Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Yerel seçimlerin en sevdiğim yanlarından birisi, adayların öne sürdükleri –sözüm ona– muhteşem projelerdir. Bu gün yüzü görmedik proje fikirlerini nasıl bulup çıkarırlar, anlamak kolay değil. Hele bu adayların bir bölümünün kenti hiç tanımadıkları düşünülürse; bu yaratıcı zekâ örneklerini takdirle karşılamamak neredeyse imkânsız. Seçim süreci, vatandaşların gerçek kentsel ihtiyaçlarının karşılanmasının yerine her ne pahasına daha fazla oy alma hesabı üzerine kurgulanınca, proje adı altında saçmalıkların arz–ı endam etmesini normal karşılamak lazım.
Eskiden yerel yönetim veya milletvekili seçimlerini kast ederek alaya alınan öneri, Konya’ya ya da Kayseri’ye deniz getirmek şeklinde formüle edilirdi. Ama yakın çevremizde de izlediğiniz gibi; zaman ilerledi, ülkemiz ve şehrimiz gelişti, bu nedenle Konya veya Kayseri’yi bilmiyorum ama zaman içinde Eskişehir’e sahil de geldi gemi de…
Aslında biz vatandaşların da adaylara yardımcı olması lazım. Aklımıza gelen ‘yaratıcı ve yenilikçi’ proje fikirlerini onlara iletmeliyiz ki; onlar da seçildikleri zaman bunları gerçekleştirebilsinler. Örneğin geçtiğimiz günlerde Karadeniz’in bir ilçesine giderken, Abant Gölü kıyısından geçtim. Yollar temiz olmasına rağmen göl buz tutmuştu ve tüm ağaçlar karla kaplıydı. Kendimi Kar Ülkesi’nde hissettim. Olağanüstü bir ortam vardı. Örneğin böyle bir çevreyi Eskişehir’de yaşamak isterim. Özetle; adaylardan Eskişehir’de bir Abant Gölü yaratmalarını heyecanla bekliyorum.
Hazır, kar – kış demişken; örneğin Eskişehir’in kendi Uludağ’ına sahip olması da, kentimize çok değerli katkılar yapacaktır. Böylece kar ve kayak turizmine adım atmış oluruz. Ciddi ekonomik gelir elde edeceğimize de eminim. Uludağ ile birlikte bir teleferik sistemimiz olacağından proje, çok daha heyecan verici hale gelecektir.
Yurtdışına uzanırsak; şehrimiz için alabileceğimiz başka proje esintileri de olabilir. Örneği Eiffel Kulesi ya da Hürriyet Heykeli Eskişehir’e çok yakışır. Niyagara Şelalesi’ni de unutmamak lazım. Porsuk’ta Vikinglerin uzun gemilerini de yüzdürebiliriz. Konuyu çok uzatmamak için önerilerime şimdilik nokta koyuyorum.
Yerel Yönetimlerde Yeni Açılımlar
Her siyasal parti kendi belediye başkan adaylarını belirledi. Uzun süren hesaplaşmalar sonucunda adaylar birer birer ortaya çıktı. Hem partilerin hem de seçmenlerin yerel seçimlerden farklı sonuç beklentileri var. Adaylar da bu beklentileri karşılamak üzere yaklaşımlarını ortaya koymaya başladılar.
Yakından izlediğimiz gibi; daha aday adaylığı döneminde bazı proje vaatleri gündeme gelmeye başladı. Yine projecilik adına han – hamam önerileri, gazete sayfalarını ve tanıtım broşürlerini işgal ediyor. Belediyecilik tarz ve yaklaşımı konusunda ise yeni bir açılım getirene henüz rastlamadım. Katılım vs türünde bir şeyler söylemeye çalışanların bir bölümünün ise bu konuda deneyim ve birikimi olmadığı derhal anlaşılıyor.
Kendi adıma; ne yerel seçim sürecini ne de belediyeciliği bir han–hamam projeleri yarışı olarak görmüyorum. Benim için yerel yöneticilik öncelikle bir siyaset tarzı ve vizyon konusudur. Bu nedenle fiziksel projelerden daha fazla, kenti değiştirip dönüştürecek olan akla ve gelecek tasarımı anlayışına önem vermenin değerine inanıyorum.
Kent yöneticiliğini, öncelikle kent ölçeğinde katılımcılık ve –biraz yıpranmış bir kavram olmakla birlikte– toplum kalkınması olarak almak zorundayız. Toplum kalkınması denildiğinde; sadece ekonomik veya sosyal yükselişi de anlamamak lazım. Hiç kuşkusuz; sosyal ilerleme, ekonomik ve toplumsal gelişmeyi içerecektir. Ama daha önemlisi; toplum kalkınması, fikren ve zihnen bireylerin, toplulukların ve toplumun gelişimidir. Gerekli fikrî dönüşümü ve ilerlemeyi sağlamış topluluklar, toplumun ihtiyacı olan ekonomik ve sosyal projeleri de üretip geliştirebilecektir.
Hiç kuşkusuz; toplum kalkınması, o toplumu oluşturan bireylerin hepsini ilgilendirir. O bireyler ki; çok değişik tercihlere, beğenilere ve ihtiyaçlara sahiptirler. Bu nedenle toplum kalkınması sürecinin katılımcı olması gerekir. Dolayısıyla yerel yöneticiler; karar, yönetim ve denetleme süreçlerine halkın katılımını sağlamak zorundalar. Katılımcı ve çoğulcu demokrasi söyleminin günümüzde tüm dünyadaki yükselişinin arkasında bu gerçek var. Zamanın ruhunun, Eskişehir için de katılımcı demokrasiyi dillendirdiği kanaatindeyim.
Köy – Mahalle – Yöre Dernekleri
Bir noktaya dikkat çekmek isterim. Toplum kalkınması fikri, 1960’lı yıllarda oldukça popülerdi. Bugün o yıllardaki anlamında farklılaşmış bir içerik taşıyor. Toplum kalkınmasını 1960’lardaki gibi anlamıyor olmamız, bireyselliğin bu denli öne çıktığı bir çağda toplumsallığı ihmal etmemizi gerektirmez. Bu çerçevede bir yandan bireyin hak ve özgürlüklerini savunur ve gelişmesi için çalışmalar yaparken, toplumsal olana da aynı biçimde anlam ve değer yükleyebilmeliyiz.
Sivil toplum alanında yaygın bir hastalık, duyarlı insanların dikkatini çekiyor. Bu sorun; mahalle, yöre ve köy derneklerinin, sivil toplum değeri olarak yeterince dikkate alınmamasıdır. Nedense; bu örgütlerin, toplumun birlik ve dayanışma ihtiyaçlarının ciddi bir bölümünü karşıladığı unutulur. Hâlbuki bu kuruluşlar, uygun biçimde teşvik edilebilirse aynı zamanda yerel kalkınma için çok uygun araçlar olarak görev yapabilirler.
Sivil toplum geleneği yeterince gelişmiş ve yaygınlaşmış olmayan toplumumuzda yerel ve yöresel derneklerin kentin gelişimine yeterince katkı koyamamaları olağan bir durumdur. Bugüne kadar onları ciddiye alan ve kentsel gelişim ile toplum kalkınmasına yönlendiren bir yönetici vizyon oluşmamıştır. Uygun bir vizyona oturmuş çabalar, –teknik olarak ‘primordial (ilksel) kuruluşlar’ adı verilen– bu tür dernek, vakıf ve toplulukları kentsel değişim ve dönüşümün önemli bir parçası haline getirebilir.
Bugüne kadar bazen yöresel olarak hizmet veren, ama genelde siyasetçiler tarafından oy deposu olarak görülen köy, mahalle ve yöre derneklerinin iyi seçilmiş projelerde yer almasını sağlamak önümüzde bir görev olarak duruyor. Böyle bir çaba kentte demokrasinin gelişimine de olumlu katkılar yapacaktır. 19’uncu yüzyıldan başlayarak çok farklı kültürel kimliklerin yaşam alanı olan çokkültürlü Eskişehir’de köy, mahalle ve yöre derneklerinin potansiyelini doğru değerlendirmek gerekiyor.
Kentte Doğal Yaşam ve Çevre Sorunları
Günümüzde kent sorunlarının ilk sıralarında yaşam çevresi ve kirlilik konuları geliyor. Çevre kirliliği sorunu, çözüm sürecinde belki vatandaşların en fazla katılımlarının olabileceği alanlardan birisidir. Tekrar çamur ve hava kirliliğine geri döndüğümüz Eskişehir’de henüz çevre sorunlarını aşamadığımız anlaşılıyor.
İnsan yaşamında tüketimin çeşitlenmesi ile birlikte çevre kirliliği de nicelik ve nitelik olarak değişim gösterdi. Nicelik değişimi, kirliliğin küresel boyutlara varmasını sağladı. Bugün yaşan küresel ısınma sorunu, yerelden küresele doğru yükselen sorun ölçeği konusunda dikkat çekici bir örnek oluşturur.
Çevre ile ilgili çalışmaların ilk adımı kirliliğin giderilmesidir. Ama ne yazık ki, dünyadaki çevre sorunları, günümüzde giderilme yaklaşımı ile çözülebilecek ölçeğin çok ötesine varmıştır.
Benzeri bir irdelemeyi çevre sorununun algılanması açısından da söyleyebiliriz. Çevre, artık günlük yaşamın yaşa, cinsiyete veya sosyal kimliğe bakılmaksızın bir parçası haline gelmiştir. Bu nedenle çevre sorunu, sadece yetişkinlerin ilgilenmesi gereken bir konu olmaktan çıkmıştır. Bu durum, çevre konusunu yaşam boyu eğitim sürecinin bir parçası haline getirmektedir.
Az önce değindiğim gibi; kapsamı nedeniyle çevre herkesin konusu olan bir alandır. Bu nedenle bireylerden ailelere, kamu kuruluşlarından ekonomik işletmelere ve sivil toplum kuruluşlarından yerel yönetimlere kadar her aktörü ilgilendirmektedir.
Çevre sorununun özetlediğim katılımcılık gerektiren yönü, bazı çalışma alanlarının da belirginleşmesini sağlıyor. Örneğin çevre eğitimi ve yurttaş bilinçlendirilmesi, kentsel yaşam sürecinin ayrılmaz bir parçası olmaz zorundadır. Yine bu çerçevede yayın yapma anlayışı, okullardan görsel ve yazılı medyaya kadar her kurum ve kuruluşu içermek durumundadır. Bu bağlamda Eskişehir’deki sivil toplum kuruluşlarına özel görevler düşüyor.
Bugün büyük ölçekli sorunları çözmenin yolu, bu sorundan etkilenen her paydaşın sürecin içinde yer almasından geçmektedir. Bu nedenle belli bir sorun etrafında kamuoyu oluşturulmasının ve ilgili konunun bir sosyal ruh haline getirilmesinin önemi büyüktür.
Her ağacın veya her sokağın başına bir çevre bekçisi koyma şansımız yok. Bunun çözmenin yolu, her vatandaşı çevre konusunda duyarlı bir kişi haline getirmektir. Bu nedenle çevre kirlenmesine ve bozulmasına karşı kentli duyarlılığı oluşturmak önemlidir.
Çevre koruma deyince; pek çok insanın aklına yerlere çöp atmamak veya tükürmemek gelir. Fakat yukarıda ifade ettiğim gibi, çevre sorunu her açıdan büyük ölçekli bir konudur. Bu nedenle çevre koruma ve geliştirme konularında model ve proje üretilmesi, bunların ilgili kesimlere anlatılması gerekir.
Katılımcı projelerin en önemli özelliği, uygulamada birlikteliğin sağlanması hususudur. Model ve projelerin halkın ve kuruluşların katılımı ile birlikte uygulanması, toplumu oluşturan unsurların problem çözme performansına da olumlu katkılar yapar.
Bir kent, öncelikle orada yaşayan insanlara aittir. Dolayısıyla vatandaşlar iyileri ve olumluları olduğu gibi sorunları da sahiplenmeyi bilmeli ve birlikte çözümler üretebilmelidirler.
Yaşam Odaklı Kent
Yıllar yılı Eskişehir’de çevre sorunlarını çamura, kirli havaya ya da Porsuk’un kirlenmesine odaklamayı alışkanlık haline getirdik. Bir kentteki yeşil alan oranının yükseltilmesi, çevre kirliliğinin azaltılması veya yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanılması çevrecilik adına sıklıkla dile getirilen konular arasında yer alıyor. Ne yazık ki; bir kent ölçeğinde çevreci anlayış -ne denli kapsamlı ve sorgulayıcı olursa olsun- kent yaşamının eklemlenmiş (yapıştırma) bir unsuru gibi görünüyor. Önce bir kent vardır, sonra o kent kirlenir ve kentin olumsuz çevre etkilerinden arındırılması ve uzak tutulması için çaba gösterilir.
İkinci olumsuzluk, kentin ‘insan odaklı’ olarak algılanmasıdır. Adeta kente ne varsa hepsi insanlar tarafından sınırsızca tüketilmek için oradaymış gibi bir algı oluşturulur. Bunun adı da ‘insan odaklılık’ konmuştur. Kentin –canlısı ve cansızıyla– bir bütün oluşturduğu sıklıkla gözden kaçırılır.
Hâlbuki kent yaşamında insanı orada bulunan unsurlardan sadece birisi olarak görmeyi başarmak durumundayız. Dolayısıyla kentleri yapan insanlar olmasına rağmen, kentin ‘üstün varlığı’ insan olmamalıdır. İnsan, mevcut olanı sınırsızca ve sorumsuzca tüketebilecek meşruiyete sahip olmamalıdır.
Kentte mevcut olanlara baktığımızda; insan yaşamının yanında bitki ve hayvan olarak diğer canlılarla cansız varlıkları görüyoruz. Bu varlıkların tamamı, kentin içsel değerini ve anlamını birlikte oluşturuyorlar. Bu ‘kolektif anlam’, insanın kenti istediği gibi tüketmesinin önündeki ana fikirdir. Örneğin; şehirde yaşayan güvercinlerin yararsızlığı veya ağaçların binaları ve trafiği engellediği gibi nedenlerle onları yok etme hakkına sahip değiliz. Yaşamı oluşturan varlıkların değeri, insana yararlılıkları ile ölçülendirilemez.
Kentteki yaşamın değerini, o yerleşimde var olan insanlar, diğer canlılar ve muhtemelen binalar, yollar, kent mobilyaları gibi cansız nesneler oluşturur. Dolayısıyla bu varlıkların zenginliği ve çeşitliliği kent yaşamının değerinin artması yönünde katkı yapar. Bana sorarsanız; bu değerin artmasında yaşamın kendi doğallığına uygun bir zenginleştirme ve çeşitlendirme yaklaşımını tercih ederim.
İnsan olmak veya insan odaklı yaklaşımlar, kentin mevcut değerinin azaltılması yönünde girişimlerde bulunmayı haklı göstermez. Çevrenin kirletilmesi veya doğal yaşamın yok edilmesi ya da kentin geleneksel kültürünün tahrip edilmesi bu değeri düşüren örnekler arasında yer alır. Biliyoruz ki; kentlerin nüfus olarak aşırı büyümesi de kentin toplam değerini düşürücü etki yapıyor.
Kentlere bakışımızı değiştirmemiz gerekiyor. İnsanlar olarak; rant adına kentleri sınırsızca tüketebileceğimiz yerleşimler olarak algılamaktan acilen vazgeçmek zorundayız. Ekonomik, sosyal, kültürel ve teknolojik –hatta siyasal söylem düzeyinde– politikalarımızı değiştirmemiz kaçınılmaz. Yaşam odaklı bir algıya varabilmek için bu vazgeçme ihtiyacı kendini dayatıyor.
Hiç kuşkusuz, daha iyi bir yaşam istiyoruz. Ama bunu daha yüksek yaşam koşulları olarak yorumlayıp toplam yaşamı değersizleştirmek ve bu amaçla yaşamı her an daha fazla ve hızlı tüketmek gibi bir lükse sahip değiliz. Yeni bir kentleşme algısını tanımlamak kolay değil. Ama kısaca şunu söyleyebilirim ki; mevcut yaklaşım, sürdürülebilir bir geleceği ifade etmiyor.
Kenti Planlamak
Plan sözcüğü, kentlerimize ve vatandaşlarımıza çok yabancı değil. Ama kent ölçeğinde planlama kavramını, tek tek yapıların planı biçiminde veya çok teknik düzeyde ele alınan imar planı anlayışının ötesinde de geliştiremedik. Planlamaya aşırı teknik bakış, kentlerin sadece fiziksel yapısı ile ilgilenmemizi sağladı. Kente bakınca; binalar, yollar, köprüler ve kent mobilyaları görür olduk. Bu tür teknik planlar, adeta kente bakışımızda at gözlüğüne dönüştü. Kentin fiziksel yapısının ötesinde kültürden, gelenekten, tarihten veya sosyallikten kaynaklanan bir ruhu olduğunu gözden kaçırdık.
Eğer kenti sadece fiziksel olarak görme alışkanlığında iseniz, kent ölçeğinde yönetim başarısını da ne kadar çok asfalt döktüğünüz veya kaç ton beton harcadığınız ile ölçmeye başlarsınız. Böyle bir durumda kentin her noktası, insanların soluk almasına izin vermeyen beton binalar, dal–çık’lar, sevimsiz alt–üst geçitler ve doğayla uyumlu olmayan asfalt yollarla dolup taşar.
Kent planlaması, her zaman kulağımıza hoş gelmiştir. Bu konuda çalışan uzmanlarımız var. Ama kent planlaması anlayışının hepimizi içine alan bir şemsiye olduğunu söylemek zor. Bu tespiti Eskişehir için de doğrulayacak pek çok gösterge var. Bugünkü kentsel planlama yaklaşımları, dört duvar bir hapishaneye kent halkını tıka basa doldurmaya benziyor. Sonuçta; bireyler olarak bir yandan doğaya yabancılaşırken, yaşamımız da soluk alınamaz hale geliyor.
Bir nokta sizin de ilginizi çekiyor olmalı. Bugünkü kent planlaması anlayışı ile bulmaya çalıştığımız her çözüm, kısa sürede yeni bir probleme dönüşüyor. Çözümler üreteyim derken aslında yeni problemler yaratıyoruz. Bunlara ‘sorun yaratan çözümler’ demeyi tercih ediyorum. Eskişehir özelinde siz de ‘sorun yaratan çözüm’ örneklerini kolayca bulabilirsiniz.
Bugün yaşadığımız kent sorunlarının ciddi bir bölümünü, artık iyiden iyiye çürümüş olan siyaset sistemimize borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü vatandaşlara ait olması gereken bir kenti, seçim sonrasında belediye başkanlarının insafına bırakıyoruz. Bir anlamda kent olarak görünen yaşam çevremizi seçilmiş belediye başkanlarına emanet ediyoruz. Ama bu durum, bir yazarın ifade ettiği gibi bir emanetten ziyade, bir hibe mekanizmasına dönüşüyor. Biz kaygısızca kentleri başkanlara hibe ediyoruz; belediye başkanları da kent üzerinde kendi talep ve beklentilerini –deyim yerindeyse– talim ediyorlar.
Belediye başkanlarını böyle bir davranış modeline yönelmeye teşvik eden unsurların başında, öncelikle planlama sürecinin katılımcı ve çoğulcu olmayışı geliyor. Bunu kamu kaynaklarındaki katılımı dışlayan süreç takip ediyor. Yerel yönetim plan ve bütçelerinin halk tarafından denetlenemeyişi de eklenince; kentin başkana emanet değil, hibe edilmiş olduğu süreci doğrulanmış oluyor.
Kent planlamasındaki açılımları tam olarak kavrayabilmek için dünyadaki örnekleri yakından izlemek lazım. Mutlu insanların yaşadığı kentlerde planlama ve bütçeleme sürecindeki katılım unsurları kolayca görülecektir. Eskişehir, uygun ekonomik ve sosyal politikalarla bu mutlu kentlerden birisi olabilir.
Bir kent, kendi sosyal aktörlerinin farkında olmalıdır. Bu aktörlerin kentin gelişim, değişim ve dönüşüm süreçlerinde doğrudan yer almasını sağlamalıdır. Bunun sağlanamadığı durumlarda kentte yaşamadan kaynaklanan mutluluğu yükseltmek mümkün görünmüyor.
Eskişehir, katılım açısından pek çok olumlu özelliklere sahiptir. Gerek öğrenim düzeyinin yüksekliği, gerekse kentli kimliğinin başka yerleşimlere göre gelişmiş olması, bu kent için ümitli olmayı sağlayacak niteliktedir. Geriye düşünceleri fiiliyata geçirmek kalıyor.
Kentte Demokrasi
Kentte demokrasinin gelişmesi, tek yönlü çabalarla gelişebilecek bir olgu değil. Bir başka deyişle; sadece yurttaşların ve sivil toplum kuruluşlarının ya da yalnız yöneticilerin çaba göstermesi yetmez. Tüm sosyal aktörler, kentin paydaşları olduğunu benimsemeli ve buna uygun davranış modelini geliştirilmelidir.
Yukarıda sözünü ettiğim ön koşul gerçekleşse bile –yani karşılıklı iyi niyet, saygı ve hoşgörü iklimi oluşsa bile– kentte demokrasinin, katılımcılığın ve çoğulculuğun gerçekleşmesi garanti altına alınamaz. Bu amacın gerçekleştirilebilmesi için uygun araçların ve mekanizmaların bulunması, gerektiğinde yaratılması ve işletilmesi gerekir.
Eskişehir, pek çok başka kente oranla vatandaş ve sivil toplum dinamizmi açısından avantajlara sahiptir. Kenti konu alan kurultaylar, bu amaçla kullanılabilecek mekanizmalardan birisidir. Ne yazık ki; bu konuda Eskişehir’de gerçek anlamda katılımı sağlayan başarılı sivil toplum veya halk kurultayları gözleyemedik. Hızla gelişmekte olan sivil toplum hareketliliğine rağmen yerel yönetimlerin teşvik etmekte ve destek olmakta aynı başarıyı gösterdiğini söyleyemeyiz. Bu veya benzer alanlarda yapılan bazı denemeler de katılımı sağlamakta ve talepleri yeterli biçimde duyurmakta başarılı olamadı. Önümüzdeki dönemde bu alanda iyi örnekler görebilmeyi ümit ediyorum.
Eskişehir’de belediyelerin halkla bir araya geldikleri örnekler arasında belde evleri dikkatimizi çekiyor. Bir başka örnek olarak belediye iletişim merkezlerinin de bazı fonksiyonları yerine getirdiğini görüyoruz. Diğer yandan muhtarlık hizmet binalarının yapılanmasındaki anlayış da değişmeye başladı.
Fakat yukarıda saydığım örneklerin hepsinde; fatura tahsili, muhtarlık işlemlerinin yerine getirilmesi, dar kapsamda bilgi alma ile çok kapsamlı olmayan meslek ve hobi edindirme kursları ve benzeri işlerin ötesine geçilemedi. Örneğin belde evlerinin tam anlamıyla mahalle iletişim merkezlerine (MİM’lere) dönüşümü henüz sağlanamadı.
Bir kentte demokrasinin, katılımcılığın ve çoğulculuğun sağlanabilmesi için tam donanımlı mahalle iletişim merkezlerinin (MİM’lerin) önemli görevler üstelenebileceğini düşünüyorum. Bu merkezleri; mahalle meclisi, yetişkin eğitim merkezi ve danışma – iletişim noktası –hatta sağlık birimi– olarak kullanabilmek gerekli.
1970’li yılların sonlarına doğru popüler olan kavramlardan birisi ‘proje demokrasisi’ idi. Bu kavram ile bir bölgede yapılacak projenin karar süreçlerine sivil toplum kuruluşlarının ve yurttaşların katılımı öngörülüyordu. 1980’li yılların sonlarında ise bu kavram, yerini daha kapsamlı bir proje yaklaşımı olan “Katılımcı Demokrasi, Katılımcı Bütçe” olarak isimlendirilen yönetişim tarzına bıraktı.
Halkın belediyelerin yaptığı proje ve faaliyet kararları ile belediye bütçesinin oluşumuna müdahil olması anlamına gelen katılımcı bütçe, pek çok kentte giderek artan bir ilgi görüyor. Birkaç denemeyi bir yana bırakırsak; henüz ülkemizde iyi örnek olarak gösterilebilecek bir uygulama yok. Uzman – başkan yönetiminden yönetişime geçişte katılımcı bütçe uygulamalarını önemli ve değerli buluyorum.
Günümüzde planlama çok kriterli hale geldi. Aynı anda çok sayıda kısıta uymak ve çok sayıda amacı birlikte eniyilemeye çalışmak gerekiyor. Buna ‘çok kriterli karar alma’ diyoruz. Bu gerçek, kendini küreselleşen insan ve toplum yaşamının bir parçası olarak ortaya koyuyor. Çağ bunu gerektiriyor. “Ben, dünkü günde yaşamak –ya da yaşatmak– istiyorum” deme şansımız yok.