Gürcan Banger
Bu yazıyı, önce iki ayrı yazı halinde eski dönemde yazdığım bir gazetedeki köşem için kaleme almıştım. Daha sonra elden geçirip bazı değişiklik ve eklemeler yaparak tek bir yazı haline dönüştürdüm; bu hali ile Arkadaş Dergisi’nde yayınlandı. Sanırım; yazmaya başladığım ilk yılların sanat ve edebiyat ruhunun gene üzerime sinmeye başlaması ile tekrar önünüze koyma ihtiyacı duydum. Muhtemelen beni gene edebiyat çağırıyor. İyi okumalar…
Ortaokul yıllarımdı ilk kez dergilerde yazmaya başladığım. Pek çok amatör gibi şiirle başlayan yazma serüvenim, ara sıra kaleme aldığım küçük öykülerle devam etti. Lise yıllarımda aklımın aceleciliğinin, birikimimin önüne geçtiği dönemlerde sanat ve edebiyat üzerine soyut sayılabilecek yazılar da yazdım. Edebiyatın öncü, bağımsız ve özgür olmasına dair bir yazımın, o sıralarda yazılarımı yayınladığım dergide yer almayışı, sanata olan ilgimde sanki bir kırılma noktası oluşturdu. Muhtemelen o yazı, bir küskünlükten daha fazla, zihinsel olarak geldiğim yeni bir aşamanın ifadesi idi.
Ama sonraki yıllarda; o yıllarda çok canlı olan siyasete yönelmem, yazdıklarımın da özelde siyaset ve genelde sosyal bilimlerle donanmış bir içeriğe bürünmesine neden oldu. Böylece bir yandan siyaset üzerine yazarken, diğer yandan mühendislik eğitimimin ve profesyonel çalışma alanımın bir parçası olarak, teknik yazı dili ağırlıklı bir uzmanlık geliştirmeye başladım. Böylece naif bir biçimde ulaştığım öncü ve özgür (bir anlamda avangart) edebiyat arayışım, siyaset ve mühendislikten oluşan ve daha katı kuralları olan bir yazma yoluna girmemle sona erdi. Kişisel yaşam çizgim açısından adeta ‘sanatın sonuna’ gelmiştim.
Sanatın (ve diğer sosyal ve kültürel kurumların) ‘toplam yürüyüşü’ de insanın bireysel ilerleyişine benzer. Ardı ardına gelen damlalar zamanla bir dönüşümün başlangıcı olur. Bazen yenilikçi bir roman veya algıları zorlayan bir resimle birlikte, o ana kadar toplumun ve sanatın derinliklerindeki yavaş gelişim, birden su üstüne çıkar. Bu nedenle bir sanat akımının gerçek köklerini bulabilmek hayli detaylı ve çok boyutlu araştırmalar gerektirir. Sanattaki değişimin ipuçları; bazen bir savaşa, kimi zaman bir teknolojik değişime, büyük bir toplumsal olaya veya farklı alandaki yepyeni bir düşünsel kurguya kadar uzanabilir.
Avangart Sanat
Yıllar öncesine ait avangart edebiyat özlemimi anımsatan, Eskişehir Gelişim Vakfı (EGEV) çalışmaları içinde yer alan Kırlangıç Düşünce Kulübü’nün 2007 yılında yaptığı ve sunuş ile tartışma konusu ‘Avangart Sanat’ isimli atölye çalışması oldu. Atölyenin konu ile ilgili çerçeve sunumunu EGEV üyesi de olan yazar Orhan H. Aydın yapmıştı. Çalışmanın özellikle çerçeve sunumunu dikkatle izlemeye çalışmıştım. İzlerken bazı soruların beynimde peşpeşe sıralandığını hatırlıyorum. Sonuç olarak sunum, zihnimde adeta bir yap-boz resminin bazı parçalarının yerine oturmasına vesile olmuştu.
Avangart; kültür, sanat, siyaset alanlarında yenilikçi ve/veya deneysel çalışmalarla ilgili olarak kullanılır. Mevcut durumun kural ve koşulları çerçevesinde benimsenmiş olan kurum ve kavramların sınırlarının biçim veya öz olarak değiştirilmesini amaç edinmiştir. Avangart sanat, (bazı çevreler açısından tartışmalı da olsa) modernizm ile postmodernizm arasında bir ayıraç amaçlı turnusol kâğıdı olarak kabul edilir.
Avangart kavramının bugün kullanılan içeriğe ulaşmasını sağlayan bir Fransız bankacı, matematikçi ve sosyal reformcu olan Benjamin Olinde Rodrigues’dir. Fransız ütopik sosyalist Henri de Saint Simon’un arkadaşı ve izleyicisi olan Rodrigues, 1825’te yazdığı “Sanatçı, Bilim Adamı, Sanayici” isimli makalesinde avangart sözcüğünü sanatçıların halkın öncüsü olmaları şeklinde yorumlamıştı. Bu bağlamda sanatın gücünün; sosyal, siyasal ve iktisadi reformu sağlamak için en çevik ve hızlı yol olduğunu ifade etmişti. Bugün avangart sanatın anlaşıldığı kalıplardan birincisi, Rodrigues’in sözünü ettiği bu öncü, değişimci ve sosyal reformcu (belki de devrimci) yöndür. Sözcüğün sanatla birlikte anılmaya başlamasından bu yana; farklı bir yönelim olarak ‘sanatın sanat için’ olduğu varsayımı üzerine kurulan ‘yenilikçi, değişimci ve öncü’ iddialarına sahip bir kavrayış kalıbı da oluştu.
EGEV Düşünce Kulübü’ndeki çalışma atölyesinde tartışma noktası, avangart sanatın Sanayi Toplumu ile birlikte sona erdiği üzerine kurgulanmıştı. (Sunumda ve tartışmada avangart sanat, bu alanda bir öncülüğü ifade etmek üzere kullanılmıştı. Böyle bakıldığında; bu sanat akımı, aynı zamanda bir ideolojinin sanat aracılığı ile öncülüğünü ve yayılımını yapma ve genişleme yolunu açma çabasının ifadesi oluyor.) Avangart sanatın geçmiş toplum biçimi ile birlikte sahneden çekilmiş olması, zihnimde ‘Sanat da sona eriyor olabilir mi?’ sorusunu uyandırdı. Çünkü yaşamın kategorilerinden birisi olan sanatın sonunun geldiğini tartışabilmek için ekonomik, sosyal ve düşünsel olarak çok fazla ipucu olduğunu fark ettim. İnsan yaşamının daha örgütlü ve ‘kurumsal’ olduğu çağlardan bu yana, pek çok insanî ve sosyal kurum insanlığın gündeminden kalkmıştı. Zihnimde fır dönen küresel gelecek tahayyülünün bir bölümü, sanatın sonunu da işaret ediyor olabilir miydi?
Yaptığım kısa araştırmadan elde ettiğim, bazıları benim için yeni olan bulguları bir yandan kendimle tartışırken diğer yandan bir beyin fırtınası olarak sizinle paylaşmak isterim. Pek yaygın olmamakla birlikte ‘sanatın sonu’ tartışmaları, değişik çevrelerde yapılmış. Bugün de sürüyor. Kanımca; konjonktürün etkileri açısından Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” yaklaşımından pek farklı olmayan bu tartışma sürecinin öz olarak derinleştirilmesinde yarar görürüm.
Sanatın Sonu mu?
Tartışma, düşün dünyasının en önemli filozoflarından birisi olan Hegel’in 1823’teki bir tespitine dayanıyor. Hegel, bu tarihte “modern yaşamın sanata uygun olmadığı; insan ruhunu tutku ve bencil kaygılara sürükleyen günün aşırılıkları, sosyal ve politik karmaşıklık içinde artık sanatın eski ‘yüce amaçları’ vaat edemeyeceği” tespitini yapıyor. Buna bağlı olarak da ‘sanatın sonunu’ işaret ediyor. Bugün yapılan ‘sanatın sonu’ tartışmalarının ciddi bir bölümü, bu tespit üzerine kurgulanıyor.
Hegel’den başlayarak ‘sanatın sonunu’ tartışanlar arasında Amerikalı profesör, filozof ve sanat eleştirmeni Arthur Coleman Danto’nun, bir estetik teorisyeni olarak dünyaca kabul görmüş özel bir yeri var. Danto, konuyu 1984’te Hegel’in tezinin yeni bir sürümü olarak ele aldığı “Sanatın Sonu (The End Of Art)” makalesi ile gündeme getirdi. Konu üzerindeki çalışmalarını derinleştiren Danto, “Sanatın Sonunun Ardından (After The The End Of Art)” isimli bir makale ile Batı sanatı tarihinde bir dönemin kapandığını ve yeni bir dönemin başladığını ifade etti. Danto, “her şeyin meşru olduğu bir tarih sonrası döneme geçildiği” tezini savunmaya devam ediyor. (Fukuyama’yı çağrıştırması ilginç, değil mi?) Kanımca; Danto’nun en ilginç yaklaşımlarından birisi, sanat üretiminde düşünsel kısıtlamalarla üsluba ilişkin sınırlamaların kalkmış olduğunu tespit etmesidir.
Konu üzerinde yoğun çalışmalar yapan kişilerden bir diğeri, bir sanat eleştirmeni ve sanat tarihi ile felsefesi uzmanı olan Prof. Donald Kuspit’tir. İlk kez 2004’te basılan “Sanatın Sonu (The End Of Art)” isimli bir kitabı olan Kuspit, giderek metalaşan çağdaş sanat anlayışına ve bu süreçte yer alan sanatçılara yönelik yoğun sorgulama ve eleştirileriyle tanınmaktadır. Kuspit, temel olarak markaların ve pazarlamacıların yoğun saldırıları ile ticari hale getirilmiş çağdaş sanat anlayışına işaret ediyor. Kuspit karşıtları ise, onun tespitlerine yine sanatın kendi içine dönerek cevap vermeye çalışıyorlar. Sanırım; sanat çevreleri, günümüz dünyasında sanatın kendi karmaşık yapısından sıyrılarak, konuya (sanatı kuşatan tüm iç – dış çevresel unsurları dikkate alıp) bir ‘süper sistem’ olarak bakma becerisini gösteremiyorlar. Bu bağlamda sanat çevrelerinin, ‘sanatın sonu’ olarak kabul edilebilecek bir süreç için yeterli hazırlık, atılım; ama öncelikle farkındalık içinde olmadıkları kanaatindeyim.
Önemli bulduğum için sıklıkla dile getirdiğim bir noktayı vurgulamak isterim. Küreselleşme sürecinin meydana getirdiği sonuçlardan birisi, ‘altın nokta (point d’or)’ diyebileceğimiz sistemin odak noktasının içten dışa çıkmasıdır. Sanayi Toplumu’nda altın nokta, sistemin iç süreçleriyle ilgiliydi. Geçtiğimiz çağda sistemin içinde olan odak noktası, küreselleşme süreci ile birlikte sistemin dışına doğru hareketlenmiş ve sistemi çevreleyen ‘süper sistemin’ önemini artırmıştır. Örneğin; eğer sistem bir ekonomik işletme ise ‘içerdeki’ üretim süreci yerine dışarıdaki ‘müşteriler, rakipler, tedarikçiler’ daha önemli ve öncelikli hale gelmiştir. Dolayısıyla yaşadığımız Küresel Çağ’da sanatı çevreleyen konjonktürün (-ki altın nokta bu konjonktürde yer alıyor) doğru algılanıp, kavranmasının özel bir değeri var.
Bir sanat eleştirmeni veya estetik teorisyeni gibi konuşma peşinde değilim. Ama doğrusu; ‘sanatın sonunun’, küresel konjonktüre bağlı olarak daha ciddi boyutlarda tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Küreselleşmenin olumsuzluklarından daha fazla etkilenen ülkelerden birisinde yaşayan sanat camiasının bu konu üzerinde çok daha içerikli hassasiyetle durması gerektiği inancındayım. Felsefenin çılgın çocuğu Alman düşünür Nietzsche’nin şu sözünü hatırlamakta yarar olabilir. Ne de olsa, “Gerçekler yüzünden ölmeyelim diye sanat var.” Kim bilir; bugün sanat sandığımız, eski sanatın iki âlem arasında sıkışıp kaldığı için ortalıkta dolaşan ve kendisini öte dünyaya göndermemiz için bizi korkutmaya çalışan hayaleti de olabilir.
Sanat: Nereden Nereye?
Sanatın sonunu sorgulamak için, bugüne kadar kabul görmüş sanat kavramını bir kez daha elden geçirmekte yarar olduğu kanaatindeyim. Sanat; duygu, tasarı veya güzelliğin anlatımıdır. Bunları anlatmak için kullanılan ‘zaman içinde yoğrularak, farklılaşmış’ yöntemlerdir. Anlatım süreci ve sonucu ile birlikte oluşan yaratıcılıktır.
Sanat toplumla birlikte vardır. Sanatçı, yaratısını geliştirirken herhangi bir kişi veya topluluğu hedeflemeyebilir. Ama yaratının, sanatçının kendisinden başkalarına da ulaşması gerekir. İşte; ‘sanatın sonu’ diyebileceğimiz ihtimal tam bu noktada başlıyor.
Küreselleşmenin ana unsurlarından olan bilişim, iletişim ve lojistikteki gelişmeler, tüm dünyada bilgiye (bu arada mal ve hizmetlere de) erişimi kolaylaştırdı. Değişik teknolojik araçlar kullanarak dünyanın herhangi bir noktasındaki değişime tanık olabiliyoruz. Böylece sanat ürünleri de eskiye oranla daha fazla ‘erişilebilir’ oldu. Böyle bakıldığında; sanki ulusal, bölgesel ve yerel özellikli sanat ürünlerinin ve sanatçıların küresel izlenebilirliğe kavuşabileceği duygusu oluşuyor. Dolayısıyla bir anlamda kendi köşesinde ‘sanat yapma’ çabasında olan sanatçı da adeta ‘büyük dünya sanat piyasasına’ entegre oluyor.
Bir önemli gelişmeyi daha ifade etmeliyim. Kapitalizmin çağı tanımlayan özelliklerinden bir diğeri, yaşadığımız dönemde /türü ve içeriği ne olursa olsun) ürün / yaratı ömrünün kısalmasıdır. Bu arada yeni bir ürünün kopyalanma süresi de kısaldı. Bu nedenle iş dünyası, ürünü daha dikkatle izlemek üzere ‘ürün yaşam süreci yönetimi’ diye anılan bir iş modeli geliştirdi. Kısalan ürün ömründen; genelde sanat, özelde edebiyat yaratıları da payını alıyor.
Çizdiğim bu çerçevenin bir gereği olarak küreselleşmenin sanat üzerindeki etkilerinin araştırılması gereğini hissediyorum. Örneğin bu büyük yönelimin, dünyada ‘kültürü aynılaştırdığı’ konusunda kuşkumuz kalmadı. Gelişmiş ülkelerin kültürü lehine, bir gelişme var. (Örneğin İngilizce’nin ulusal bir dil olmaktan çıkıp, bir küresel dil haline dönüşmesi bu sürecin örneklerinden bir tanesi.) Kültür aynılaşırken, sanatın kendini bundan ayrı tutması mümkün değil. Özetle; farklılıkları ve ayrıntıları yok eden bir ‘kültür (dolayısıyla sanat) erozyonu’ yaşanıyor.
Marx’ın 19’uncu yüzyılın ortalarında Komünist Manifesto’da öngördüğü gibi, her şeyin alınır – satılır hale dönüştüğü bir süreci yaşamaya devam ediyoruz: “Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsan ile insan arasında, çıplak özçıkardan, katı ‘nakit ödemeden’ başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim değerine indirgedi ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu.”
Günümüzde sanatın kendini bir büyük ekonomik pazarın (bütünleşik küresel pazarın) dışında tanımlaması mümkün değil. Bu süreçte sanat, kâr amaçlı bir faaliyet haline dönüşüyor; bu emtialaşma süreci büyüyerek, devam edecek. Sanat, katma değeri olması gereken bir ticari gösteri halini almayı sürdürüyor. Sanat ürünlerini ekonomik pazara sunanlar veya sanata destek verenler, ancak ekonomik kâr veya başarı elde edecekleri alanlara yatırım yapıyorlar. Sanatçılar için de sanatsal ilgi alanları, kazanç elde edilen meslek haline dönüştü. Fakat oyunu kurallarıyla (!) oynayan sanatçı piyasada var olmaya devam ediyor. Artık reklâm, tanıtım ve pazarlama olmadan sanata ilgi duyabilecek kitlelere ulaşmak kolay değil.
Kim Hatırlıyor?
Ürünün ömrünün ve kopyalanma süresinin kısaldığından söz etmiştim. Geçen yılın ödül kazanan filmlerini, (konuya yakın ilgisi olanlar dışında) kimsenin hatırlamadığının farkında mısınız? Eğer bir kitap okuru iseniz, birkaç yıl önce kitapçı raflarını dolduran çok-satan kitapları da hatırlamayacaksınız. Yeni müzik eserlerinin klasik olma şansını yakalayamadığını fark ediyor musunuz? Sanayi Toplumu ve öncesine ait sanat ürünlerinin erişme şansına sahip oldukları kalıcılığı, ‘yeni sanat’ yakalayamıyor. Muhtemelen bundan sonra da böyle olacak. Tüketim odaklı yaşam, sanatı da tükenir / tüketilir hale getirdi. Sanatın insan olarak yaşamımıza getirdiği farkı yaşamaya zamanımız bile olmuyor. Bu çağda özgürlük denen şey de kapitalizmin bizim için ürettiği yeni ihtiyaç ve bunlara bağlı yeni tatmin araçlarını tüketmek üzere seçmekten başka bir şey değil.
Sanata ilişkin tartışmalarda referansların tümünün, Sanayi Toplumu ve öncesine verildiğini gözlüyorum. Henüz pek fazla kişi, küreselleşmenin sanata olan etkilerinden söz etmiyor. Bu konuda yeterince üzerinde çalışılmış açılımlar izlemek (en azından şu sıralarda) pek mümkün değil. 1970’lerle birlikte içine sanatı da alan bir ekonomik – sosyal – kültürel kırılma noktasının yaşandığına ilişkin farkındalık gerektiği ölçüde henüz oluşmadı.
Çağının koşullarına uygun olarak bir ‘zihin şekillendirici’ gibi işlev gören modernizmin savunucusu değilim. Olamam da. Çünkü reel bir olgu olarak kabul etmemiz gereken küreselleşme, modernizmi zaten demode etti. Dolayısıyla postmodernizm, küresel sürecin bir unsuru olarak ortaya çıktı. Ama kanımca; son dönemin sanat akımı olarak kabul edilen postmodernizm de sonu işaret eden kıyamet habercisi deccalın gelişidir. Hiç kuşkum yok ki; deccalden sonra anka kuşu küllerin arasından yeniden kanat çırpacak ve bir yeni sanat doğacaktır.