Eskişehir de Değişiyor mu?

Print Friendly

Eskişehir ve değişimEskişehir de Değişiyor mu?

Gürcan Banger

Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook’ta izle
Twitter’da izle

İnsan karşılaştırarak öğrenir. Dolayısıyla bir işte başarılı olup olmadığımızı görmek için bazı gösterge değerleri, zaman dilimleri arasında ölçmek gerekir. Örneğin bir firma yönetiyorsanız; işletmenin cirosunu, kârlılığını, giderlerini veya benzer sayısal göstergeleri, yıllar veya aylar arasında karşılaştırarak bazı yargılara varır ve kararlar verirsiniz. Eğer bir kenti, mesela Eskişehir’i inceliyorsanız; belli aralıklarla (örneğin her yıl için) nüfus, ortalama gelir, yıllık ihracat ve ithalat, açılan ve kapanan firma sayısı, yeni yapılan bina sayısı gibi göstergeleri karşılaştırarak kentin değişimi hakkında bir yargıya varabilirsiniz.

Ülkenin bütünü için de benzer bir yaklaşım öngörebiliriz. Ulusal gelir, kişi başına düşen gelir, sosyo-ekonomik katmanların yaşam kalitesi endeksleri, kişi başına yeşil alan miktarı ve benzerleri, bize toplumsal yaşam hakkında pek çok bilgi verir. Değişimi, bu değerlerle gözler; dün ile bugün arasında karşılaştırmalar yaparız.

Toplum hakkındaki yargılarımız da böyledir. Zaman içinde toplum değiştiği gibi, bizim yargı ve tespitlerimiz de değişir. Olumlu ve olumsuzun bir arada yaşandığı ve dönüşüm ile değişim hızının çok yüksek olduğu günümüzde aynı kalmakta ısrar eden bazı ‘dinozorların’ bile soyu yavaş yavaş tükeniyor.

Dünden Bugüne Değişim

Kişi, kendi fikriyatının dünü ve bugününü de kıyaslamalı. Şunları yazdığım on yıldan fazla olmuş: “Doğudan Batıya, kırdan kente ve karadan denize doğru bir iç göç sonucu, son 40-45 yılda büyük kentlerin varoşlarında bir hareketlilik yaşanıyor. Eski kentleri altüst eden bu oluşum, yüksek doğum oranı ile destekleniyor. Kent varoşları her geçen gün kimlik değiştiriyor. Şu an adeta ülkeyi varoşlar ve gecekondular yönetiyor. Dinsel kimlikleri, etnik kökenleri, oy tercihleri, siyasetteki etkileri, aile yapıları, müzikleri ve daha pek çok sosyal özellikleri ile gündemi onlar belirliyor. Anlaşılıyor ki; bu kaynaşmanın içinden geleceğin yeni kentlileri ‘ya çıkacak ya da çıkacak’.”

Bu cümleleri yazdığımdan on küsur yıl sonra (yani bugün) genel görünüme baktığımda; devam eden yönelimler yanında farklılık noktasında ulaşmış sosyal göstergeler de gözlüyorum. Sosyal göç, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında olduğu kadar yoğun değil. Kırda yaşayan nüfusta ciddi azalmalar oldu. Kırdan kente gelenler, kentle bütünleşmede hayli mesafe aldılar. Aslında buna ‘kentin kırlaştırılması’ demek daha doğru olur. Kırdan kente gelen her yeni yurttaş, kentteki sorunların artmasına (bir başka deyişle; kentteki ekonomik ve sosyal maliyetlerin artmasına) neden oldu. Kentin sorunları, yerel yönetim imkânlarıyla karşılanamayacak bir noktaya ulaştı. İktidarların kırın sorunlarına kayıtsız kalması, sosyal ve ekonomik sorunların kırdan kentlere akmasına neden oldu. Kıra karşı aynı kayıtsızlığın sürüyor olması nedeniyle; yakın vadede ne kırda ne de kentte önemli bir yönelim değişimi beklemek doğru olmaz.

Kırdaki nüfusun kentlere akması sonucu, kentler önemli bir değişime uğradı. Çünkü kentler ne sanayi, ne ticaret ne de yerleşim özellikleri açısından bu akışa hazır değildi. Dolayısıyla gelişmiş Batıdakinden farklı olarak kentler, kırdan gelen nüfusu dönüştüremedi; aksine kırdan gelen nüfus, kendi kültürünün ve yaşam modelinin kentlerde yerleşmesini ve kök salmasını sağladı. Siyasetten günlük yaşama kadar bugünün sosyal gerçeğini oluşturan ana tema budur.

Göç sürecinin bazı sonuçları artık daha net gözleniyor. Bazı kentlerde nüfus, (geriye dönüşsüz biçimde) hızla azalıyor. Gelişme özellikleri gösteren kentler ise hızlı ve aşırı nüfus artışından dolayı oluşan sorunların altında ezilmeye başladı. Eskişehir’in gelecek tasarımı açısından bu noktaya dikkat etmek gerekiyor.

Bu arada 2000’li yıllara geldiğimizde; gelişen kentler bir başka etki altına girdi. Bu, gelişmiş Batının tüketim toplumu anlayışıdır. Bu bağlamda örneğin otomobil vb gibi bireysel kara taşıtı kullanımının aşırı teşviki, kentlerde yol, otopark ve genel anlamda trafik sorunlarının artmasına neden oldu. Büyük şehirler, trafik sorununun aşılması açısından zor bir noktaya geldi. Kent içinde rantın ve kent merkezinde mekânsal sıkışıklığın had safhaya varması nedeniyle toplu taşım çözümleri üretmek de pek mümkün veya kolay olmuyor. Bu cesareti kendinde bulan yerel yönetimler, işin maddi yükünü halkın sırtına bindirmeleri yanında; kentsel mekânın kullanımında da yeni sıkıntılar yaratıyorlar. Trafik ve kentsel mekân kullanımı sorunlarının, benzer biçimlerde ülkenin farklı kentlerinde aynı anda yaşanıyor olmasını şaşırtıcı bulmuyorum. İstanbul’da, Eskişehir’de veya Urfa’da aynı kentsel problemlerin yaşanıyor olmasını bir örnek olarak sunmak isterim. Çünkü bu sorunlar demeti, yerel yönetimlerin algı ve varsa vizyonlarını fazlasıyla aşan bir ağır yük olarak duruyor.

Eskişehir’in Ufkunda Ne Var?

Yukarıda genel olarak özetlediğim değişimi, Eskişehir için özele indirgemeliyim. Böylece ülkedeki genel değişim ile Eskişehir’in değişiminin karşılaştırılma imkânı ortaya çıkacaktır.

Eskişehir, Osmanlı’yı kuran topraklarda yer almasına rağmen 19’uncu yüzyılın son çeyreğine küçük bir yerleşim olarak kaldı. 1800’lerde başlayarak 20’nci yüzyıla kadar uzanan süreçte Balkanlardan, Kırım’dan ve Kafkaslardan gelen göçler sonucunda kentte bir canlanma başladı. Bu göçler, bölgede kullanılan başta tarımsal teknolojiler olmak üzere bazı yenileşme iyileştirmelerin oluşmasına neden oldu.

19’uncu yüzyıl sonlarına kadar Eskişehir’in küçük bir yerleşim olması ve bu yüzyıl içinde oluşan etkin göçler sonucu, başka illerde gözlenen biçimde bir hemşehrilik / Eskişehirlilik anlayışı oluşmamıştır. Buna karşın aynı nedenlerden dolayı çok kültürlü bir kent toplumunun oluşmuş olması da bir başka ama olumlu gerçektir.

Eskişehir’in ekonomik ve sosyal gelişmesinde kırılma yaratan gelişmelerden birisi, inşaatı 1898’de başlamış olan İstanbul-Bağdat Demiryolu’dur. Bu hattın önemli duraklarından birisinin Eskişehir olması, bu yerleşimin kaynaklarının ve imkânlarının bilinirliği ve tanınırlığı konusunda çok ciddi katkılar yaptı. Bu tarihe kadar Osmanlı yazılı kaynakları ile yabancı yazarlı tarihi seyahatnamelerde pek anılmayan Eskişehir’in, 19’uncu yüzyılın sonlarından itibaren yazılı kaynaklarda daha fazla geçtiğini gözlüyoruz.

Eskişehir’de 20’nci yüzyılın ilk yarısı, kentin oluşumunu anlamak açısından hayli öğreticidir. Bu dönem içinde pek çok kamu yatırımının yapıldığını ve mevcut olan kuruluşların da genişletildiğini görüyoruz. Çok işçi çalıştıran kamu yatırımlarının varlığının, Eskişehir’de işgören (ücretli devlet memuru, kamu işçisi) olma eğilimini artırdığını gözlüyoruz. Bugün var olan bölge sanayisinin ciddi bir bölümünün, geçmişte bu kuruluşlarda çalışmış olan ustalar tarafından oluşturulmuş olması bir diğer ilginç olgudur.

Yukarıda özetlediğim bu gelişmelere rağmen Eskişehir, 2000’lere kadar bir kâğıdın üzerine düşmüş bir yağ damlası gibi yavaş büyüyen bir kenttir. 2000 öncesinde sorunların ölçeği küçük, çözümü kolay ve çözülme süreleri kısadır. Diğer yandan küçük ölçekli sorunlarla ilgilenmenin yarattığı düşünsel darlık ve problem çözme performansındaki etkisizlik, o dönemlerde kent yöneticilerinin kent vizyonu açısından kısır / miyop olmaları sonucunu doğurmuş olabilir. Bir başka deyişle; 2000’lere kadar Eskişehir, büyük bir kent olmanın hayalini kur(a)mamış ve kendini buna göre hazırlamamıştır. Geçmişin yavaş büyüme hızının, o dönemin yöneticilerinde bir körlük ve dar görüşlülük yaratmış olduğu tezini altını çizerek yinelemek istiyorum. Bu kısır süreçte (1960’lar sonrasında) Eskişehir’den seçilmişlerin, temsil ve dinamizm açısından Ankara siyasetinde etkisiz olmalarının da kente olumsuz yansımaları var.

Eskişehir, 2000’li yıllarla birlikte ilk kez büyük bir kent olmanın eşiğine geldi. Bugüne kadar yaşamadığı sorunların açısından da bir eşiğe gelmiş olduğunu söylemek gerekir. Geçmişte İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır veya Bursa gibi örneklerin yaşamış olduğu olumsuz gelişmeler, Eskişehir’in kapısını çalmak üzere. Bu anlamda Dünyada ve ülkemizde kentlerin yaşamış olduğu yönetilememiş ve denetlenmemiş büyüme süreçlerinin iyi anlaşılmasının yararlı olduğunu düşünüyorum.

Eskişehir, 2000’li yıllarda ekonomik ve sosyal gelişmişlik yönlerinden Türkiye’nin en çok ilgi gören ve ümit veren illerinden birisi olmasına rağmen; ufkunda peşpeşe muhtemel nüfus patlamalarının yaratabileceği problemler, sosyal göçün etkileri ile altyapı sorunlarını içeren yeni bir gündem var. Bu konuda çözüme yönelmiş bir farkındalık gerekiyor.

Yaşam Kültüründe Değişim

Ülkede 1990’lar sonrasında en ciddi değişim, yaşam kültürü alanında oldu. Hatta bu alanda oluşan değişimin, kişi ve kuruluşların gelir düzeylerini aşan, yani ekonomi ötesi noktalara vardığını bile söyleyebiliriz.

On küsur yıl kadar önce kültürel değişimle ilgili olarak şunları yazmışım: “Ülkenin değişik yörelerinde var olan ve şimdiye kadar ‘görece izole’ duran kültürler hızla iç içe geçerek birbirini etkiliyor. Sentezlenmesinde medyanın da katalizör oldu yeni ve karma bir (sentetik) kültürün oluşma olasılığı var.”

Sosyal göçün sonuçlarından birisi, gerçekten bir kültürel değişim oldu. Kır kültürü, kentlerde önemli ölçüde etkili oldu. Hem kırdan hem de kentten hayli farklı yeni sentetik bir kültür oluştu. (Eskişehir nüfusunun yaklaşık yüzde 85’inin kent merkezinde yaşadığı ve ilin taşrasının demografik olarak sürekli küçüldüğü düşünüldüğünde; Eskişehir özelinde kırın kente etkileri ve kent merkezinde oluşan sentetik kültür konusu daha iyi ve kolay anlaşılır.) Bu sürece teslim olanlar arasında medyanın özel bir yeri var. Bu kültürün ‘tüketime’ yöneltilebileceğini gören medya, sentetik kültürün yerleşmesi ve yaygınlaşması için ‘üstün bir gayret’ içinde oldu. Cinsellik odaklı, kaba tavırlı sinema filmleri ile başlayan süreç, TV’de mafya ve derin devlet dizileri ile devam ediyor.

Yukarıda verdiğim tespite bağlı olarak bir başka paragrafta şunları yazmışım yine on küsur yıl önce: “Anlaşılıyor ki; toplumumuz, Batı modeline ulaşması için gerekli içsel ön koşulları taşımamaktadır. Yaklaşık son 100 yılda olduğu gibi, bugün de dış dinamikler, sosyal süreçlerde son derece etkililer. İletişimdeki gelişmeler nedeniyle dış dinamiklerin ve yansılarının etki alanları giderek genişliyor.”

Küreselleşme olgusu, toplumumuzu (bir boks veya güreş deyimiyle ifade edersek) ‘açık düşmüş’ halde yakaladı. Türkiye, sosyal göçün yoğun etkilerini yaşarken, diğer yandan küreselleşmenin ‘tüketim toplumu’ baskısı ile karşılaştı. Gerek birey gerekse kurum olarak yeterince hazırlıklı olmayan Türkiye, kendi değerlerini hızla yitirirken, göçün etkileriyle oluşan sentetik kültür, tüketim yönelimleri ile yeni bir şekle büründü.

Yukarıda sözünü ettiğim değişim belirtilerine rağmen toplumun pek çok yapısal özelliğinin değişmediğini söylemek yanlış olmaz. Sentetik görünümün altında hâlâ Doğulu bir toplumun net görünümleri var. AB sürecinde yapılan tüm yasal ve yönetsel değişikliklere rağmen ‘merkez devletin’ tutum ve davranışlarında ciddi bir değişiklik olmadı.

Dikkatimi çeken bir başka nokta daha var. Tüm dünyada küreselleşme ve liberalleşme yönelimlerine karşı bir tepki yükseliyor. Bunun izlerini ülkemizde de gözlüyoruz. Bu tepkilerin bir bölümü, Türkiye’de siyasal İslam’a karşı oluşan tepkilerle bütünleşiyor. Aslında buraya kadar garip olan bir şey yok. Dikkati çeken nokta, bu karşı duruşların ‘milliyetçilik’ görünümü altında içi boşaltılmış kavramlarla yapılması. ‘Siyasetin içeriğinin boşlatılması’ ile birlikte düşündüğümüzde; bu durumun altındaki siyasal rant arayışlarını görmek kolaylaşıyor.

Geçtiğimiz yıl (22 Temmuz 2007) milletvekili seçimlerine İstanbul’dan bağımsız aday olarak katılan Prof. Dr. Baskın Oran ve Yrd. Doç. Dr. Ufuk Uras’ın yer aldığı bir TV programını kısmen izlemiştim. Programın bence en ilginç yönü, bu seçimde ve bugünkü siyaset alanında neyin eksik olduğunu tespit etmesiydi. Hiç kuşkusuz; bu seçimin sol kanadı eksik. Fakat daha da önemlisi; güncel siyasetin, halkı temel alan içerik ve sosyal ahlâkı eksik… Yukarıda sözünü ettiğim sentetik kültür ve siyasal erozyon, öncelikle siyasetin içeriğini ve üzerinde temellenmesi gereken ahlâk anlayışını yok etti. İçeriği ve ahlâkı eksik bir siyaset de ancak bugün yaşandığı kadar düzeysiz ve kalitesiz olabiliyor.

Bu tespite Eskişehir açısından baktığımızda; yerel siyasetin kişiler üzerinden dar bir ‘siyaset elitine’ kilitlendiğini, yerel siyasetin merkezdeki oligarşik kadrolar tarafından yönetildiğini, ikna edici ve paylaşılmış bir kaliteli siyasal söylemin mevcut olmadığını, siyasette bir yenileşmenin yaratılamadığını ve siyasetin tümüyle bir rant kollama mekanizması haline dönüştüğünü söyleyebilirim.

Siyasetin Görünümü

Eskişehir Ticaret Odası’nda (ETO’da) her seçim öncesi adayları buluşturup bir genel toplantı yapmak gelenek haline gelmiştir. Toplantı öncesinde adayların eline Eskişehir’in ve ticaret kesiminin sorunları ile kentsel talep ve ihtiyaçlarla ilgili bir doküman vermek de bu geleneğin bir parçasıdır. Sorunlar ve ihtiyaçlar listesinin saptanması için üniversite öğretim üyelerinin de katılımıyla bir çalışma yapılır ve adaylara yazılı olarak sunulur.

22 Temmuz 2007 seçimi öncesinde de bu konu ETO Meclisi’nin bir oturumunda gündeme gelmişti. O dönemki ETO Meclis Başkanı Alaattin Çam, bu çalışmadan söz ederken içimden geleni yüksek sesle söyleyiverdim: “Geçen seçimdeki çalışmayı verelim adaylara. Hâlâ geçerlidir. Yerine getirilenlerin pek fazla olduğunuveya değiştiğini sanmıyorum.” Bugün görüldüğü gibi vizyonları da pek değişmemişti zaten.

Gerçekten şehir olarak Ankara’daki yürütmede gerçek gücünüz yoksa; talepleriniz kağıt üzerinde talep olarak kalmaya devam ediyor. Eski siyasetçiler için, halkın talebini Gelincik sigarasının karton kutusunun arkasına yazdıkları, Ankara’ya dönerken de arabanın penceresinden atıverdikleri hikâyesi anlatılırdı. Gelincik sigarası kalmadı ama eğer iktidar gücümüz yoksa hâlâ aynı manzarayı izlemeye devam ediyoruz. Özetle; ülkemizde işler ağır ilerlemeye devam ediyor. Halkın bizzat kendisi henüz iktidar olamadı. Katılımcılık ve çoğulculuk tezleri, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak olmayı sürdürüyor.

Bu yazıda; on küsur yıl önceki ülke ve Eskişehir’le ilgili tespitlerimden ve o yıllarda yazdıklarımdan söz ediyorum. Değişimin ne denli ağır işlediğini, olumlu yönde pek de fazla adım atılmadığını bir kez daha hatırlatmama izin verin. İşte 1990’lı yılların ortalarında medya ile ilgili yazdıklarımdan bazı parçalar: “Medyanın etki alanı giderek büyümektedir. Bu genişleme sayesinde medya, yargı ve yürütmeye ait alanları da işgale başlamıştır. Habercilik ve eğitim amaçlarını ikinci plana atan medya, kendini adeta hukuk, güvenlik, dış politika, siyaset gibi alanların tek yetkilisi saymaktadır. Reality show, karşılıklı birebir tartışma, haber / yorum gibi başlıklar altında sunulan programlar bu gerçeğin çok açık ifadeleridir.” Siyasetin içeriğinin bizzat siyasi partiler tarafından boşaltıldığı bir dönemde bu tespitin gerçekliğini bir kez daha kavrıyoruz. Siyasetçiler, gerçek siyasetin dışındaki alanlara (rant alanlarına) savrulunca siyaset yapmak başkalarına kalıyor.

Medya hukuk ve siyaset alanını işgal etmenin ötesine geçerek yeni sentetik kültürün oluşmasında da ‘baş hamurkâr’ rolüne soyunuyor. Kültürel erozyonun faktörlerinden birisi olmaya 1990’lı yıllarda başlamış: “Medya, (özellikle dış kaynaklı kültür öğelerinin bilinçsiz ve duyarsız aktarımı nedeniyle) geleneksel kurumlarda ve kültür alanlarında çok hızlı çözülme ve dağılmaya neden oluyor. Bu değişimde medyanın etkisini inkâr edebilir miyiz? Artan intihar girişimleri, tüketim mallarında ticari marka bağımlılığı, aile ilişkilerimizde ‘Amerikanvari’ değişimler, klasikler kaybolurken neo-klasiklerin (şimdi yazsam ‘post-modern’ derdim) onların yerini alması ve daha neler neler… İsterseniz bir düşünün; ‘yılın en iyi’ şarkıcısı tercihinizi son 12 ayda kaç kez değiştirdiniz!… Özetle; medyanın kendisinden başka kimsenin klasik olmasına tahammülü yok.”

1990’lardan bu yana geçen yıllarda medya sahipliği Türkiye’de daha önemli hale geldi. Medyanın siyaset ile ‘ahlaksız’ bağlarını her zaman bilirdik. Geçtiğimiz 10 yılda medya siyasetle yetinmeyerek mafya ile de bağlar oluşturdu. Medya, siyaset ve mafya, tam anlamıyla dört dörtlük bir ekip oldular. On yıl önce şöyle yazmışım: “Medya-mafya işbirliği olasılığı ve dayanışmanın etki alanları giderek büyüyor. Medya-mafya birlikteliği, devlete karşı çekim gücü yüksek yeni bir güç odağı ve yeni bir alternatif oluşturuyor. Demokrasi geleneğinin yerleşmemiş ve sivil toplum güçlerinin zayıf olması, bu odağın güçlenmesi ile birlikte ülkenin gelecekte ne olacağı sorusunu cevabı giderek bulanıklaşıyor. Mafya, gerek spor gerekse başka etkinlikler aracılığıyla kendini medyada aklıyor. Sanki medya değil, hakemin ve karşı takım oyuncularının satın alındığı şikeli bir maç…”

Bir noktayı netleştirmek isterim. Üçlünün, medya ve mafya bölümünü anlamak biraz daha kolay. Üçlünün diğer öğesi olan siyasetin hedefinde en kısa yoldan devleti ele geçirmek var. Kirli siyasetin devlet mekanizmalarında etkin olmasıyla birlikte yeni bir görünüm ortaya çıkıyor. ‘Devletin derinliklerinin’ de katılımıyla üçlü, bir dörtlü (kare as) haline dönüşüyor.

Alt Kimlikler

Sosyal değişimden söz ederken; postmodernist vaveylanın ortalıkta cirit attığı bir dönemde ‘alt kimlikleşmeden’ söz etmeden geçmek olmaz. Uzak bir örnekle başlayalım. Göç alma bakımından rekortmen ülkelerden birisi ABD’dir. Amerikan sinemasında da izlediğimiz gibi; İngiltere’den Yunanistan’a, İrlanda’dan İtalya’ya kadar pek çok ülkeden göçmenler büyük ümitlerle bu ülkeye gelmişlerdir. Porto Riko’dan, Çin’den veya Meksika’dan da pek çok kişi, bu ülkeye göç ederek ABD vatandaşı olmuşlardır. Büyük göçlerden bu yana aradan en az 100 yıl geçmesine rağmen bu insanlar, etnik ve kültürel kimliklerini çok net hatırlayıp bu niteliklerini yaşatmalarına karşın, ABD vatandaşı olmayı da başarmışlardır. Örneğin İtalyan olduklarını hatırlarken, ABD vatandaşlığı üst kimliği altında buluşma konusunda başarılı olmuşlardır.

Osmanlıyı hatırladığımızda; üst kimliğin, ‘Osmanlı milletler sistemi’ olduğunu görürüz. Bu dönemde Türkler arasında ‘Müslüman Osmanlılık’, örten üst kimliktir. Cumhuriyet’le birlikte bu kimlik, ‘Türklük’ olarak yeni bir ulusçu projeye dönüşür. Osmanlı olmayı reddeden Cumhuriyet, resmî ve gayri resmî açıklamalarında Türk olmanın erdeminden ve üstünlüğünden söz eder. 1980’li yıllara geldiğimizde ise örten kimlikler açısından bir kırılma (farklı bilinç anlayışı) gündeme gelmeye başlar.

On küsur yıl önce (90’lı yılların ortalarında) şunları yazmışım: “Son 30 yılda yurttaşlar, bir bellek yitiminden kurtulmuşçasına alt kimliklerini (dinsel, etnik, kültürel köklerini) hatırladılar. Giderek yurttaşlar ve toplulukları için alt kimlik, üst kimlikten daha önemli hale geliyor. Bu amaçlı siyasi ve sivil örgütlenmelerin büyük bir hızla arttığını gözlüyoruz.”

Seçimler öncesinde partilerin aday listelerine bakıldığında; bunların hazırlanmasında siyasi birikim ve deneyim yerine yine etnik, kültürel ve dinî tercihlerin etkin olduğunu görürüz. Listelerde bir şehirdeki bir dinî cemaatin oylarını almak için bu topluluğa yakın bir aday tercih edilmiştir. Baskın hemşehrilik duygusu ile hareket eden oyları almak için bu yönünü ortaya koyan bir aday listede yer almıştır. Ülkenin doğusundan göç etmiş kişilerin oylarını almak için o kesimi temsil eden bir aday listede yer bulabilmiştir. Özetle; aday atamaları dinî, kültürel ve etnik tabana oturtulmaya çalışılmıştır. İşin daha üzücü olan yanı, iktidara aday partilerden bu yaklaşımın dışında kalabilen yoktur. Bir bakıma; insanların gen yapısı, kafa yapılarının önünde olmaya devam etmektedir.

Bu yaklaşımdaki temel fikir, ne pahasına olursa olsun iktidarı ele geçirme ve rantı yandaşlarla paylaşma düşüncesidir. Bu konuda 1990’lı yılların ortasında şunları yazmışım: “Birer toplumsal atom olarak öne çıkan alt kimlikler, hızla içe dönüyor. Kendi içlerine yönelik olarak aşırı politize olurken, dışarıya karşı depolitize oluyorlar. Diğer atomlarla aralarında bir iklim (iletişim ortamı) olması gereken demokrasiyi, yalnız kendileri için ve kendi içlerinde kullanmak üzere istiyorlar. Kimlik içi demokrasi saat gibi işlerken, kimlikler arası demokratik süreçlerde aksamalar oluyor.”

Yine bir başka paragrafta şunları yazmışım 10 yıl kadar önce: “Bazı kimlik bloklarının (kimlikleşmiş baskı ve çıkar gruplarının), devleti diğer gruplarla uzlaşarak birlikte dönüştürmek (demokratikleştirmek) yerine kendi başlarına ele geçirme eğilimlerinin arttığını gözlüyoruz. Kimlikler, rant arama ve kollama mekanizmaları haline dönüşüyor.”

İlginç bir gözlemimi aktarayım. Etnik, kültürel veya dinî kimlikler kendi ihtiyaç, beklenti veya isteklerine bağlı olarak kolaylıkla partiler arasında yer değiştirebiliyorlar. Örneğin geçmişte Özal’ın ANAP’ında yer alan bazı kültürel / etnik grupların, şimdilerin iktidar partisi olan AKP’ye kaymış olduklarını gözlüyoruz. Örneğin bir dönem CHP’nin oy deposu olarak kabul edilen bir inanç kimliğinin, başta AKP olmak üzere tüm iktidar adaylarının ilgisini çektiğini görüyoruz. Partiler bu kimliğe ait ‘sembol’ olduğuna inandıkları bazı isimleri listelerinde bulundurmaya çalışıyorlar.

İşin özeti şu: Partiler, daha fazla oy alabilme pahasına iktidarlarını siyaset dışı kimlikler üzerine kurmaya aşırı istekliler. Etnik, kültürel ve dinî kimlikler de buna son derece ‘güzel’ uyum gösteriyorlar. Sözün özü; Türkiye’de feodalite, iktidar olmayı sürdürüyor. Eskişehir deseniz; o da adım adım bu ‘hedefe’ yaklaşıyor.

Siyaset, Hukuk, Sosyal Psikoloji

Son yıllarda özellikle kadına yönelik olmak üzere; töre cinayetleri sık rastlanan, sıradan olaylar haline geldi. Toplumun, çağdaş hukuku (bir başka deyimle; hukukun çağdaşlığını) yeğlemek yerine eski toplum biçimlerindeki kültür ve hukuk formları ile ‘yargı ve infaz’ yapmaya çalışmasını doğru anlamak gerekir.

1990’lı yılların ortalarında şunları yazmışım: “Yurttaşların devlete ve hukuk sistemine karşı güvensizlikleri artıyor. Adaleti, bireysel ve grupsal olarak arama ve uygulama eğilimleri artıyor. Örneğin bir sanığın toplu halde linç edilerek cezalandırılması kalkışmalarını ülkenin her yöresinde sıklıkla görür ve duyar olduk.”

Özal, “Benim memurum işini bilir” demişti. Bu, 1980’li yıllarda oluşan kırılma ile birlikte değişen sosyal görünümün anlatımlarından birisi idi. Özal’ın andığım bu sözleri, toplumsal kurtuluş modelleri yerine bireysel kurtuluş modellerinin yükselen değerler olmaya başladığının ifadesiydi. On yıl önce toplumun kolaycılığa ve bireyciliğe kaçışı ile ilgili olarak şunları yazmışım: “Sorunların çözülebileceğine, sistemin iyileştirilebileceğine yönelik inanç bazı kesimlerde giderek azalıyor. Anomiye (sosyal yorgunluğa) benzer belirtiler gözlüyoruz. Anomi belirtileri, bireysel kurtuluş çabalarını ve beleşçi motivasyonunu öne çıkarıyor.”

Bugünün sanatını post-modernizm olarak isimlendiriyorlar. Genel olarak 20’inci yüzyıl ve öncesine ait değerlerin erozyona uğratılmasını veya yok edilmesini ifade ediyor. Bağnaz ve anti-demokratik kültür ve yaşam öğeleriyle birlikte yaşamı güzelleştirip anlamlandıran değerler de bu arada yok olup gidiyor. Yaşamda değerler ve anlamlar eksilmeye veya zayıflamaya başladığında, yaşamın kendisine karşı duyarlılık da azalıyor. Bu yönelimlerden siyasetten hukuka, ekonomiden kültürel yaşama kadar her kurum nasibini alıyor. On yıldan daha fazla olmuş şunları yazalı: “Mediokrite adı verilen ‘toplumsal olaylara kayıtsızlık’ eğilimi hızla artıyor. Toplumsal bir konu hakkında görüş bildirmemek, yorum yapmaktan bilinçli olarak kaçınmak, evet veya hayır demek yerine susmak, çekimser kalmayı benimsemek eğilimleri yaygınlaşıyor. Bu durum, kapsamlı değişim süreçlerini engelliyor.”

22 Temmuz 2007 milletvekili seçimlerine uzanan süreç, Türkiye’de siyasetin en fazla yozlaştığı ve içeriksizleştiği dönem oldu. Siyasetin ne söylemi ne de kadroları kaldı. Siyasal etik denebilecek bir kavramın esamesi bile yok. Aslına bakarsanız, sürecin böyle bir noktaya savrulduğu yıllar önce de belliydi: “Siyaset alanı (politika ve politikacılar), giderek imaj yitiriyorlar. Yurttaşların siyasal etkinlik duygularının yüksekliğine karşın tepkileri şikâyetten öteye gidemiyor. Medya, imaj kaybeden siyasete koltuk değnekliği yapmaya devam ediyor.”

Önümüzdeki seçim süreci, Türkiye’de siyaset geleneğinin ‘birleşme’ değil, ‘parçalanma üzerine kurgulandığını bir kez daha doğruladı. Bu gerçeğin kökleri, bu ülkedeki yaşamın derinliklerindedir: “Siyaset alanı giderek daha çok parçalanırken göç, işsizlik ve yoksulluk gibi nedenlerle egemen siyasete (!) karşı duyarsızlaşan ve umursamaz bir tavır alan halk, bu tavrıyla bir yandan da egemen siyaseti ve statükoyu meşrulaştırıyor.”

“Siyasal partiler, kleptokrasinin (devlet düzenine çıkar, rüşvet ve kişisel ilişkilerin hâkim olmasının) doğal bir sonu olarak nitelik çözülmesine uğruyorlar. 1980 öncesinde çok etkin olduklarını gördüğümüz ikincil siyasal örgütlerin (dernekler, odalar, sendikalar ve benzerlerinin) etki alanları giderek daralıyor.

“Kleptokrasi (çalma ve devleti soyma düzeni), toplumu örtüyor ve devletten rant elde etmenin ‘ahlâk-dışı’ olmaktan çıkıp toplumun gözünde ‘rasyonel (akılcı) davranış’ olmasını sağlıyor. ‘Köşe-dönücülüğün’ giderek daha az ayıplandığını gözlüyoruz.”

Sizce son yıllarda bu olumsuz görünümün düzeltilmesi için olumlu çabalar gerçekleşti mi? Yoksa “benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” mu oldu?

Değerler Erozyona Uğruyor

Bir toplumun bozulma riskini en yüksek yaşadığı anlar, sosyal değerlerinin çekiştirilip başka amaçlara uygun hale getirilmeye çalışıldığı dönemlerdir. 1970’li yıllardan bu yana böyle bir süreç yaşanıyor. Çok farklı güçlerin etkisiyle toplumun değerleri ve kurumları, ciddi düzeyde bozulmalar uğradı. Bu süreç, 1990’lı yıllardan sonra Batı’nın lanse ettiği tüketim toplumu anlayışı ile sürüyor.

Erozyona uğradığını düşündüğüm kurumlar arasında ailenin ve eğitim sisteminin özel bir yeri var. Şunları yazalı 10 yıldan fazla olmuş (-ki bunları anlattığım bir konferansta dinleyici topluluktan bana katılmayanlar olmuştu): “Geleneksel aile hızla çözülüyor. Geleneksel büyük aileden çekirdek aileye geçişin, ülkemizde daha farklı süreç ve nitelikleri olduğunu görüyoruz. Ailedeki çözülme, eğitim sistemindeki çöküş ile çakışıyor. Bir kültür iletişim ortamı alarak ailenin yerini dolduramayan eğitim sistemi, yeni bir ‘kültürel boşluğun’ oluşmasına yardımcı oluyor. Özellikle gençleri etkileyen bu boşluk; medya, mafya ve sokak tarafından dolduruluyor.”

Artık yaygın basının olduğu kadar yerel gazete manşetlerine taşınmaya başlamış olan aile içi sorunlar, sokak çocuklarının sayısındaki artış ve sokakta oluşan suç oranları, sanırım o yıllardaki bu tespitimi doğruluyor. Özellikle eğitim sistemi üzerindeki yaz-boz değişimler ve eğitimin öneminin yeterince anlaşılmayıp sadece öğretim olarak algılanması, bizi bugün yaşadığımız olumsuz noktaya ulaştırdı. Okul başarısı, bir başka okula ‘terfi etmek’ için gerekli olan sınav başarısı haline dönüştü. Eğitim sistemi (özellikle bu sistemin yöneticileri), eğitimin üretim için olması gereğini çoktan unuttular.

Siyaset yanına baktığımızda; halkı manipüle etmeye yönelik “ÖSS kaldırılsın” sloganlarıyla ‘iş’ idare edilmeye çalışılıyor. Sanki ÖSS kaldırıldığında her şey güllük gülistanlık olacakmış gibi… Artık bir yozlaşma kaynağı haline gelmiş eğitim sisteminin gerçek sorununun istihdam yaratamamak olduğu gözden inatla kaçırılıyor. Siyasetçiler, sadece kolay problemleri çözerek göz boyamaya devam ederken, işsizlik sorunu karşısında ağızlarını açmıyorlar.

Eğer çirkin siyasetçi, gerçek sorunları çözemezse o zaman toplumu başka gerginlik noktalarına sürüklemeye çalışır; farklı ve çoğu zaman işe yaramaz gündemlerle halkı meşgul etmeyi dener. Yine buna benzer ortamlarda sosyal ve ulusal çıkarlar, iç politika malzemesi olarak kullanılır, çok önemli değerler siyaset rantını elde etmek için kurban edilir. Aşırılaştırılmış milliyetçiliğin artan düzeylerde pompalandığı dönemler, genelde bu tür özellikler taşır. Sonuçta sosyal psikolojinin ve toplumsal ruh dengesinin daha fazla bozulmasından başka bir sonuç elde edilmez.

Sanırım, şu yazdıklarım 1996 yılına ait olmalı: ”Etnik ve dinsel bir mozaik görüntüsü veren ülkemizde şiddet, hızla bir ifade biçimi haline dönüşüyor. Şiddetin oluşması için çoğu zaman kışkırtmalara bile gerek kalmıyor. Bu arada toplumu şizofrenik, paranoid veya histerik tepkilerden uzak tutması gereken siyasetçilerin, tam tersine hezeyan niteliğinde komplo teorilerini gerçekmiş gibi insanlara aşıladığına sık sık şahit olmaktayız. ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yok’, ‘Haçlı ruhu…’, ‘İç ve dış düşmanlar çevremizi sardı, hiç bu kadar olmamıştı’, ‘Din elden gidiyor, durum kritik’ gibi karamsar, abartılı ve sağlıksız yaklaşımlar yetkili kabul edilen kişiler tarafından yazılıp söylendiğinde toplumun önemli bir bölümü toplumsal panik, histeri, depresyon ve paranoyanın nesneleri durumuna düşüp, sürü davranışları göstermektedirler.”

Başka ülkelerde başarılı olmuş şirketlerin, Türkiye’de başarısızlık nedenleri incelendiğinde; risk yönetimi konusunda zayıf ve eksikli oldukları gözlenmiş. Türkiye’nin bulunduğu bölge ve iç güçler dengesi açısından pek çok riski içerdiği ortadadır. Bu ülkede olumlu ve başarılı sonuçlar elde etmek kolay değildir. Risk yönetimi konusunda birikimli ve deneyimli olmayan bir iktidarın kalıcı başarılar elde etmesi zordur.

Ama “değişimi omuzlayacak olan malzeme budur; siyasal kalitenin tohumlarını atacağımız toprak burasıdır. Tüm zorluklara karşın kötümser (ümitsiz) olmanın gereği de yoktur.” İşin kolay olmadığı da gün gibi ortadadır.

duyguguncesi hakkında

http://www.gurcanbanger.com http://www.duyguguncesi.net
Bu yazı Değişim, Eskişehir, Kent, Kent ve Kentleşme, Kentleşme, Kentsel dönüşüm kategorisine gönderilmiş ve , , , , , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>