Gürcan Banger
Düzenli okuma alışkanlığım var. Alanları ve yazarları farklı olsa da; son zamanlarda iş dünyası ile ilgili ciddi bakışlı teknik kitaplar veya makaleler okuyorum. Özellikle iş dünyasının ‘guru’ kabul edilebilecek düşünürlerini okumaya özen gösteriyorum. Fakat sürekli olarak aynı türden kitaplar okuyunca, insanı bir monotonluk sarıyor. Bu kez araya farklı bir kitap sokmak istedim. Son olarak aldıklarım arasında bir tanesinin ismi ilginçti: “Erkekler Neden Dinlemez, Kadınlar Neden Harita Okuyamaz?” 2007’de Picus Yayınları arasında basılmış olan kitap, kişisel gelişim konusunda hizmetler veren bir uluslararası kuruluşun sahipleri olan Barbara Pease ve Allan Pease tarafından kaleme alınmış. İlk kez 1999’da yayınlanmış kitabın orijinal adı “Why Men Don’t Listen & Women Can’t Read Maps”…
Bir
Kitapçı raflarında kişisel gelişim ile ilgili büyüklü – küçüklü pek çok kitaba rastlamak mümkün. Bunların pek çoğu, ciddi bir düzey yakalayamamış ve yazarının bireysel izlenimlerini taşıyan çalışmalar. Önemli bir bölümü için ‘hafif’ demek bile mümkün. Doğrusu; Pease çiftinin kitabını elime aldığımda; hızlı ve kolay bir okuma yapabileceğim inancında idim. Teknik içerikli kitaplar arasında zihnim için bir dinlenme olacağını öngörmüştüm. Bu yazarların herhangi bir kitabı kütüphanemde bulunmadığından iş alanları ve özgeçmişleri ile ilgili bir bilgiye de sahip değildim. Uzmanlıklarından artık kuşku duymadığım Pease çiftinin Türkçede 5 kitabının basılmış olması ve benim gibi bir kitap kurdunun bunu fark etmemesini ‘kendime yakıştıramadım’ desem yalan olmaz. Ayrıca yukarıda sözünü ettiğim kitabın tüm dünyada 12 milyon adet satılmış olduğunu da eklemeliyim.
Kitapla ilgili konulara geçmeden önce; yazarları tanıtmak isterim. Barbara Pease, Pease International Pty Ltd isimli Avustralya kökenli şirketin CEO’su olarak görev yapıyor. Allan ve Barbara’nın kitap, CD – DVD ve eğitim programlarının küresel düzeyde dağıtımını, pazarlamasını ve satışını yönetip denetliyor. Eğitim materyalini oluşturan unsurlar iletişim, beden dili, motivasyon, liderlik ve takım çalışması alanlarını kapsıyor. Barbara Pease Avustralya’nın en çok satan kadın yazarı. Kendi başına veya ortak olarak yazdığı kitapların sayısı 15 milyonun çok üzerinde.
Allan Pease, tüm dünyada ‘Bay Beden Dili’ olarak tanınır. Beden dili üzerine yazdığı ve milyonlarca satmış olan kitap, bu alanda bir temel eser sayılır. Allan Pease’in ilginç bir yaşam öyküsü var. Bir müzisyen olan Pease’in başarılı bir yaşam sigortası satıcılığı dönemi var. Daha sonra satış ve beden dili eğitmeni olarak hizmet vermiş. Avustralya’da 1980’li yıllarda TV’de yapılan siyasal tartışmalarda katılımcıların beden dilini yorumlayan analizler yapmış. Allan kendi başına veya Barbara ile çok sayıda kitap yazmış; eşi ile birlikte 30’un üzerinde ülkede konferans, sempozyum ve çalıştaylar düzenlemiş.
Pease çiftinin 14 kitabı çok satanlar arasında yer almış, bunlardan 8 tanesi ise ilk sıraya çıkmayı başarmış. 50’den fazla dile çevrilen kitapları 100’ün üzerinde ülkede satılmış.
“Erkekler Neden Dinlemez, Kadınlar Neden Harita Okuyamaz?” isimli çalışmalarının kapak arkası tanıtım yazısı şöyle düzenlenmiş: “Bu kitabı gecenin ikisinde yatağının ortasında oturan ve partnerine ‘Neden beni anlamıyorsun?’ diye bağıran bütün erkek ve kadınlara adıyoruz. İlişkiler başarısız oluyor çünkü erkekler bir kadının neden daha erkek gibi olmadığını anlamıyorlar; kadınlar da erkeklerin tıpkı kendileri gibi davranmasını bekliyorlar.”
Kadın ve erkeklerin farklı olduklarını her zaman düşünmüş ve söylemişimdir. Diğer yandan oğlumun davranışlarını izlediğimde; onu belli biçimlerde davranmaya yönlendirenin sadece aile içi kültür alışverişi veya sosyal ortamların etkisi olmayabileceğini öngörmüştüm. Kendi kendime “Acaba bazı davranış modelleri genetik olarak mı aktarılıyor?” diye sormuştum kendime. Bu kitap, bana bazı okumalarda satır aralarında veya kendi yaşamımda sezgisel olarak bulduklarımın bilimsel tabanı hakkında ipuçları verdi.
İki
Yaşamımız bizim yarattığımız veya bize toplum tarafından dayatılan anlam ve değerlerle çevrelenmiş durumda. Bunlardan bazıları diğerlerine önemle önceliğin üst sıralarında yer almak zorunda. Eğer sıralamayı herhangi bir şekilde karıştırırsak, ortaya komik durumlar çıkabilir. Bu tür karışıklıklar bazen doğru mekân, kimi durumda doğru zamanlama açısından yapılabiliyor. Barbara ve Allan Pease’in “Erkekler Neden Dinlemez, Kadınlar Neden Harita Okuyamaz?” isimli kitabında bu karışıklığa (anakronizmaya) güzel bir örnek var: “İngiltere’deki Windsor Sarayı’nı ziyaret eden bir Amerikalı turistin şöyle dediği duyuldu: ‘Şahane bir saray ama neden havaalanına bu kadar yakın bir yere inşa etmişler?’ ”
“Kadınlar ve Erkekler” adını verdiğim bu dizinin okuduğunuz ikinci bölümünü yazmaya başlamadan önce TV kanallarından birinde haber kuşağını izledim. Bir haberde önümüzdeki dönemde bazı üniversitelerde bilardonun seçmeli ders olarak okutulacağından söz ediliyordu. Hatta bu konuda ünlü bilardocu Semih Saygıner ile canlı bağlantı yapıldı.
Genç insanların daha fazla bilgisayar başına zincirlendiği bir zaman diliminde bilardonun farklı bir yaşam ve eğlence ortamı yaratacağına kuşkum yok. Ayrıca bir spor olarak kabul edilen bilardonun satranç gibi insanı zihinsel yönden geliştiren bir yanı da var. Ama (bilardoyu hatırlayan zihniyetin onun öncesinde unuttuğu) dikkate sunmak istediğim bir başka nokta var.
Okullarda genç insanlara verilmesi öngörülen şey, öğretim değil eğitimdir. Eğitim ise bazı bilgilerle donanmak bir yanda kişisel gelişim demektir. Siz herhangi bir okulda adı ‘Kişisel Gelişim’ olan bir ders (ya da program) duydunuz mu? Diğer yandan kitapçı raflarını dolaştığınızda bu konuda yazılmış sayısız kitap görmeniz mümkün. Kişisel danışmanlık, kişisel koçluk, mentorluk adları ile anılan ve kişisel gelişimi hedefleyen bir meslek dalı büyük bir hızla gelişiyor. Ama eğitimin bir parçası olarak kişisel gelişimin çocukluk ve gençlik yaşlarında öğrenilebileceği temel eğitim kurumları ya da programları yok.
Yaşamımızın çok büyük bir bölümü başka insanlarla birlikte geçiyor. Sorunlarımızın önemli bir kısmını eşimiz, nişanlımız, sözlümüz veya karşı cinsten arkadaşımızla yaşıyoruz. Ama kadınların ve erkeklerin her birinin ayırt edici özelliklerini, bu iki cinsin iletişiminde ve ilişkisinde yaşanabilecek sorunları, bunları aşmak için uygun çözümleri geliştirmeyi öğrenebileceğimiz kurumlar yok. Kamu niteliğinde veya devlet tarafından denetlenen eğitim kurumlarında bu yaşamsal bilgileri edinmemiz mümkün değil.
Kadınlar erkekleri ve erkekler kadınları daha iyi tanısalar; belki de canımızı acıtan cinayetlerin, yaralamaların, tacizlerin veya intiharların pek çoğuna tanık olmayacağız. Kadın veya erkek olmak üzerine bir şeyler öğrenmek, ya aile içindeki geleneksel kültüre ya da sokakta kulaktan dolma bilgilere kalıyor. Beynimizin içi kadın ve erkek hakkında bir sürü abuk subuk bilgi ile doluyor. Sonuç olarak kadınların erkekleri, erkeklerin ise kadınları anlamadığı bir sürece mahkûm oluyoruz.
Pease çiftinin kitaplarında ağırlıklı olarak vurguladıkları bir nokta var: Kadınlar ve erkekler farklıdır. Bu fark, öncelikle onların genetik yapılarından başlar. Her ne kadar toplumsal rol ve statüler bizi ‘şu veya bu şekilde’ davranmaya zorlasa da; kaçınılmaz gerçek, kadınların ve erkeklerin farklı bedensel, zihinsel ve duygusal yapılara sahip olmalarıdır. Kadınla erkeği birer yurttaş olarak eşit saymak ile bu iki cinsiyeti ‘aynılaştırmayı’ birbirine karıştırmamak gerekir. Kadınlar erkeklerin, erkekler kadınların farklı olduklarını, bu durumun son derece olağan olduğunu ama birbirlerini anlamaya gayret etmekle daha mutlu yaşam sahibi olabileceklerini kavradıklarında ‘işler’ daha iyi gitmeye başlayacak.
Üç
Barbara ve Allan Pease’in “Erkekler Neden Dinlemez, Kadınlar Neden Harita Okuyamaz?” isimli kitabından esinlenerek yaptığım yorumlara farklı bir örnekle devam etmek istiyorum.
Fotoğraf makinesi kapalı bir kutudur. Açılıp kapanan bir delikten içeriye ışık girer ve film (ya da film eşdeğerinin) üzerine düşen ışık resmin makinede sabitlenmesini sağlar. Bu süreçte iki faktör önemlidir. Birincisi, diyafram adı verilen deliğin ne kadar (ne büyüklükte) açıldığı; ikincisi, deliğin ne kadar süre için açık kaldığıdır. Delik çapını küçük ayarlayarak (diyaframı az açarak) ama açıklık süresini uzun tutarak belli miktarda ışığın karanlık kutuya girmesi sağlanabilir. Bir diğer şekilde; deliği büyük ayarlayarak (diyaframı çok açarak) ama açıklık süresini kısa tutarak yine ‘aynı miktarda ışığın’ içeri girmesi gerçekleştirilebilir. Özetlersek; az açılmış diyafram ve uzun süre ya da çok açılmış diyafram ve kısa süre… İçeri giren ışık miktarı aynı olduğu halde elde edilen sonuçlar farklı oluyor. İlkinde fotoğraf bir derinliğe sahip olurken, ikincisinde öndeki nesneler baskın ve arkadakiler daha az net oluyor. Dolayısıyla karanlık kutu aynı miktar ışık olmasına rağmen farklı sonuçlar oluşturuyor.
Bu örneği aklımızda tutarak kadın ve erkeğin durumuna bakalım. Kadın ve erkek bireyler, insan ve yurttaş olarak eşit hak ve özgürlüklere sahiptir. Ama bu eşitlik, fotoğraf makinesinin aldığı ışığa benzer; farklı durumlarda farklı algı ve davranış modelleri üretirler. Bu durum, kadın ve erkeğin özellikle bedensel ve zihinsel yönde oluşmuş farklılıklarından kaynaklanır. Kadın ve erkeğin farklı özellikleri, cinsiyetlerden birini yükseltmez ya da diğerini alçaltmaz.
Farklılıkların neler olabileceğine dair birkaç not vererek devam edeyim. Örneğin yapılan bilimsel araştırmalar, erkeklerin ‘uzun süreli az açık diyafram’ örneğinde olduğu gibi odaklanmakta başarılı olduklarını göstermektedir. Ama bu odaklanma, genelde bir seferde tek bir konu üzerinde olmaktadır. Bir başka deyişle; erkeklerin fiziksel olarak dar ama derinliği olan bir bakış açıları vardır. Bu gerçek, onlara araba kullanmaktan harita okumaya farklı bir özellik verir. Kadınlar ise –yine yapılan araştırmalara ve Pease çiftinin kitaplarında aktardıklarına göre- fiziksel olarak geniş ama yakını daha iyi fark eden fiziksel bakış açısına sahipler. Bu durum, kadınlara arananı kolayca bulmaktan bir topluluğun geniş açılı olarak kavranmasına kadar pek çok farklı özellik kazandırır.
Barbara ve Allan Pease’in kitabını okumadan çok önceleri, başka yazılarımda söz ettiğim bir konuyu hatırlatmak isterim –ki Pease çifti bu konudan kitaplarında ağırlıklı olarak söz ediyorlar. Kadınlar, erkeklere oranla daha paylaşımcıdır. Bu özelliğinden dolayı kadın sorununu paylaşmak için iletişim kurmayı ister. Bu iletişimin amacı, genel olarak çözüm aramak değil, sorunun kendisini anlatmak ve paylaşmaktır. Erkekler ise bir sorun paylaştıklarında genelde bir çözüm arayışı içindedirler. Eğer iki farklı cinsiyet, bu konuda birbirlerini yeterince tanımıyorlarsa, anlaşmakta ve uzlaşmakta sıkıntı çekerler. Dolayısıyla duygusal ve zihinsel olarak iletişim kurmak isteyen kadın ve erkeğin öncelikle farklı beden ve zihin yapılarına sahip olduklarını benimseyerek başlamaları gerekir.
Pease’lerin kitabında sık verilen örneklerden birisi de kadınların arabayı geri giderek park etmek konusundaki zorluklarıdır. Yazarlar bu konuyu kadının genetik özelliklerine bağlıyorlar. Bu olgu bir yana; geri park konusunda başarılı bir kadının durumunu nasıl açıklayacağız. Birincisi; kadınlar ve erkekler eğitim ve kişisel gelişim yoluyla kendi davranışlarını ve yaşam biçimlerini iyileştirebilirler. İkincisi; kadınlar ve erkeler konusunda yapılan gözlem ve genellemelerin tek yönlü implikasyonlar (sonuç çıkarmalar) olduğudur. Genelde veya ortalama olarak ‘şu ya da bu şekilde’ davranılıyor olması, her bireyin aynı kategoriye girdiği anlamına gelmez.
Dört
Allan ve Barbara Pease, erkek ve kadın arasındaki farklılığı, beyin ve beden olmak üzere iki ana unsurun uyumu ya da uyumsuzluğu üzerine kurguluyor. Bir televizyon programında Dr. Anne Moir ve Allan Pease şu önemli tespiti yapıyorlar: “Homoseksüellik genetiktir, bir tercih değildir.”
Pease çiftinin “Erkekler Neden Dinlemez, Kadınlar Neden Harita Okuyamaz?” isimli kitaplarında bu ilginç tespit hakkında şunlar söyleniyor: “Homoseksüellik doğuştan gelir; üstelik içinde büyüdüğümüz çevre davranışlarımız üzerinde eskiden düşünüldüğünden daha küçük bir rol oynar. Bilim insanları, bir ergen ya da yetişkin üzerinde, anne babanın homoseksüel eğilimleri bastırmaya yönelik çabalarının hiç etkili olmadığını keşfetmiştir. Asıl önemli olan, erkek hormonunun (ya da erkek hormonu eksikliğinin) beyin üzerindeki etkisidir.” Kitapta; benzer tartışma ve açıklamalar lezbiyenlik konusunda da yapılıyor.
Allan ve Barbara Pease’in cinsiyet konusundaki (ve beyin-beden cinsiyeti dengesi ve hormonların etkisi alanındaki) tartışmalarını kitabı okumak isteyenlere bırakalım ve yukarıda ismini andığım bir başka uzmana dönelim: Dr. Anne Moir.
Anne Moir bir genetik uzmanıdır. Bir gazeteci olan David Jessel ile birlikte yazdığı ve 1989’da Penguin Yayınlarının bir yan kuruluşu tarafından basılan “Brain Sex (Beynin Cinsiyeti)” kitabı nedeniyle yaygın olarak tanınır. Sanırım; bu kitap, Tarık Demirkan’ın Türkçe çevirisiyle 2003’te Pencere Yayınları arasında “Beyin ve Cinsiyet: Erkeksi Kadınlar – Kadınsı Erkekler” ismiyle basılmış. Daily Mail isimli ünlü gazetede kitabın yayınlandığı tarihte şöyle bir yorum yer almış: “Son 30 yılda erkeklerin ve kadınların birbirlerinin yerlerini alabilir olduğu söylendi. Şimdi heyecan verici bir kitap, cinsel aynılık efsanesini havaya uçuruyor.”
Moir ve Jessel, kitaplarında şu türden bir tespit yapıyorlar: “Bir siyasal ve sosyal bakış açısı ile karşı karşıyayız. Erkeklere ve kadınlara eşit muamele yapılmalıdır. Bu düşünce, erkeklerin ve kadınların eşit olduğu fikrinden kaynaklanmadır. Ama bu doğru değildir; erkekler ve kadınlar eşit değiller. Zihinsel kayıtsızlık ve tembellik bir yana; artık buna inanmak için hiçbir bahane olamaz.”
Burada bir noktaya dikkat çekmek isterim. Bireysel insan ve yurttaş olarak eşit olabilirler. Ama bu beyin ve beden olarak ‘aynı’ oldukları anlamına gelmez. Moir ve Jessel bu konuda şunu söylüyor: “Cinsiyet farklılığı konusunda oluşmuş genel kanaat, biyolojik değil, kültür tabanlıdır.” Bir başka deyişle; erkek ve kadın cinsiyetleri arasında var olduğu düşünülen farklılık algımız, onların beyin ve beden fizikselliğini gözden kaçırarak kültürel kabuller ve yargılar üzerine odaklanır. İçinde yaşadığımız kültür ortamının bize dayatması ile kadını ve erkeği esas olarak farklılaştıran biyolojik temeli gözden kaçırırız. Özetle; kadın ve erkek, toplumsal rol ve statüleri açısından eşdeğer başlangıçlara ve fırsatlara sahip olmalıdırlar; ama onlar hâlâ beyin ve beden (dolayısıyla bunun yaşamsal yansıları) olarak farklı olmaya devam edeceklerdir.
Dolayısıyla kadın ve erkek konusunda; sosyal ve kültürel olan ile fiziksel ve cinsel olanı birbirine karıştırmamak gerekli. “Sosyolojik açıklamalarla yetinmek istemeyenler arasından birçok araştırmacı biyokimya alanına yöneldi. Kadınlar ve erkekler arasındaki davranış farklılıkları hormonlarla açıklanmaya çalışıldı. … aslında hormonların farklılığı her şeyi açıklamak için yeterli değil. Farklı cinsiyetler arasındaki farklılığın özü, aslında hormonların etkisiyle özel olarak formatlanan ‘erkek’ veya ‘kadın’ beyin arasındaki ilişkide saklıdır.”
Kadın ve erkeğin beyin ve beden dengesi konusuna bu denli odaklanmamın basit bir nedeni var. Farklı cinsiyetler birbirlerini daha iyi tanıdıklarında ilişkilerinde ve ortak yaşamlarında çok daha mutlu olabilirler. Hiç kuşkusuz; cinsiyetleri daha iyi tanımak saygının, hoşgörünün, empatinin ve en önemlisi sevginin gerekliliğini ortadan kaldırmıyor.
Beş
Bir genetik ya da doğum uzmanı gibi hava yaratmak istemem; ama kadın ve erkeği irdeleyen bir tartışmada bebeğin cinsiyeti konusuna değinmek gerekiyor. Kısaca özetleyeyim. Bebeğin oluşumunda annenin yumurtası ile babanın sperminin birleşmesi rol oynuyor. Annenin yumurtası K olarak isimlendirilen kromozomları taşırken, babanın spermlerinin X ve Y kromozomlarını içeriyor. İnsanların yapısal özellikleri bu kromozomlar sayesinde yeni nesillere taşınıyor.
Babanın X kromozomu taşıyan spermi annenin yumurtasını döllerse (XX durumu olursa) bebek kız, eğer babanın Y kromozomlu spermi annenin yumurtasını döllerse bebek erkek oluyor. Dolayısıyla bebeğin cinsiyetini erkeğin spermindeki X veya Y kromozomu belirliyor. Bu süreçte ostrojen (kadınlık) ve testosteron (erkeklik) hormonlarının cinsiyet üzerindeki etkilerini de unutmamak gerekli.
Yukarıda kısaca özetlediğim kromozomların insanın yapısal özelliklerini, dolayısıyla cinsiyetini belirlediği konusundaki çalışmalar yüz yıldan daha eski tarihlere uzanıyor. Ama cinsiyet diye isimlendirilen olgunun insan bedeni ile beyni arasındaki dengeyle ilgili olduğunu öğreneli uzun bir zaman olmadı. Örneğin erkek ve kadın beyinlerinin farklı işlediği (insan bedenini farklı yönettiği ve denetlediği) konusunun geçmişi henüz çeyrek yüzyılı bulmadı. 1970 ve 80’li yıllar boyunca kadın ve erkeğin ‘eşit’ olduğu yaklaşımı, bir ‘aynılık’ bağlamında anlaşıldığından cinsiyetlerin gerçek değer ve konumları yeterice anlaşılamadı. Bugün eşitliğin fiziksel konumlardan daha çok insanlık ve yurttaşlık bağlamında anlaşılması gerektiğini daha iyi kavrıyoruz. Bir başka deyişle; kadının ve erkeğin, bedenin ve beyinin birlikte yarattığı bir denge ve uyum ile farklı olduğunu öğrenmeye başladık. Şimdi biliyoruz ki; kadının kadın veya erkeğin erkek olması sadece bedenle ilgili bir konu değil; beden ve beyinin yapısı, işleyişi ve uyumu ile ilgilidir.
Cinsiyet konusunda son çeyrek yüzyılda edinilen yeni bilgilerin önemli nedenlerinin başında tıp biliminde ve teknolojisindeki gelişmeler yer alıyor. İnsan bedeninin izlenmesine imkân veren yeni görsel teknolojilerin gelişmesi, diğer yandan insan beyninin yaşamın her anında takip edilmesini sağlayan bilgisayar teknolojili donanımın kullanılmaya başlanması insan beynini sır olmaktan çıkardı. Böylece farklı durum ve ortamlarda insan beyninin verdiği elektriksel ve kimyasal tepkileri izlemek ve kaydetmek mümkün oldu.
Tüm bu bilimsel ve teknolojik gelişme, beyne ilişkin cinsiyete dayalı farklılığın, hacim ve ağırlıktan ibaret olmadığını ortaya koydu. Örneğin kadın beyninin ağırlık olarak daha hafif olmasının kadınlar açısından bir kayıp veya eksiklik olmadığını gösterdi. Bilimin bugün ulaştığı noktada kadının erkeğe oranla pek çok farklı ve üstün özelliği olduğunu bilme imkânına sahip olduk. Ayrıca bu çalışma erkek ve kadın beyinlerinin görüntü olarak birbirlerini benzemelerine karşın işleyiş ve fonksiyon olarak farklı olduğunu gösterdi.
Kadınlar ve erkekler konusunda beyinsel ve davranışsal farklılıklara ilişkin pek çok örnek var. Kadınlara yönelik olarak yaşam koçluğu yapan Amerikalı danışman Karin Manske’nin bir makalesinde anlattığı bir örneği aktarmak isterim.
Kendi firmasında özellikle kadınlara yönelik düzenli olarak kişisel gelişim eğitimleri veren Manske şöyle anlatıyor: “Erkekler ve kadınlar farklı dinlerler. Kadınlar sürecin içinde yer alırlar. Başlarını sallayarak ya da bir başka şekilde konuşmayı izlediklerini belli ederler. Erkeklerin dikkatleri sessizdir. Öylece oturur ve anladıklarını belli etmeden aktarılan bilgiyi sindirirler. Bu durumu tümüyle erkeklerden oluşan bir topluluğa verdiğim seminerde fark etmiştim. Bu durum önce beni rahatsız etti ve gerginleştim. “Sanırım; söylediklerimi onaylamıyorlar” diye düşündüm. Bunun üzerine “Söylediklerimi izleyebildiniz mi?” diye sordum. “Evet” anlamına başlarını salladılar; ben de rahatladım. İlk kez tümüyle erkeklerden oluşan bir sınıfa eğitim vermek biraz gerici olmuştu. Ama bu vesile ile erkeklerin ve kadınların dinleme ve anlatılanı sindirme konusundaki farklarını öğrenmiş oldum.”
Manske’nin anlattığı bu olay, muhtemelen sizin de başınıza gelmiş ve bundan olumsuz etkilenmiş olabilirsiniz. Demek ki; karşımızdaki insanı gerçekten anlayabilmek için ona daha fazla dikkat ve özen göstermemiz, onu daha iyi tanımamız gerekiyor.
Bir siyasal ve sosyal bakış açısı ile karşı karşıyayız. Erkeklere ve kadınlara eşit muamele yapılmalıdır. Bu düşünce, erkeklerin ve kadınların eşit olduğu fikrinden kaynaklanmadır. Ama bu doğru değildir; erkekler ve kadınlar eşit değiller. Zihinsel kayıtsızlık ve tembellik bir yana; artık buna inanmak için hiçbir bahane olamaz