839-1906) veya Pablo Picasso (1881-1973) ya da Salvador Dali (1904-1989) için farklıdır. Fiziksel elmayı temsilen yapacakları resimler de tümüyle farklı olacaktır. Anlaşılan o ki, ‘nerede durduğumuz’ konusu sadece fiziksel konum, bakış açısı ve aydınlanmadan (ışıktan) ibaret değil –sübjektif faktörler birincil düzeyde etkili oluyor.
Bir sistem, ilişkilerle birbirine bağlanmış bir dizi bileşenin belli amaca yönelmiş olarak ‘hareket eden’ bütünlüğünü ifade eder. Bir olayın veya durumun ya da herhangi bir ‘şeyin’ bir sistem olarak modellenebileceğini belirtmiştim. Yaşamı anlamak, açıklamak ve öngörmek için –farkında olarak veya olmayarak, kendimizin oluşturduğu ya da başka kaynaklardan öğrendiğimiz– modeller kullanırız. Model, gerçeğin bir simgesel temsilidir. Dolayısıyla bu simgesel temsil, onu hazırlayıp üretenin kişisel varsayım ve ön kabullerini barındırır ve yansıtır. Bu kişisellik ise yaşamın doğası gereği sübjektiflik (öznellik) içerir. Bir başka deyişle; evreni, doğayı, toplumu, insanı ve yaşamı kavrayışımızda onu ‘modelleme’ anlayışımızdan –veya seçip kullandığımız modelden kaynaklanan– sübjektivite bulunur.
Modellerimizi kurmak veya mevcut olanlar arasından model seçmek için gözlemlerimizden yararlanırız. Duyu organlarımızda herhangi bir sorun yoksa gerçeği görür, duyar, koklar, tadar veya dokunarak hissederiz. Duyu organı çevreden gelen fiziksel veya kimyasal bir etkiye maruz kalır. Buraya kadar olup biteni bizim dışımızdaki bir ‘gerçek sistemden’ gelen ‘işaret’ olması nedeniyle ‘objektif’ sayabiliriz. Ama söz konusu görsel, işitsel vb. işaret bize ulaştıktan sonra sübjektivite devreye girer. Kurduğumuz veya tercih ettiğimiz modele veri olarak aktardığımız duyu verileri de sübjektif değerlendirmelere maruz kalmaya başlar. İki farklı kişi olarak görüntüyü, sesi, kokuyu, tadı veya dokunmayı farklı biçimde algılar ve değerlendiririz. Aynı yemek herkes için aynı lezzette değildir; aynı müzik her birimiz için aynı güzellik yorumuna yol açmaz ya da kimi kokular bazı kişiler için tercih edilirken diğerleri için tahammül edilemez nitelikte olabilir.
Özetleyelim. Kendimiz de dâhil olmak üzere yaşamı anlamak, açıklamak ve öngörmek için model kurma ve seçme sürecinde sübjektif özelliklerimiz devreye giriyor. Bu modelde veri olarak kullanmak üzere kullandığımız veriler de aynı sübjektiflik filtresinden geçiyor. Modelin çıktılarını değerlendirirken bir kez daha sübjektif niteliklerimiz devreye giriyor. Daha da önemlisi, böyle bir durum insanlar olarak her birimizin yaşam ile ilgili farklı yaklaşımlara sahip olmamız sonucunu getiriyor. Duygu, düşünce ve eylemlerimiz benzeşse bile özünde farklılıklar taşıma potansiyeline sahip… Biz ise yaşamı ‘kolaylaştırmak’ için farklılıkları göz ardı ederek her bireyi eşdeğer kalıplar içine sokmaya çalışıyoruz. Hâlbuki farklı olabilmek, özgür olabilmek anlamına geliyor. Aynılaşarak veya aynılaştırmaya çalışarak özgür birey olmanın imkânlarını yok ediyoruz. Farklılıkların bir arada var olmasına olanak sağladığımızda ise insanın doğasına ve özgürlük ruhuna uygun olanı yapmış oluyoruz.