Endişeden Kaçabilir misin?
Gürcan Banger
Yaşamda öyle anların içinde yer alıyor veya olaylara tanık oluyoruz ki, daha önceki kararlarımız, yargılarımız veya algılarımız konusunda yeniden düşünmek zorunda oluyoruz. Geçmişte bir ezber geliştirdiğimiz bir konuyu yeniden ele almamız gerekebiliyor. Benim açımdan güncel olan böyle bir konu seçim yapma olgusu ile endişe arasındaki ilişki şeklinde gündeme geliyor. Şikâyet ettiğimiz sorunların bazılarını kendimizin yarattığını fark etmiyoruz. Bebeklikten ergenliğe olan yaşam ortamlarımızın katkısı olsa da; yaşamımızdaki şikâyetlerin pek çoğu bizim bilinçsiz ya da alışılagelmiş seçimlerimizden kaynaklanıyor. Yaşamımızın tadını yok eden unsurların başında, muhtemelen çevreye gösterilen kayıtsızlık ve özensizlik geliyor; çünkü olumsuzlukların her ikisi de yaşamın anlamını ve değerini yok etmekte son derece ‘etkili’ oluyor. Kişinin günlük bakımı, giyimine göstereceği özen veya konuşurken seçtiği sözcükler insanın çevreye verdiği enerjinin yönünü, türünü ve şiddetini doğrudan etkiliyor. Doğru kararları ve seçimleri ifade eden sözcüklerin bir yaşam kurabilmesi kadar dikkatsizce seçilmiş veya yanlış kullanılmış birkaç sözcüğün dünyaları yıkabilme gücü var.
Bazı sözcükler var ki; tam anlamından emin olamadığımız için günlük konuşmalarda yerlerine kimi zaman eşdeğer, bazen farklı başka sözcükler kullanırız. Nedense işin aslını, esasını öğrenmek için fazla gayret içinde de olmayız. Örneğin endişe yerine üzüntü, kaygı, kuruntu, vesvese, korku veya düşünce sözcüklerini kullandığımız sık olur. Herhangi bir nedenle, sözcüğü (ve onun simgeleştirdiği kavramı) gerçek anlamıyla tanımlamamız gerekirse bir hayli zorlanırız. Endişe de bu türden kavramlardan bir tanesi… Bir sözlükte bulunabilecek tanımıyla; endişe, müstakbel bir tehlike veya zor durum karşısında insanın içinde duyduğu gizli, acı veren, belli belirsiz güvensizlik duygusudur. Bu tanımdan da anlaşıldığı gibi; endişe, insani bir duygudur; fakat nabız değişikliği, tende renk değişimi, ağız kuruluğu, kalp ağrısı gibi fiziksel yansıları da olur. Endişenin denetlenmeyerek ileri aşamalara ulaşması, süreğen hale gelmesini sağlayarak uykusuzluk, düzensiz beslenme, alerji ve yüksek tansiyon gibi sonuçlar vermesine neden olabilir.
Endişe ‘azı karar çoğu zarar’ denen türde bir duygudur. Tehlikeleri ve olağandışı durumlara karşı hazırlıklı olmayı sağlayan iyi bir yanı vardır. Bu nedenle bizi beklenmeyen zor olaylara karşı donanımlı ve hazırlıklı tutar. Ama endişenin bir kişilik özelliği halini alması ve yaşamımızda süreklilik kazanması yıpratıcı olumsuz etkiler yapar; normal yaşamımızı engeller; acı duymamıza neden olur. Bu durumda endişe, onu yenmek için savaşmamız gereken bir durum olarak karşımıza çıkar. Endişeyi denetlemenin ilk adımı, öncelikle kendinizde endişe gerçeğini tespit ve kabul etmektir. Endişelenen yapınızı kabul etmemeniz, onun derinleşip yoğunlaşmasına ve sizi daha fazla etkilemesine neden olacaktır. Pek çok konuda olduğu gibi endişe ile mücadelenin ilk adımı da insanın kendisiyle yüzleşebilmesidir.
Gelelim –yazının başında kısaca ima ettiğim– neyin değiştiğine… Yukarıda yazdıklarımı tekrar okuduğumda –ki şimdi bunların düne ait olduklarını düşünüyorum– endişeyi korku öncesi ve korkuyla bağlantılı bir eşik olarak algıladığımı fark ediyorum. Benim için kültürel bir ezberdi bu… Endişeye biraz daha iyimser bakıp bakamayacağımı soruyorum kendime. Gerçekten endişe –bir aşırı abartı düzeyine varmadığı sürece– kaçmamız gereken bir duygu mudur? Yoksa asla kaçamayacağımız bir gerçeklik midir? Endişe bir korku eşiği olduğu için mi gerginlik, huzursuzluk ve acı yaşıyoruz? Yoksa bizi bir değişime yöneltebilecek seçimler yapmamız gerektiği, değişimin rahatımızı bozabileceği ve bir bilinmeyen adım atmak için seçimimizin talep edilmesi nedeniyle mi endişe duyuyoruz?
‘Ben’ endişeyim; ben’den kaçabilir misin?