Eskişehir’de Kentsel Mekânı Dönüştürmek
Gürcan Banger
Zaman zaman meraklı seyahatler yapıyorum. ‘Seyahatin meraklısı’ nasıl olur, demeyin. Yabancı bir şehri Köprübaşı’nda dolaşır gibi geziyorsanız, bunun adı meraklı seyahat olmaz. Eğer gitmeden önce o kent hakkında bilgi ediniyor ve o şehri gezerken öğrendiklerinizi gördüklerinizle karşılaştırıyor ve kent hakkında bazı sorular soruyorsanız; bu durum, meraklı seyahat sınıfına girebilir. Benim alışkanlığım, gittiğim farklı bir kentte başarıları ve sorunları gözleme yönündedir. Eğer mümkün olursa kent yöneticilerinden bilgi almaya da çalışırım. Ardından edindiğim izlenimleri daha önceki bilgilerimle eşler ve karşılaştırırım.
Ülkemizin değişik kentlerine gittiğimde, genelde benzer sorunların yaşandığını gözlüyorum. Düşük kaliteli yapılar, özensizlik ve kopyalanmışlık duygusu görsellik, insanı boğan trafik yoğunluğu, hızla tırmanan çevre kirliliği veya benzeri sorunlar derhal dikkat çekiyor. Bu saydıklarıma kullanma suyu, kanalizasyon, ulaşım veya enerji altyapısı gibi sorunlar da eşlik edebiliyor.
Bu manzaralar, ülkenin her noktasında genel hatlarıyla ciddi düzeyde bir kentleşme sorunu olduğunu gösteriyor. Bunu söylerken; haklarında olumlu izlenimler ifade edilen kentlerimizi de ayırt etmiyorum. Çünkü her çözüm denemesinde yeni sorunlar yaratan başıbozuk kentleşme süreci, “Ay vallahi, Avrupa gibi olmuş” şeklinde pohpohlanan kentsel yerleşimlerde de sürüp gidiyor. Özetle; sponsorlar eşliğinde medyatik ‘yıkama – yağlama’ kampanyalarıyla bir şehir, Avrupalı olmuyor.
Kentleşmenin Önemini Geç Anladık
1980’lerin başına kadar ülkemizde kentleşme, üzerine gidilmesi gereken bir sorun olarak anlaşılmadı. Öncelikle ekonomik büyümeyi –dolayısıyla kapitalistleşmeyi– hedefleyen yaklaşımlar, kentleşme gerçeğini ülkenin gündeminin dışına itti. Böylece 1950’lerden 1980’lere kadar olan sürede kentler, kendi dinamikleriyle başıboş biçimde büyüdüler; yoğun göçe maruz kaldılar, gecekondulaşmanın olumsuz etkilerini yaşadılar, tarihi ve kültürel özelliklerini kaybettiler. Bu dönemin yarattığı olumsuzluklar, hâlâ aşılabilmiş değil.
Eskişehir, 1950-80 arasında başka il ve bölgelerden büyük oranda göç almadı. Daha yoğun olmak üzere kendi taşrasındaki nüfus, kent merkezine aktı. Yine bu dönemde sıklıkla ifade edilen yağ damlası modeline uygun olarak kendi başına yavaş bir büyüme gösterdi. Bu zaman diliminde Eskişehir açısından kentleşme sorunları yeterince fark edilmemişti ama kentsel sorun ölçeği de küçük olduğundan sıkıntıları ufak tefek önlemlerle aşmak zor olmadı. Ama yine de; bugün yaşanan bazı sorunların tohumlarının o günlerde filizlenmeye başladığını da söylemek lazım.
1980 Sonrası
1980 öncesi yaklaşım, üretim esaslı olarak ekonomik büyüme üzerine kurgulanmıştı. 1980 sonrası politikalarının bir sonucu olarak dışa açılma ile birlikte toplum, üretim temelli olmaktan tüketim güdülü olmayan yöneldi. 20’nci yüzyılın son çeyreğinde tüketim esaslı ticaret ve organize perakendecilik öne çıkarken; kentler, alışveriş merkezlerinin işgaline uğradı. Her türden ve farklı kalitelerden konut yapıları, kentleri düzensiz biçimde büyütmeye başladılar. Orta dönemde kentsel çöküntü bölgesi haline gelebilecek yeni yerleşim alanları oluştu.
Bugün Eskişehir de dâhil olmak üzere pek çok yerleşimde yoksul ve düşük gelirli insanların konut sorununu çözüyor gibi görünen toplu konut çalışmalarının geleceğin kentsel çöküntü bölgeleri olmaya aday olduğunu söylemek isterim. Düşük gelirli insanların konut sorununun çözümü açısından toplu konut projelerinin önem ve değerini inkâr edemem. Ama sorunun, konutu yapmakla çözülmüş olmadığının farkında olmak gerekir.
Kent Merkezinde Rant Artışı
Yapılaşmanın hız kazandığı bu dönemin özelliklerinden birisi, özellikle kent merkezlerinde artan rant oldu. Arazi, konut ve işyeri fiyatları ile birlikte kiralar da bir patlama biçiminde yükselmeye başladı. Küresel krizin etkilerini yaşadığımız 2008-9 döneminde kapanan işyerleri, küçük tüccar ve esnafın seri halde iflası, büyük caddelerde her gün bir yenisini gördüğümüz boşaltılmış dükkanlar bu rant sürecinin olağan sonuçlarından sadece bir tanesidir. İşin ilginci; bu soruna çözüme katkıda bulunmak üzere hiçbir yönetim birimi sahip çıkmamış; hatta yerel yönetim birimleri kent merkezlerindeki rantın yükselmesi sürecini yaptıkları uygulamalarla pompalamışlardır. 2000’li yılların Eskişehir’e hediyelerinden birisi, kent merkezindeki rant artışı ve bunun arkasından gelen esnafın ve küçük ticaret mensuplarının ekonomik yıkım sürecidir. Bu sıkıntı için söylenecek söz, “Ben söylemiştim, dinlemediler” olamaz.
Eskişehir’i de içine alacak biçimde kentlerimizin bugün geldiği noktayı sadece başıboşlukla veya sorunlara karşı kayıtsızlıkla açıklamak mümkün değil. Bugün bulunulan olumsuz noktanın ve yaşanan sorunların altında 1980 sonrası döneme ait bir yönelimin etkilerini iyi tespit etmek gerekir.
Planlama Gider, ‘Projecilik’ Gelir
20’nci yüzyılın son çeyreği ile 21’inci yüzyılın ilk yıllarında kent yönetimlerinde gözlenen eğilim, öncelikle planlama anlayışının yerini projecilik gibi bir yaklaşımın almasıdır. Böylece bir master planın içinde yer alması ve bu plana uyumlu olması gereken projeler, akla geldiği, başkanın beğendiği veya rantçıların işaret ettiği gibi yapılmaya başladı. Böylece kentsel bütünlüğün bozulması daha ivmeli hale geldi ve kentler ne idüğü belirsiz ‘tasarımlara’ dönüştü.
Yine bu dönemde; kamusal yarar piyasanın görünmez eline, kentli vatandaş olmanın erdemi müşteri kârlılığına ve kentin gelişimi iç - dış sermaye transferlerine yerini bıraktı. Aynı zaman diliminde kentsel üretim gerilerken, kent yerleşimleri tüketim odakları haline geldi.
Bugün kentlerimiz, genel hatları açısından yukarıda çizdiğim gibi bir görüntü veriyorlar. Bu, ‘projeci başkan profilinin’ kentlerimize kazandırdığı olumsuzlukların başında gelir. Pek çok yerleşimde yerel yöneticiler, sadece görsellik üzerine kurgulanmış uygulamalarla bu sorunlu görüntüyü maskeleme peşindeler. Belki de maskeleme peşinde olduklarını söyleyerek onlara haksızlık da (!) ediyor olabilirim. Yaşanan gerçek (kaynak) sorunların farkında ve bilincinde olmamaları nedeniyle böyle davranmaları ihtimali de yüksektir. İşte; halkın ve sivil toplumun kent yönetimine neden doğrudan katılması gerektiğinin ana fikrini oluşturan unsurlardan birisi budur.
Çözüm Sanıyorduk, Sorun Oldu
Günümüzde; ülkemizde ve şehrimizde yaşanan kentsel sorunların çözüm süreci ilginç özellikler gösteriyor. Çözüm olarak sunulan her proje veya faaliyet, –kendisi ile ilgili sorunun çözümü gerçekleşsin veya gerçekleşmesin– kısa sürede yeni sorunlara yol açıyor. Bir başka deyişle; bir sorunu çözmeye çalışırken, yepyeni sorunlar yaratıyoruz. Daha doğrusu; yöneticilerimiz yaratıyor. Her çözümün arkasından çözümü çok daha maliyetli olan yeni kentsel problemler gündeme geliyor. Bu ‘sorun–çözüm–sorun’ sarmalını, ayırımsız olarak ülkemizin her kentinde görmek mümkün. Kent ölçeğinin büyük olması durumunda süreç, çok daha pahalı ve sıkıntılı hale geliyor.
Gelişim Planı Yerine İmar Planı ile İdare Ediyoruz
Pek çok kentimizde uzun dönemli kentsel gelişim planları yok. Konu, şu veya bu ölçekte imar planları ile ‘idare edilmeye’ çalışılıyor. İşin ilginci, kent planlaması konusunda uzman olanlar da imar planları ile yetinmek gibi bir at gözlüğüne sahip olmuşlar. İmar planları ile yapılan düzenlemelerin, kenti bir bütün olarak sağlıklı bir geleceğe taşıyacağı izlemindeler. İmar planlarına eşlik etmesi gereken diğer stratejik yönetim unsurları konusunda (kamudan sivil topluma, uzmandan vatandaşa kadar) henüz yeterli ölçüde farkındalık ve bilinç oluşmuş değil. Çoğunlukla kentin gelişiminin çok kriterli ve çok aktörlü bir süreç yönetimi olması gerektiği unutuluyor.
Kentin gelişiminde sadece imar planları ile yetinmeyi içimize sindirebildiğimizi varsaysak bile; bu durumda da işlerin yolunda gitmediğini görüyoruz. Örneğin Ankara’da imar planı üzerinde kısa bir süre içinde 4000 dolayında değişiklik yapılmış. Bu tür imar değişikliklerini hemen hemen her yerleşimde duyuyor ve gözlüyoruz.
Hiç kuşkusuz; imar planı, bir kutsal emir değil. İhtiyaç olduğunda, tabii ki değişiklikler yapılabilir. Ama ülkemizde uygulanan imar değişikliklerinin özüne baktığımızda; bu uygulamaların bir rant sağlama anlayışı üzerine kurulduğunu görüyoruz. Genelde değişiklikler; bir kesimin, bir işletmenin, bir kişinin veya bir siyasetçinin haksız ve adaletsiz yarar sağlayacağı biçimde yapılmaktadır. Aslında yerel yönetim düzeyinde iktidar arama çabasının arkasındaki ana fikir de çoğu zaman bu rantlara olan siyasal taleptir.
‘Lümpen Kentleşme’
Bir kentin imar planları manzumesi, ne denli sıkıntılı olursa olsun bir bütünlük taşır. İmar değişiklikleri, (eğer hata düzeltme amaçlı değilse) genelde bu bütünlüğü bozucu bir özellik gösterir. Bir bütünü biteviye bozarak yeni bir düzen yaratma anlayışı, düşük kültürlü ve kalitesiz vizyonlu toplumlara özgüdür. Bu tür toplumlar, geleceklerini kısa vadeli, bencil çıkarlar üzerine kurgulamaya çalışırlar. Rüşvet, yolsuzluk, haksız yarar, rant kollama ve adil olmayan kazanç, böyle toplumlarda ‘rasyonel’ bir yaşam yolu olarak kabul edilir. Bir kentsel politika ve yerel yönetim uzmanı, bu modeli ‘lümpen kentleşme’ olarak isimlendiriyor.
Bana ilginç gelen bir başka noktadan daha söz etmek isterim. Kentin imar planları manzumesinde yapılan rantçı değişikliklerin, kent yararı adına takdim edilmesi ülkemizde artık gelenek haline geldi. Muhtemelen yeni kentsel problemler yaratacak olan imar değişiklikleri, buna karşı çıkanların ‘düşman’ yerine konduğu bir sürece sokuluyor ve böylece kabulü zorlanıyor. Yakın çevremizde, imar değişikliği ile yapılan kavşak düzenlemesi, köprü, otel veya alışveriş merkezi gibi tüm yapılanmaların yepyeni sorunlar yarattığı veya mevcut problemleri büyüttüğü kolayca gözlenir. Yapılanı sahiplenen rantçı anlayış, yeni problemlerin sahiplenilmesine gelindiğinde ise ortalıkta görünmez olur.
Bu süreçte; elbette hatalı davranan, yanlışı göstermemeye çalışan ve edineceği rantı saman altından su yürüterek elde etme çabasında olan, rantçı siyaset ve onun yardakçılarıdır. Ama şunu iyi bilmeliyiz ki; kendi kentinin sahibi olmayı beceremeyen vatandaş da bu soyguna ve lümpen kentleşmeye katıksız ortaktır.
Kent, Mekân Olarak Nasıl Değişecek?
İmar planlarında değişiklik yapmak, kentin yeni gelişen koşullara uyumlu hale getirmek açısından önemlidir. Çünkü kent bir yanıyla bir ekonomik işletmeye, diğer yanıyla çevreye uyum sağlayan canlı bir organizmaya benzer. Ama kentin dönüşümünün imar değişiklikleri ile siyasal rant temelli olarak yapılması, kentsel mekân kullanımında yozlaşmaya neden oluyor. Bu olumsuz sürecin yaşanmasının tek sorumlusu, değişikliklerden medet uman rantçılar değil. Bir gelişim master planının olmayışı ve nazım imar planının hatalı temellendirilmesi gibi unsurlar nedeniyle üretilmiş sıkıntılar da olabilir.
Yine; aynı kapsamda imar planları manzumesinin bir kentin geleceğini tasarlamada yeterli olmadığını, (mevzuata hapis olmadan, yön gösterme niteliğinde de olsa) çok daha kapsamlı gelişim ve gelecek planlarının ve bütçelerinin hazırlanması ihtiyacını ifade etmiştim. Bu yazıda ise kısaca kentin mekânsal yeniden düzenlemesi için imar planları manzumesi dışında bir başka yaklaşımdan söz etmek istiyorum.
Bir Sıkıntı Kaynağı: Parsel Bazında Dönüşüm
Günümüzde kentlerimizde gözlenen mekânsal değişim yaklaşımı, büyük oranda parsele dayalı bir anlayıştır. Kentin değişimi, parsel bazında ve tek tek eylemler tarzında uygulamalarla oluşur. Sıklıkla izlediğimiz imar planı değişikliklerinin de özü budur.
Parseli esas alan değişim anlayışı, kentsel mekân dönüşümünü kontrol edilemez hale getirmesi ile dikkati çeker. Her parselde farklı uygulama yapılmasından dolayı bir süre sonra bu değişim birikimi, istenmeyen bir nitelik değişimine neden olur. Kent yöneticileri ve plancıları, beklenmeyen sonucu gördüklerinde şaşkınlık ifadesinden öte bir yaptırım uygulayamazlar. Mekânsal değişimin tamamı incelendiğinde; mülkiyette değişiklik olmamasına veya kentsel temada bir farklılık planlanmamasına rağmen hesaplanmamış bir estetik ve fonksiyonel oluşumun yaratılmış olduğu fark edilir.
Parsel Yerine Ada veya Alt-Bölge Dönüşümü
Böyle bir karmaşanın oluşmaması için; imar planı ile denetime, tasarım temelinde bir bölgesel yapılaşma anlayışı eşlik etmeli. Bölgesel yapılaşma tasarımı anlayışı, mekânın yeniden düzenlenmek istendiği her bölgenin kendine özgü bir karakter ve tema oluşturmasını sağlar. Hiç kuşkusuz böyle bir yaklaşımın, öncelikle yeniden yapılaşmanın söz konusu olduğu adada (adalar topluluğunda veya alt bölgede) yaşayan halkın katılımını ve sosyal rızasını içermesi gerekir. Böylece orada yaşayan halkın ihtiyaç ve talepleri ile uyumlu, toplamda bir tema oluşturabilecek bir mekânsal düzenleme mümkün olacaktır.
Bugün kentlerimizdeki sorunların en önemlileri arasında imar ve mekânın yeniden düzenlenmesine ilişkin sıkıntılar yer alıyor. Pek çok yerleşimde planlama ve bütçeleme anlayışı gelişmemiş olmakla birlikte; imar uygulamalarına özen gösterilen yerlerde de bu konu, aşırı teknik biçimde ele alınıyor. Bu anlayış, bir kentin geleceğine yönelik mekân düzenlemesinin kentsel tema ve biçim, peyzaj, tarihin ve kültürün korunmasına ilişkin yaklaşımları ve tasarım mekanizmalarını ihmal etmesine neden olmakta. Kentin yeniden düzenlenmesi, sadece teknik olarak yapılabilecek bir işlemler dizisi değildir; bu süreç halkın katılımını, bağlılığını, duygularını ve mutluluğunu dikkate almak zorundadır.
Bir kentin tamamı, bir bütünlük oluşturmasa da; alt bölgeler ve buralarda tematik etkin cepheler oluşturularak bir kentsel armoni sağlamak mümkündür. Böyle bir kentsel mekân duygusunu yaratabilmek için öncelikle değişim fikrinde değişiklik yapmak gerekiyor.
Yeni Kent, Yeni Sözleşme
Tekrar başladığımız noktaya dönelim. 19’uncu ve 20’nci yüzyıllar, genel hatları ile Sanayi Toplumu Çağı idi. Bu dönemde esas olarak emeğe dayalı sınaî üretim ve buna ilişkin sorunlar ön planda oldu. Yine bu çağda toplumların örgütlenme biçimi ulus-devlet modeli olarak gözlendi. Antik çağlarda ve özellikle Orta Çağ’da belirgin olan kent devletleri, tarih boyunca dönüşüp toplulaşarak Sanayi Toplumu ile birlikte ulus-devlete dönüştüler. Yaşamakta olduğumuz Küresel Çağ’a baktığımızda ise ulus-devletin varlığını ve meşruiyetini koruduğunu ama buna karşılık kentlerin yeniden öne çıkmakta olduğunu görüyoruz.
Klasik anlamda anayasa, ulus-devleti oluşturan toplumun birlikte yaşayabilme ilke ve koşullarını ifade ediyordu. Bir sosyal sözleşme olan anayasa, devletin bu temel metinde belirtilen biçimde örgütlenmesini de sağlıyordu. Ulus-devlet modeli (veya genel anlamda bir toplum olarak birlikte yaşama geleneği), devam ettiği sürece değişik biçimlerde anayasalar da var olmaya devam edecek. Küresel Çağ’ın önemli özelliklerden birisi olan ulus-devletlerin toplulaşması -küresel birlikler kurma- eğilimi ile birlikte AB Anayasası gibi ulus-ötesi anayasalar da gündeme geldi.
Şu noktaya dikkat çekmek isterim. Bir yandan küresel birlikler nedeniyle egemenlik sınırları ulus-ötesine genişlerken, diğer yandan da yeni aktörler olarak kentler tarihte bir kez daha öne çıkıyorlar. Yaşadığımız dönemin dünyasını kavrarken, kentlerin antik çağlarda ve Orta Çağ’daki baskınlığını andırır biçimde yeniden yükselişini görmek durumundayız.
Eski çağlarda monarşi koşulları altında da olsa kentlerin yönetimi konusunda bilinen yönetim modelleri ve yaklaşımları vardı. Örneğin antik çağın kentleri, demokrasinin -özellikle doğrudan demokrasinin- gelişmesinde ilk adımı atan yerleşimler olarak bilinirler. Bugünün sosyal ve ekonomik şartları da kent yönetiminde ve kentin geleceğinin tasarlanmasında çağın şartlarına uygun yeni yaklaşımlar öngörmektedir.
Kent İçin Yeni Bir Gelecek Tasarımı
Bu yeni koşullar altında ilk değinmem gereken nokta, (kenti çevreleyen yasal koşullar ne olursa olsun) kent yönetiminin stratejik planlama ve bütçeleme yaklaşımını özümsemiş olmasıdır. Bu anlayış çerçevesinde ‘planlama’; kısa, orta ve uzun dönemli düzenlemelerden oluşmalıdır. Burada önemli olan, yasaların getirdiği kısıtların ötesinde yerel yönetimlerin konuya yaklaşımları ve bakış açılarıdır. Örneğin planlama kavramından her durumda zorlayıcı planlamayı anlamamız gerekmez; planlamanın motoru, uygun mekanizmalarla özendiricilik ve teşvik üzerine kurgulanmış olabilir.
İkinci olarak; kentin gelişim planlarının katılımcı bir anlayışla, çağın katılımcı ve çoğulcu demokrasi felsefesine uygun olarak düzenlenmiş olmasıdır. Hiç kuşkusuz; kentsel gelişimi planlama yaklaşımın unsurlarından birisi, değişik düzeylerdeki imar planlarıdır. Kentin kısa, orta ve uzun vadede gelişim planı, katılımcı demokratik ortamda üretildiği takdirde kent için bir ‘sosyal sözleşme’ niteliğine dönüşür. İşte; bu nedenle kentin imar planlarını da sıradan bürokratik uğraşılar veya yalnız uzmanlarla yerel yöneticilerin yapacağı teknik uzmanlık çalışmaları olarak görmemek gerekir. Küresel Çağ’da kentlerin ulaştığı noktada her düzeyden imar planları da kentin yeni sosyal sözleşmesinin unsurlarıdır ve mümkün olan paylaşımla hazırlanmalıdır. Bu çağda kent; sadece yöneticiler, uzmanlar ve bürokratlar tarafından yönetilemeyeceği gibi, kentin geleceği de yalnız bunlar tarafından belirlenmemelidir.
Kentlerin, (bir metin veya süreç olarak benimsenmiş) bir sosyal sözleşme ile yönetilmesi, hem yerel yöneticileri hem de uzmanları, meşruiyetleri açısından olmaları gereken yere konumlayacaktır. Böylece temsili demokrasinin krizini aşarak halkın siyasal yaşama doğrudan katılımı konusunda doğru adım atılmış olacaktır. Eskişehir için hayalimdeki hedef budur.