Yaşam Boşlukları Sevmiyor
Gürcan Banger
Yaşamımızdaki boşluklar anlamlandırmamızı bekleyen oluşamamış, eksik kalmış veya gelişme fırsatı bulamamış ilişkileri ifade ediyor. Dünyadaki oyukları havanın veya suyun bir anda dolduruverdiği gibi, insanın zihinsel ve ruhsal boşlukları da hemen yakınındaki düşünce ve duygularla doluverir. Yaşam, boşlukları sevmez. İnsanın kendisi de bu boşlukları bir an önce doldurabilmenin beklentisi içindedir. Eğer insan olarak dünyamızın boşluklarını doldurmakta engellerimiz varsa, bir süre sonra bu durum, üzerimizde büyük bir basınca ve sonuç olarak krize yol açabilir. Tatmin edilmeyen ihtiyaçların karşısında oluşan baskıyı kaldırabilmek kolay değildir. Baskıya tahammül edebildiğimizi düşündüğümüz çoğu örnekte ise bu durumun etkilerini içimize akıtıp –bir patlayıcı potansiyeli olarak– biriktiriyoruz.
Yalnız yaşamıyoruz. Ne denli kendimizi sosyal yaşamın dışında tutarsak tutalım, bir dizi ilişkinin içindeyiz. Bunlar arasında bizi en çok etkileyenler ise insan ilişkileri oluyor. Bir ilişkinin türü ne olursa olsun, beklentisiz olduğumuza kendimizi ikna etmeye çalışsak bile bu ilişkiden beklentilerimizi inkâr etmek mümkün değil. Olmasını istediğimiz biçim, yapılmasını veya yapılmamasını istediklerimiz, –eğer bir sevgi ilişkisinden söz ediyorsak– O’ndan duymayı arzu ettiklerimiz arasında onun da kendi karakteri ve yaşamının olduğu, kendi boşluklarının bulunduğu ve bunları doldurmak üzere farklı ihtiyaçları olduğu aklımızdan çıkıverir.
Her ilişkide yerine getiremediğimiz ihtiyaçlar olabilir. Eksik bıraktıklarımız gibi gereğinden fazla abarttıklarımız olması da şaşırtıcı değildir. İlişkilerin ciddi hastalıklarından birisi, kendini onun için feda etmektir. Çevrenize dikkatle bakarsanız çok yaygın bir ‘problem’ olduğunu fark edeceksiniz. İkinci hastalık türü sorun ise onun duygusal ihtiyaçlarımızı, karşılıksız ve sınırsız olarak hoşgörüyle karşılamasını beklemektir. Neden telefon ile aramadığını, neden ziyarete gelmediğini veya neden sürekli olarak güzel sözler söylemediğini merak ederiz. Hatta zaman zaman bunları neden yapmadığı konusunda onu sorgular, suçlu bulur ve bir ceza biçeriz. Böyle yaparak gözden kaçırdığımız çok önemli bir nokta var. O da bir ilişkinin iki kişilik bir yaşam unsuru olduğu. Birinin sürekli verdiği, ikincisinin sürekli aldığı bir yaşam tarzı, ne yazık ki duygusal anlamda sağlam bir ilişki sayılmaz. Olsa olsa bir kişinin konuştuğu diğerinin dinlediği ve bir süre sonra tahammül edilmez hale gelen bir monolog olur. Hâlbuki sağlıklı bir yaşam ilişkisinde taraflar katılımcı, paylaşımcı ve yaratıcı olmak durumundadırlar.
İnsanın kendisini değiştirmesi için önce mevcut sorunların varlığının, bunların bir değişime gerek duyurduğunun ve değişim ihtiyacının farkına varması gerekir. Eğer bir kişi kendini değişmeyecek kadar kusursuz buluyorsa, onun bir ilişkide mutlu olma şansı son derece düşüktür. Karşısındakinden bir şeyler beklemekten, kendi kusursuzluğunun takdirini istemekten katılmaya ve paylaşmaya zamanı olmayacaktır.
Yaşam, boşlukları sevmez.
Korkular bir yana; bireyler olarak hepimizin kendine özgü nitelikleri, yaşama dokunma tarzı var. Bir ilişkide bu gerçeği bir işaret taşı olarak hatırlamak önemlidir. Eğer ilişkinin tarafları bireysel fark, özellik ve koşulları yok sayarak ilerlemeye çalışırlarsa, bu durumda bir süre sonra kıpırdayamaz hale geldiklerini fark edeceklerdir. Nefes alamadığı ve kendini zincirlenmiş hissettiği bir ilişkiyi sürdürmek isteyen olabilir mi?