Gürcan Banger
Bir işte başarılı olup olmadığınızı görmek için bazı gösterge değerleri, zaman dilimleri arasında ölçmek gerekir. Örneğin bir firma yönetiyorsanız; işletmenin cirosunu, kârlılığını, giderlerini veya benzer sayısal göstergeleri, yıllar veya aylar arasında karşılaştırarak bazı yargılara varır ve kararlar verirsiniz.
Toplum için de benzer bir yaklaşım öngörebiliriz. Kişi başına düşen gelir, sosyo-ekonomik katmanların yaşam kalitesi endeksleri, nüfus veya kişi başına yeşil alan miktarı ve benzerleri, bize toplum (ve onun yaşamı) hakkında pek çok bilgi verir. Değişimi, bu değerlerle gözler; dün ile bugün arasında karşılaştırmalar yaparız. Toplum hakkındaki yargılarımız da böyledir. Zaman içinde toplum değiştiği gibi, bizim yargı ve tespitlerimiz de değişir. Dönüşüm ve değişim hızının çok yüksek olduğu günümüzde aynı kalmakta ısrar eden bazı ‘dinozorların’ soyu yavaş yavaş tükeniyor.
On (neredeyse onbeş oldu) yıl önce şunları yazmışım: “Doğudan Batıya, kırdan kente ve karadan denize doğru bir iç göç sonucu, son 40-45 yılda büyük kentlerin varoşlarında bir hareketlilik yaşanıyor. Eski kentleri altüst eden bu oluşum, yüksek doğum oranı ile destekleniyor. Kent varoşları her geçen gün kimlik değiştiriyor. Şu an adeta ülkeyi varoşlar ve gecekondular yönetiyor. Dinsel kimlikleri, etnik kökenleri, oy tercihleri, siyasetteki etkileri, aile yapıları, müzikleri ve daha pek çok sosyal özellikleri ile gündemi onlar belirliyor. Anlaşılıyor ki; bu kaynaşmanın içinden geleceğin yeni kentlileri ‘ya çıkacak ya da çıkacak’.”
On yıl sonra (yani bugün) genel görünüme baktığımda; devam eden yönelimler yanında farklılık noktasında ulaşmış sosyal göstergeler de gözlüyorum. Sosyal göç, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında olduğu kadar yoğun değil. Kırda yaşayan nüfusta ciddi azalmalar oldu. Kırdan kente gelenler, kentle bütünleşmede hayli mesafe aldılar. Buna ‘kentin kırlaştırılması’ demek daha doğru olur. Kırdan kente gelen her yeni yurttaş, kentteki sorunların artmasına (bir başka deyişle; kentteki ekonomik ve sosyal maliyetlerin artmasına) neden oldu. Kentin sorunları, yerel yönetim imkânlarıyla karşılanamayacak bir noktaya ulaştı. İktidarların kırın sorunlarına kayıtsız kalması, sosyal ve ekonomik sorunların kırdan kentlere akmasına neden oldu. Kıra karşı aynı kayıtsızlığın sürüyor olması nedeniyle; yakın vadede ne kırda ne de kentte önemli bir yönelim değişimi beklemek doğru olmaz.
Kırdaki nüfusun kentlere akması sonucu, kentler önemli bir değişime uğradı. Çünkü kentler ne sanayi, ne ticaret ne de yerleşim özellikleri açısından bu akışa hazır değildi. Dolayısıyla Batıdakinden farklı olarak kentler, kırdan gelen nüfusu dönüştüremedi; aksine kırdan gelen nüfus, kendi kültürünün ve yaşam modelinin kentlerde yerleşmesini sağladı. Siyasetten günlük yaşama kadar bugünün sosyal gerçeği budur.
Göç sürecinin bazı sonuçları artık daha net gözleniyor. Bazı kentlerde nüfus, (geriye dönüşsüz biçimde) hızla azalıyor. Gelişme özellikleri gösteren kentler ise hızlı ve aşırı nüfus artışından dolayı oluşan sorunların altında ezilmeye başladı.
Bu arada 2000’li yıllara geldiğimizde; gelişen kentler bir başka etki altına girdi. Bu, Batının tüketim toplumu anlayışıdır. Bu bağlamda örneğin bireysel kara taşıtı (otomobil vb) kullanımının aşırı teşviki, kentlerde yol, otopark ve genel anlamda trafik sorunlarının artmasına neden oldu. Büyük şehirler, trafik sorununun aşılması açısından zor bir noktaya geldi. Kent içinde rantın ve kent merkezinde mekânsal sıkışıklığın had safhaya varması nedeniyle toplu taşım çözümleri üretmek de pek mümkün (veya kolay) olmuyor. Bu cesareti kendinde bulan yerel yönetimler, işin maddi yükünü halkın sırtına bindirmeleri yanında; kentsel mekânın kullanımında da yeni sıkıntılar yaratıyorlar. Trafik ve kentsel mekân kullanımı sorunlarının, benzer biçimlerde ülkenin farklı kentlerinde aynı anda yaşanıyor olmasını şaşırtıcı bulmuyorum. Çünkü bu sorun, yerel yönetimlerin algı ve (varsa) vizyonlarını fazlasıyla aşan bir sorun olarak duruyor.
İki
1990’lar sonrasında en ciddi değişim, yaşam kültürü alanında oldu. Hatta bu alanda oluşan değişimin, kişi ve kuruluşların gelir düzeylerini aşan (yani ekonomi ötesi) noktalara vardığını bile söyleyebiliriz.
On yıl önce kültürel değişimle ilgili olarak şunları yazmışım: “Ülkenin değişik yörelerinde var olan ve şimdiye kadar ‘görece izole’ duran kültürler hızla iç içe geçerek birbirini etkiliyor. Sentezlenmesinde medyanın da katalizör oldu yeni ve karma bir (sentetik) kültürün oluşma olasılığı var.”
Sosyal göçün sonuçlarından birisi, gerçekten bir kültürel değişim oldu. Kır kültürü, kentlerde önemli ölçüde etkili oldu. Hem kırdan hem de kentten hayli farklı yeni sentetik bir kültür oluştu. Bu sürece teslim olanlar arasında medyanın özel bir yeri var. Bu kültürün ‘tüketime’ yöneltilebileceğini gören medya, sentetik kültürün yerleşmesi ve yaygınlaşması için üstün bir gayret (!) içinde oldu. Cinsellik odaklı, kaba tavırlı sinema filmleri ile başlayan süreç, TV’de mafya dizileri ile devam ediyor.
Yukarıda verdiğim tespite bağlı olarak bir başka paragrafta şunları yazmışım on yıl önce: “Anlaşılıyor ki; toplumumuz, Batı modeline ulaşması için gerekli içsel ön koşulları taşımamaktadır. Yaklaşık son 100 yılda olduğu gibi, bugün de dış dinamikler, sosyal süreçlerde son derece etkililer. İletişimdeki gelişmeler nedeniyle dış dinamiklerin ve yansılarının etki alanları giderek genişliyor.”
Küreselleşme olgusu, toplumumuzu (bir boks veya güreş deyimiyle ifade edersek) ‘açık düşmüş’ halde yakaladı. Türkiye, sosyal göçün yoğun etkilerini yaşarken, diğer yandan küreselleşmenin ‘tüketim toplumu’ baskısı ile karşılaştı. Gerek birey gerekse kurum olarak yeterince hazırlıklı olmayan Türkiye, kendi değerlerini hızla yitirirken, göçün etkileriyle oluşan sentetik kültür, tüketim yönelimleri ile yeni bir şekle büründü.
Yukarıda sözünü ettiğim değişim belirtilerine rağmen toplumun pek çok ana hattının değişmediğini söylemek yanlış olmaz. Sentetik görünümün altında hâlâ Doğulu bir toplumun net görünümleri var. AB sürecinde yapılan tüm yasal ve yönetsel değişikliklere rağmen ‘merkez devletin’ tutum ve davranışlarında ciddi bir değişiklik olmadı.
Dikkatimi çeken bir başka nokta daha var. Tüm dünyada küreselleşme ve liberalleşme yönelimlerine karşı bir tepki yükseliyor. Bunun izlerini ülkemizde de gözlüyoruz. Bu tepkilerin bir bölümü, Türkiye’de siyasal İslam’a karşı oluşan tepkilerle bütünleşiyor. Aslında buraya kadar garip olan bir şey yok. Dikkati çeken nokta, bu karşı duruşların milliyetçilik görünümü altında içi boşlatılmış kavramlarla yapılmasıdır. ‘Siyasetin içeriğinin boşlatılması’ ile birlikte düşündüğümüzde; bu durumun altındaki siyasal rant arayışlarını görmek kolaylaşıyor.
Biraz eskimiş bir anekdot ama hatırlamakta yarar var. Geçtiğimiz gece bir TV kanalında, 22 Temmuz 2007 milletvekili seçimine İstanbul’dan bağımsız aday olarak katılan bağımsız aday olarak katılan iki akademisyenin yer aldığı bir programı kısmen izlemiştim. Programın bence en ilginç yönü, o seçimde ve bugünkü siyaset alanında neyin eksik olduğunu tespit etmesiydi. Hiç kuşkusuz; o seçimin sol kanadı eksikti. Fakat daha da önemlisi, halkı temel alan içerik ve sosyal ahlâkı eksik… Yukarıda sözünü ettiğim sentetik kültür ve siyasal erozyon, öncelikle siyasetin içeriğini ve üzerinde temellenmesi gereken ahlâk anlayışını yok etti. İçeriği ve ahlâkı eksik bir siyaset de bugün yaşandığı kadar olabiliyor.
Üç
Pek çok sivil toplum örgütünde veya meslek odasında her seçim öncesi adayları buluşturup bir genel toplantı yapmak gelenek haline gelmiştir. Toplantı öncesinde adayların eline Eskişehir’in ve ticaret kesiminin sorun, talep ve ihtiyaçları ile ilgili bir doküman vermek de bu geleneğin bir parçasıdır.
Sorunlar ve ihtiyaçlar listesinin saptanması için bir çalışma yapılır ve adaylara yazılı olarak sunulur. Geçmiş dönemki ETO Meclis Başkanı, bu çalışmadan söz ederken içimden geleni yüksek sesle söyleyiverdim: “Geçen seçimdeki çalışmayı verelim adaylara. Hâlâ geçerlidir. Yerine getirilenlerin pek fazla olduğunu sanmıyorum.”
Gerçekten şehir olarak Ankara’daki yürütmede gerçek gücünüz yoksa talepleriniz talep olarak kalmaya devam ediyor. Eski siyasetçiler için halkın talebini Gelincik sigarasının karton kutusunun arkasına yazdıkları, Ankara’ya dönerken de arabanın penceresinden atıverdikleri hikâyesi anlatılırdı. Gelincik sigarası kalmadı ama eğer iktidar gücünüz yoksa hâlâ aynı manzarayı izlemeye devam ediyoruz. Özetle; ülkemizde işler ağır ilerlemeye devam ediyor. Halkın bizzat kendisi henüz iktidar olamadı.
Bu yazı dizisinde on yıl önceki tespitlerimden ve o yıllarda yazdıklarımdan söz ediyorum. Değişimin ne denli ağır işlediğini, olumlu yönde pek de fazla adım atılmadığını hatırlatmama izin verin. İşte 1990’lı yılların ortalarında medya ile ilgili yazdıklarımdan bazı parçalar: “Medyanın etki alanı giderek büyümektedir. Bu genişleme sayesinde medya, yargı ve yürütmeye ait alanları da işgale başlamıştır. Habercilik ve eğitim amaçlarını ikinci plana atan medya, kendini adeta hukuk, güvenlik, dış politika, siyaset gibi alanların tek yetkilisi saymaktadır. Reality show, karşılıklı birebir tartışma, haber / yorum gibi başlıklar altında sunulan programlar bu gerçeğin çok açık ifadeleridir.” Siyasetin içeriğinin bizzat siyasi partiler tarafından boşaltıldığı bir dönemde bu tespitin gerçekliğini bir kez daha kavrıyoruz. Siyasetçiler, siyaset dışı alanlara savrulunca siyaset yapmak başkalarına kalıyor.
Medya hukuk ve siyaset alanını işgal etmenin ötesine geçerek yeni sentetik kültürün oluşmasında da ‘baş hamurcu’ rolüne soyunuyor. Kültürel erozyonun faktörlerinden birisi olmaya 1990’lı yıllarda başlamış: “Medya, (özellikle dış kaynaklı kültür öğelerinin bilinçsiz ve duyarsız aktarımı nedeniyle) geleneksel kurumlarda ve kültür alanlarında çok hızlı çözülme ve dağılmaya neden oluyor. Bu değişimde medyanın etkisini inkar edebilir miyiz? Artan intihar girişimleri, tüketim mallarında ticari marka bağımlılığı, aile ilişkilerimizde ‘Amerikavari’ değişimler, klasikler kaybolurken neo-klasiklerin (şimdi yazsam ‘post-modern’ derdim) onların yerini alması ve daha neler neler… İsterseniz bir düşünün; ‘yılın en iyi’ şarkıcısı tercihinizi son 12 ayda kaç kez değiştirdiniz!… Özetle; medyanın kendisinden başka kimsenin klasik olmasına tahammülü yok.”
1990’lardan bu yana geçen yıllarda medya sahipliği Türkiye’de daha önemli hale geldi. Medyanın siyaset ile ‘ahlaksız’ bağlarını her zaman bilirdik. Geçtiğimiz 10 yılda medya siyasetle yetinmeyerek mafya ile de bağlar oluşturdu. Medya, siyaset ve mafya, tam anlamıyla dört dörtlük bir ekip oldular. On yıl önce şöyle yazmışım: “Medya-mafya işbirliği olasılığı ve dayanışmanın etki alanları giderek büyüyor. Medya-mafya birlikteliği, devlete karşı çekim gücü yüksek yeni bir güç odağı ve yeni bir alternatif oluşturuyor. Demokrasi geleneğinin yerleşmemiş ve sivil toplum güçlerinin zayıf olması, bu odağın güçlenmesi ile birlikte ülkenin gelecekte ne olacağı sorusunu cevabı giderek bulanıklaşıyor. Mafya, gerek spor gerekse başka etkinlikler aracılığıyla kendini medyada aklıyor. Sanki medya değil, hakemin ve karşı takım oyuncularının satın alındığı şikeli bir maç…”
Bir noktayı netleştirmek isterim. Üçlünün, medya ve mafya bölümünü anlamak biraz daha kolay… Üçlünün diğer öğesi olan siyasetin hedefinde en kısa yoldan devleti ele geçirmek var. Kirli siyasetin devlet mekanizmalarında etkin olmasıyla birlikte yeni bir görünüm ortaya çıkıyor. ‘Devletin derinliklerinin’ de katılımıyla üçlü, bir dörtlü (kare as) haline dönüşüyor.
Dört
Alt-kimlikleşmeden söz etmek istiyorum. Uzak bir örnekle başlayalım. Göç alma bakımından rekortmen ülkelerden birisi ABD’dir. Amerikan sinemasında da izlediğimiz gibi İngiltere’den Yunanistan’a, İrlanda’dan İtalya’ya kadar pek çok ülkeden göçmenler büyük ümitlerle bu ülkeye gelmişlerdir. Porto Riko’dan, Çin’den veya Meksika’dan da pek çok kişi, bu ülkeye göç ederek ABD vatandaşı olmuşlardır. Büyük göçlerden bu yana aradan en az 100 yıl geçmesine rağmen bu insanlar, etnik ve kültürel kimliklerini çok net hatırlayıp bu niteliklerini yaşatmalarına rağmen, ABD vatandaşı olmayı da başarmışlardır. Örneğin İtalyan olduklarını hatırlarken, ABD vatandaşlığı üst kimliği altında buluşma konusunda başarılı olmuşlardır.
Osmanlıyı hatırladığımızda; üst kimliğin, ‘Osmanlı milletler sistemi’ olduğunu görürüz. Bu dönemde Türkler arasında ‘Müslüman Osmanlılık’, örten üst kimliktir. Cumhuriyet’le birlikte bu kimlik, ‘Türklük’ olarak yeni bir ulusçu projeye dönüşür. Osmanlı olmayı reddeden Cumhuriyet, resmî ve gayri resmî açıklamalarında Türk olmanın erdeminden ve üstünlüğünden söz eder. 1980’li yıllara geldiğimizde ise örten kimlikler açısından bir kırılma (farklı bilinç) gündeme gelmeye başlar.
On yıl önce (90’lı yılların ortalarında) şunları yazmışım: “Son 30 yılda yurttaşlar, bir bellek yitiminden kurtulmuşçasına alt kimliklerini (dinsel, etnik, kültürel köklerini) hatırladılar. Giderek yurttaşlar ve toplulukları için alt kimlik, üst kimlikten daha önemli hale geliyor. Bu amaçlı siyasi ve sivil örgütlenmelerin büyük bir hızla arttığını gözlüyoruz.”
Müstakbel seçimlerde partilerin aday listelerine bakıldığında; bunların hazırlanmasında siyasi birikim ve deneyim yerine yine etnik, kültürel ve dinî tercihlerin etkin olduğunu görürüz. Listelerde bir şehirdeki bir dinî cemaatin oylarını almak için bu topluluğa yakın bir aday tercih edilmiştir. Baskın hemşehrilik duygusu ile hareket eden oyları almak için bu yönünü ortaya koyan bir aday listede yer almıştır. Ülkenin doğusundan göç etmiş kişilerin oylarını almak için o kesimi temsil eden bir aday listede yer bulabilmiştir. Özetle; aday atamaları dinî, kültürel ve etnik tabana oturtulmaya çalışılmıştır. İşin daha üzücü olan yanı, iktidara aday partilerden bu yaklaşımın dışında kalabilen yoktur. Bir bakıma; insanların gen yapısı, kafa yapılarının önünde olmaya devam etmektedir.
Bu yaklaşımdaki temel fikir, ne pahasına olursa olsun iktidarı ele geçirme ve rantı yandaşlarla paylaşma düşüncesidir. Bu konuda 1990’lı yılların ortasında şunları yazmışım: “Birer toplumsal atom olarak öne çıkan alt kimlikler, hızla içe dönüyor. Kendi içlerine yönelik olarak aşırı politize olurken, dışarıya karşı depolitize oluyorlar. Diğer atomlarla aralarında bir iklim (iletişim ortamı) olması gereken demokrasiyi, yalnız kendileri için ve kendi içlerinde kullanmak üzere istiyorlar. Kimlik içi demokrasi saat gibi işlerken, kimlikler arası demokratik süreçlerde aksamalar oluyor.”
Yine bir başka paragrafta şunları yazmışım 10 yıl önce: “Bazı kimlik bloklarının (kimlikleşmiş baskı ve çıkar gruplarının), devleti diğer gruplarla uzlaşarak birlikte dönüştürmek (demokratikleştirmek) yerine kendi başlarına ele geçirme eğilimlerinin arttığını gözlüyoruz. Kimlikler, rant arama ve kollama mekanizmaları haline dönüşüyor.”
İlginç bir gözlemimi aktarayım. Etnik, kültürel veya dinî kimlikler kendi ihtiyaç, beklenti veya isteklerine bağlı olarak kolaylıkla partiler arasında yer değiştirebiliyorlar. Örneğin geçmişte Özal’ın ANAP’ında yer alan bazı kültürel / etnik grupların, şimdilerin iktidar partisi olan AKP’ye kaymış olduklarını gözlüyoruz. Örneğin bir dönem CHP’nin oy deposu olarak kabul edilen bir inanç kimliğinin, başta AKP olmak üzere tüm iktidar adaylarının ilgisini çektiğini görüyoruz. Partiler bu kimliğe ait ‘sembol’ olduğuna inandıkları bazı isimleri listelerinde bulundurmaya çalışıyorlar.
İşin özeti şu: Partiler, daha fazla oy alabilme pahasına iktidarlarını siyaset dışı kimlikler üzerine kurmaya aşırı istekliler. Etnik, kültürel ve dinî kimlikler de buna son derece ‘güzel’ uyum gösteriyorlar. Sözün özü; Türkiye’de feodalite, iktidar olmayı sürdürüyor.
Beş
Son yıllarda özellikle kadına yönelik olmak üzere töre cinayetleri sık rastlanan, sıradan olaylar haline geldi. Toplumun, çağdaş hukuku (bir başka deyimle; hukukun çağdaşlığını) yeğlemek yerine eski toplum biçimlerindeki kültür ve hukuk formları ile ‘yargı ve infaz’ yapmaya çalışmasını doğru anlamak gerekir.
1990’lı yılların ortalarında şunları yazmışım: “Yurttaşların devlete ve hukuk sistemine karşı güvensizlikleri artıyor. Adaleti, bireysel ve grupsal olarak arama ve uygulama eğilimleri artıyor. Örneğin bir sanığın toplu halde linç edilerek cezalandırılması kalkışmalarını ülkenin her yöresinde sıklıkla görür ve duyar olduk.”
Özal, “Benim memurum işini bilir” demişti. Bu, 1980’li yıllarda oluşan kırılma ile birlikte değişen sosyal görünümün anlatımlarından birisi idi. Özal’ın andığım bu sözleri, toplumsal kurtuluş modelleri yerine bireysel kurtuluş modellerinin yükselen değerler olmaya başladığının ifadesiydi. On yıl önce toplumun kolaycılığa ve bireyciliğe kaçışı ile ilgili olarak şunları yazmışım: “Sorunların çözülebileceğine, sistemin iyileştirilebileceğine yönelik inanç bazı kesimlerde giderek azalıyor. Anomiye (sosyal yorgunluğa) benzer belirtiler gözlüyoruz. Anomi belirtileri, bireysel kurtuluş çabalarını ve beleşçi motivasyonunu öne çıkarıyor.”
Bugünün sanatını post-modernizm olarak isimlendiriyorlar. Genel olarak 20’inci yüzyıl ve öncesine ait değerlerin erozyona uğratılmasını veya yok edilmesini ifade ediyor. Bağnaz ve anti-demokratik kültür ve yaşam öğeleriyle birlikte yaşamı güzelleştirip anlamlandıran değerler de bu arada yok olup gidiyor. Yaşamda değerler ve anlamlar eksilmeye veya zayıflamaya başladığında, yaşamın kendisine karşı duyarlılık da azalıyor. Bu yönelimlerden siyasetten hukuka, ekonomiden kültürel yaşama kadar her kurum nasibini alıyor. On yıldan daha fazla olmuş şunları yazalı: “Mediokrite adı verilen ‘toplumsal olaylara kayıtsızlık’ eğilimi hızla artıyor. Toplumsal bir konu hakkında görüş bildirmemek, yorum yapmaktan bilinçli olarak kaçınmak, evet veya hayır demek yerine susmak, çekimser kalmayı benimsemek eğilimleri yaygınlaşıyor. Bu durum, kapsamlı değişim süreçlerini engelliyor.”
22 Temmuz 2007 milletvekili seçimlerine uzanan süreç, Türkiye’de siyasetin en fazla yozlaştığı ve içeriksizleştiği dönem oldu. Siyasetin ne söylemi ne de kadroları kaldı. Siyasal etik denebilecek bir kavramın esamesi bile yok. Aslına bakarsanız, sürecin böyle bir noktaya savrulduğu yıllar önce de belliydi: “Siyaset alanı (politika ve politikacılar), giderek imaj yitiriyorlar. Yurttaşların siyasal etkinlik duygularının yüksekliğine karşın tepkileri şikâyetten öteye gidemiyor. Medya, imaj kaybeden siyasete koltuk değnekliği yapmaya devam ediyor.”
Önümüzdeki seçim süreci, Türkiye’de siyaset geleneğinin ‘birleşme’ değil, ‘parçalanma üzerine kurgulandığını bir kez daha doğruladı. Bu gerçeğin kökleri, bu ülkedeki yaşamın derinliklerindedir: “Siyaset alanı giderek daha çok parçalanırken göç, işsizlik ve yoksulluk gibi nedenlerle egemen siyasete (!) karşı duyarsızlaşan ve umursamaz bir tavır alan halk, bu tavrıyla bir yandan da egemen siyaseti ve statükoyu meşrulaştırıyor.”
“Siyasal partiler, kleptokrasinin (devlet düzenine çıkar, rüşvet ve kişisel ilişkilerin hâkim olmasının) doğal bir sonu olarak nitelik çözülmesine uğruyorlar. 1980 öncesinde çok etkin olduklarını gördüğümüz ikincil siyasal örgütlerin (dernekler, odalar, sendikalar ve benzerlerinin) etki alanları giderek daralıyor.”
“Kleptokrasi (çalma ve devleti soyma düzeni), toplumu örtüyor ve devletten rant elde etmenin ‘ahlâk-dışı’ olmaktan çıkıp toplumun gözünde ‘rasyonel (akılcı) davranış’ olmasını sağlıyor. ‘Köşe-dönücülüğün’ giderek daha az ayıplandığını gözlüyoruz.”
Sizce son yıllarda bu olumsuz görünümün düzeltilmesi için olumlu çabalar gerçekleşti mi? Yoksa “benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” mu oldu?
Altı
Bir toplumun bozulma riskini en yüksek yaşadığı anlar, değerlerinin çekiştirilip başka amaçlara uygun hale getirilmeye çalışıldığı dönemlerdir. 1970’li yıllardan bu yana böyle bir süreç yaşanıyor. Çok farklı güçlerin etkisiyle toplumun değerleri ve kurumları, ciddi düzeyde bozulmalar uğradı. Bu süreç, 1990’lı yıllardan sonra Batı’nın lanse ettiği tüketim toplumu anlayışı ile sürüyor.
Erozyona uğradığını düşündüğüm kurumlar arasında ailenin ve eğitim sisteminin özel bir yeri var. Şunları yazalı 10 yıldan fazla olmuş (-ki 1990’lı yılların ortalarına doğru bunları anlattığım bir konferansta dinleyici topluluktan bana katılmayanlar olmuştu): “Geleneksel aile hızla çözülüyor. Geleneksel büyük aileden çekirdek aileye geçişin, ülkemizde daha farklı süreç ve nitelikleri olduğunu görüyoruz. Ailedeki çözülme, eğitim sistemindeki çöküş ile çakışıyor. Bir kültür iletişim ortamı alarak ailenin yerini dolduramayan eğitim sistemi, yeni bir ‘kültürel boşluğun’ oluşmasına yardımcı oluyor. Özellikle gençleri etkileyen bu boşluk; medya, mafya ve sokak tarafından dolduruluyor.”
Artık gazete manşetlerine taşınmaya başlamış olan aile içi sorunlar, sokak çocuklarının sayısındaki artış ve sokakta oluşan suç oranları, sanırım o yıllardaki bu tespitimi doğruluyor. Özellikle eğitim sistemi üzerindeki yaz-boz değişimler ve eğitimin öneminin yeterince anlaşılmayıp sadece öğretim olarak algılanması, bizi bugün yaşadığımız olumsuz noktaya ulaştırdı. Okul başarısı, bir başka okula ‘terfi etmek’ için gerekli olan sınav başarısı haline dönüştü. Eğitim sistemi (özellikle bu sistemin yöneticileri), eğitimin üretim için olması gereğini çoktan unuttular.
Siyaset yanına baktığımızda; halkı kandırmaya yönelik “ÖSS kaldırılsın” sloganlarıyla ‘iş’ idare edilmeye çalışılıyor. Sanki ÖSS (veya eşdeğeri her ne varsa) kaldırıldığında her şey güllük gülistanlık olacakmış gibi… Artık bir yozlaşma kaynağı haline gelmiş eğitim sisteminin gerçek sorununun istihdam yaratamamak olduğu gözden inatla kaçırılıyor. Siyasetçiler, sadece kolay problemleri çözerek göz boyamaya devam ederken, işsizlik sorunu karşısında ağızlarını açmıyorlar.
Eğer çirkin siyasetçi, gerçek sorunları çözemezse o zaman toplumu başka gerginlik noktalarına sürüklemeye çalışır; farklı (ve çoğu zaman işe yaramaz) gündemlerle halkı meşgul etmeyi dener. Yine buna benzer ortamlarda sosyal ve ulusal çıkarlar, iç politika malzemesi olarak kullanılır, çok önemli değerler siyaset rantını elde etmek için kurban edilir. Aşırı milliyetçiliğin artan düzeylerde pompalandığı dönemler, genelde bu tür özellikler taşır. Sonuçta sosyal psikolojinin daha fazla bozulmasından başka bir sonuç elde edilmez.
Sanırım, şu yazdıklarım 1996 yılına ait olmalı: ”Etnik ve dinsel bir mozaik görüntüsü veren ülkemizde şiddet, hızla bir ifade biçimi haline dönüşüyor. Şiddetin oluşması için çoğu zaman kışkırtmalara bile gerek kalmıyor. Bu arada toplumu şizofrenik, paranoid veya histerik tepkilerden uzak tutması gereken siyasetçilerin, tam tersine hezeyan niteliğinde komplo teorilerini gerçekmiş gibi insanlara aşıladığına sık sık şahit olmaktayız. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok”, “Haçlı ruhu…”, “İç ve dış düşmanlar çevremizi sardı, hiç bu kadar olmamıştı”, “Din elden gidiyor, durum kritik” gibi karamsar, abartılı ve sağlıksız yaklaşımlar yetkili kabul edilen kişiler tarafından yazılıp söylendiğinde toplumun önemli bir bölümü toplumsal panik, histeri, depresyon ve paranoyanın nesneleri durumuna düşüp, sürü davranışları göstermektedirler.”
Başka ülkelerde başarılı olmuş şirketlerin, Türkiye’de başarısızlık nedenleri incelendiğinde; risk yönetimi konusunda zayıf ve eksikli oldukları gözlenmiş. Türkiye’nin bulunduğu bölge ve iç güçler dengesi açısından pek çok riski içerdiği ortadadır. Bu ülkede olumlu ve başarılı sonuçlar elde etmek kolay değildir. Risk yönetimi konusunda birikimli ve deneyimli olmayan bir iktidarın kalıcı başarılar elde etmesi zordur.
Ama “değişimi omuzlayacak olan malzeme budur; siyasal kalitenin tohumlarını atacağımız toprak burasıdır. Tüm zorluklara karşın kötümser (ümitsiz) olmanın gereği de yoktur.” İşin kolay olmadığı da gün gibi ortadadır.