Zamanda Bitiş, Başlangıç ya da Akış
Gürcan Banger
Yıl, ay, hafta, gün gibi tanımlar –bazılarının doğayla ve evrenle ilgisi olsa da– bizim zamanı dilimlemelerimizdir. Yaşamı başlangıç ve bitiş noktaları koyarak kavramayı seviyoruz veya alışkanlık haline getirmişiz. Kitabın sonu, öykünün bitişi ya da filmin sonlanması gibi istasyonlarla bunu daha da sağlamlaştırıyoruz. Hâlbuki anlatılmayan hikâyeler kitaptan ve filmden sonra da akmaya devam ediyor. Yaşama başlamalar ve sonlanmalar veya kalkışlar ve inişler olarak değil, bir akış olarak bakmak sanki daha uygun…
Bir akış olarak baktığımızda zamanın başı ve sonu yok. O, bildiği gibi ve içinde bizlerin de yer aldığı şekliyle akıp gidiyor. Zamana duraklar koymak maddi dünyanın bize dayattığı ölçme alışkanlığından olabilir. Nesneleri tarttığımız ya da mesafeleri kavradığımız gibi zamanı da duruş ve kalkışlarla ölçüyor olabiliriz. Kısaca; biz insanlar olarak zamanın bazı noktalarına işaret taşları koyuyoruz. Bilip aklımızda tutabilmek için… Yılbaşı, bayramlar, yıldönümleri veya kutlama günleri hep bizim koyduğumuz işaretler. Zamanın sonsuz eksenine çentik atma çabalarımız…
Ama zamanı işaretlemeyi basit olarak da algılamamalı. Çünkü zamana koyduğumuz her çentik ile o ana farklı bir değer ve anlam yüklemeye çalışıyoruz. Bazen acılı da olsa; çoğu zaman koyduğumuz bu işaretlerin, gelecek adına enerji veya değişim yaratmasını sağlamaya çalışıyoruz.
Her işaretle yaptığımız bir diğer şey, geçmişin tozlarından silkinip yeni bir bakış açısı edinmeye çalışmak. Yaratmak istediğimiz sinerji yanında gelecek algımızı –belki de kendimizi- değiştirmeye çalışıyoruz. Yaşamımızın o anından sonra ne yapacağımıza veya dünyaya karşı nasıl bir tutum takınacağımızı belirlemeye çalışıyoruz. Yeniyi aramak ve bulmak, en olumsuz zamanlarımızda bile olmasını istediğimiz bir şey. Her yeni yılın başında yeni hayaller ve umutlar kurgulamamızın ardında bu özelliklerimiz var.
Yaşamı Kavramak
Bazen yaşamımız, öyle kilitlenmiş, değişmez ve boz bulanık görünüyor ki… Bu durumdan umutsuzluğa ve yeise kapılabiliyoruz. İçimiz bir değişim umuduyla yanarken, çevremizin dört duvar hapishane olduğu fikriyle boğazımız düğümlenebiliyor. Hüznü, umudu ve yeisi birlikte yaşıyoruz.
Yaşamımızın öyle anları var ki; bizi yoran damlaların bardağımızı doldurduğunu hissettiğimiz oluyor. Ya da çölde kalmış bir kaya parçası gibi rüzgâr ve güneşle taneler halinde dağıldığımızı ve yok olduğumuzu hissedebiliyoruz. Böyle bir durumun belli başlı iki farklı sonucu oluyor. Ya daha fazla içe dönüp karanlığımızı koyulaştırıyoruz ya da patlamaya aday bir yağmur eşliğinde tufana dönüşüyoruz. Böyle zamanlarda bir kırılma yaratmaya, zaman eksenine yeni bir çentik atmaya ihtiyacımız oluyor. İçimizin karanlığını artıran ve bizi bir tufana sürükleyen ruh halinden –ama öncelikle bu ruh halinden- kurtulmamızı sağlayacak bir silkinmeye ihtiyaç duyuyoruz.
Bir akış olarak baktığımızda zamanın başı ve sonu yok.
Yeni yıl, zaman eksenine koyduğumuz işaretlerden sadece bir tanesidir. Yeni yılın başlangıcı, zamanı bir kez daha anlamlandırmak için, geleceğe yeni değerler atamak için ihtiyacımız olan bir fırsata dönüşüyor. Yılbaşının ne miladi takvimin başlangıcı ne de İsa’nın doğumu gibi bir kültürel unsurla ilgisi yok. Önemli olan, geleceğe uzayan yaşamımızı bir vesile ile bir kez daha anlamlandırmak ve ona yeni bir değer atamak…