Gürcan Banger
Eskişehirspor, 2007–2008 sezonunun sonunda, uzun sayılabilecek bir aradan sonra bizim futbolun süper ligine yeniden yükseldi. 2008–2009 sezonu, özellikle son haftalara doğru takımın ligdeki varlığını koruması açısından sıkıntılı geçti; ama şehrin gözbebeği futbol takımı, son bir gayretle süper ligde kalıcı olmayı başardı. Takım, süper lige bu seferki çıkışının ikinci sezonunda ilk haftalarda puan yönünden tatminkâr bir görünüm verdi. 2009-2010 sezonundaki gelişmeleri izleyip göreceğiz.
Bugün bir endüstri haline gelmiş futbolun, Eskişehir’in ekonomik yaşamına olumlu katkılar yaptığına kuşku yok. Bu arada kentin futbol takımının, ülkenin en üst liginde bulunmasının bir maliyeti olduğunu da unutmamalıyız. Ekonomik açıdan bakıldığında; bu maliyetin uzun dönemli kalıcı başarı ve yeniden yapılanma ile karşılanıp bu sektörün kent ölçeğinde kendi kendini yaşatır hale gelmesi gerekir.
Eskişehirspor’un süper ligde kalıcılığına ve başarısını ortalamanın üstünde tutmasına kısa, orta ve uzun olmak üzere üç farklı zaman diliminde bakmak gerekir. Bunlardan ilki, bir sezon diyebileceğimiz kısa dönemle ilgilidir. Kısa dönem önlemleri arasında ise –kent ve kulüp ekonomisinin yaşadığı ekonomik sıkıntılar da dikkate alınarak– kentin futbol için ayırabileceği kaynaklarla ‘ekonomik ve yeterli’ bir kadro oluşturmak geliyor. Son birkaç yılda süper ligde başarı ve başarısızlık deneyimlerini izlediğimizde; kaynakları ekonomik kullanmanın önemini daha iyi kavrıyoruz. Yakın sezonlar için ilk hedef, sıkıntısız biçimde ligde kalmayı sürdürüp sonraki 2–5 yıllık orta dönem için gerekli hazırlıkları yapabilmektir.
Kısa dönemde başlatılması gereken çalışmalardan ikincisi, Eskişehirspor’un orta ve uzun vadede kalıcı ve başarılı olmasını sağlayacak stratejilerin üretilmesi olmalı. Böyle bir çalışma ile üretilen temel stratejilere dayalı orta ve uzun dönem için vizyon ile faaliyet programları hazırlanmalı. Futbolun çok sert bir rekabet alanı haline dönüştüğü ve bir sportif etkinlik olmanın ötesine geçerek bir endüstriye dönüştüğü çağımızda bir futbol kulübünün de ‘stratejik planlama ve bütçeleme’ olmadan düşünülmesi mümkün değildir.
Günümüzde özellikle profesyonel ligler ölçeğindeki bir futbol kulübü, bir amatör sportif faaliyetler manzumesi gerçekleştiren bir kuruluş olmaktan çıkmış; bir ekonomik işletme haline dönüşmüştür. Bir ekonomik işletmenin ise iki temel amacı vardır. Birincisi, ağırlaşan rekabet ortamında ayakta kalmak ve büyümeyi sürdürmek; ikincisi ise kârlılığını sürdürerek katma değer sağlamaktır. Bir futbol kulübünü bir ekonomik işletme ile tam olarak eşdeğer tutamasak bile; Eskişehirspor’un sürdürülebilirliğini kendi ekonomik şartları ile gerçekleştirmesini sağlamak gerekir. Bu da sağlam bir yapılanma –organizasyon, kaynak ve iş modeli olarak kurumsallaşma– ile stratejik planlama ve bütçeleme anlayışına geçilmesini zorunlu kılar.
Bir noktaya özellikle dikkat etmek gerekir. Futbol takımına aktarılan maddi kaynakların çok daha büyük olduğu kentlerde dahi sportif başarı sürekli olamamaktadır. Ülkenin yaşadığı krizler futbol endüstrini doğrudan olumsuz etkilerken; kulüpler hatalı yönetim yaklaşımları nedeniyle ciddi kayıplara uğruyorlar. Demek ki; futbolda başarıyı sadece para toplayarak oyuncu alıp sezonluk başarı elde etmeye indirgememek gerekir. Pek çok diğer kent takımlarında olduğu gibi; ne Eskişehir’in ne de Eskişehirspor’un sürekli ‘kentin maddi kaynakları’ tarafından finanse edilerek kalıcı başarıya ulaşması mümkün değildir. Eskişehirspor, ‘hayırseverler ile becerikli ve meraklı yöneticilerin’ katkılarının ötesinde kurumsal başarıya ulaştıracak bir ‘çok fonksiyonlu’ yapıya dönüşmek zorundadır.
Ülke futbolunda sportif başarıları ile bir efsane olarak anılmaya devam eden Eskişehirspor’un, bu geleneği yeni bir vizyon, yenilenmiş yapılanma, iş yapma modelleri ve yönetim anlayışı ile devam ettirmesini gerekiyor.
Katma Değerli Futbol
Giderek daha fazla futbolcumuzun yabancı ülkelerde oynamaya başladığı dikkatinizi çekmiştir. Türk kökenli olup bir başka ülke tabiiyetinde olanlardan (örneğin Almanya tabiiyetindeki Türklerden) söz etmiyorum. Bu ülkede doğmuş ve ‘birinci elden’ TC kimliğine sahip olan yerli futbolcularımız, her geçen yıl yabancı futbol liglerinde daha fazla yer almaya başladılar. Bu tür konuları genelde bir ‘millî gurur’ vesilesi yaptığımız gibi; yerli futbolcularımızın yabancı liglerde oynaması ile kendimize övünç payı çıkarıyoruz.
Futbol liglerimizin niteliği ve takım oyunu temelinde spor kalitemiz tartışılır olsa da; 70 milyonluk Türkiye’nin her geçen gün daha yetenekli sporcuları alanlara sürmesi şaşırtıcı değildir. O zaman üstün nitelikli futbolcularımızın yabancı takımlarda yer almasında bizi şaşırtan nedir? Başta Avrupa’dakiler olmak üzere daha fazla maddi ve manevi imkân bulabilecekleri yabancı takımlarda yerli sporcularımızın üstün başarılara imza atacaklarından kuşkum yok.
Şimdi şu soruyu cevaplayalım. Bütçeleri ve çok yönlü etkinlikleri ile her biri bir endüstri devi haline gelmiş olan yabancı futbol takımları neden yerli futbolcularımızı tercih etmeye başladılar? Bunun için birkaç neden sayabiliriz. Birincisi; son yıllarda Türkiye’nin Batıdaki imajı eski yıllara oranla değişti. Küreselleşme sürecinde Türkiye’ye verilen ve bizim de oynamayı kabul ettiğimiz ‘yeni rol’, her şeye rağmen Batıda biraz daha ‘sevimli’ görünmemize neden oldu. İkincisi; Türkiye’de futbolun gördüğü ilgi ve yarattığı maddi imkânlar daha fazla genç insanın bu spora yönelmesine neden oldu. Türkiye’nin oyuncu envanteri zenginleşti. Üçüncüsü; ülkemizde daha iyi futbolcu yetişmesi için takım ve altyapı bazında bazı iyileşmeler oldu. Dördüncüsü ve en önemlisi ise yerli futbolcularımızın transfer ücretleri, Batılı ülke standartlarına göre çok düşük. Aslında; yerli futbolcular Türkiye’de Batıda alacaklarından çok daha fazla transfer ücreti ve prim kazanıyorlar. Yabancı takımlar ucuz olduğu için oyuncularımızı tercih ederken, futbolcularımız da prestij, ün, küresel başarı ve standartları daha yüksek bir sosyal yaşam adına diğer ülkelere transfer oluyorlar. Son olarak; Türkiye, futbol endüstrisi açısından gelecek vadeden (‘emerging market’ denen türde) bir Pazar niteliği kazanmaya başladı.
Futbol bir endüstri ise çağın koşulları uyarınca bu sanayinin en önemli unsurlarından birisi tedarik sistemidir. Futbol endüstrisinin tedarik sisteminde ise en değerli (ve en çok katma değer yaratan) unsur ise futbolcudur. Kaliteli ve uzun vadede umut veren oyuncunun düşük maliyetli olarak transfer edilmesi, oyunuyla katma değer üretmesi ve ardından yüksek bir transfer ücreti ile bir başka takıma gönderilmesi futbol endüstrisi tedarikçiliğinin önemli bir yönünü oluşturur.
Konuya bir de ‘ürün yaşam döngüsü’ kavramı açısından bakalım. Bir ürün tasarlanır, üretilir ve pazara sunulur. Olağan şartlarda ürünün satışları giderek yükselmeye başlar. Satışın maksimum hacme ulaştığı yer, bir anlamda doygunluk noktasıdır. Doygunluk noktası, ürünün yaşlanıp verimsizleşmeye başladığı noktadır. Bu noktadan sonra ürün satışları düşer. Futbol endüstrisi, bir futbolcunun kalite değerine de bu mekanizma ile bakar. Bu sanayinin mantığını iyi anlamış ve bu ekonominin kurallarıyla işleyen bir takım, futbolcuyu o en yüksek değer noktasına varmadan elde etmek (tedarik etmek) ister. En üst noktada gerekli katma değeri elde eder ve en yüksek verim noktasından bir süre sonra elden çıkarır. Ülkemizde futbol takımları ile Batıdaki ‘endüstriyel’ takımlar arasındaki (bizim aleyhimize olan) en önemli fark budur.
Yukarıdaki çerçevede; bir insan olan futbolcunun herhangi bir ‘emtia’ gibi ele alındığı dikkatinizi çekmiştir. Ama günümüzde dünya ekonomik sisteminin bir sporcuya bakışı ile herhangi bir ürüne bakış açısı arasında bir fark yoktur. Kapitalizm, her şeyi metalaştırır. Ekonomik sistemin bakış açısından önemli olan, neyin katma değer ürettiği ve neyin üretmediğidir. Bu çağda ayakta kalmak isteyen (birey, firma, kuruluş veya ülke), bu oyunun kuralının böyle olduğunu iyi kavramak zorundadır. Aksi takdirde hüsrana uğramak kaçınılmazdır.
İşin Aslı: Ekonomi
Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlayan “Yerli Malı Yurdun Malı; Her Türk Onu Kullanmalı” kampanyaları, 1970’li yılların sonlarına kadar sürdü. Ülkenin içe dönük bir kalkınma gayreti içinde bulunduğu bu dönemden ilkokulda kutladığımız “Yerli Mallar Haftası” etkinlikleri geçmişimizde birer anı olarak kaldı. 24 Ocak 1980 ekonomik kararları, sadece yerli mal kullanma çabalarının sonu olmadı; o zamana dek Cumhuriyet kuşağının bir özelliği olan ‘tasarruflu yaşama’ alışkanlığına da son verdi. Ülkemizin 1980 sonrası tarihi, Türkiye’nin ilk kez dışa açılma ve dünya ekonomisi ile bütünleşme dönemi olmakla birlikte; bir ‘aşırı tüketim toplumuna’ dönüşmeye (hiç kuşkusuz, dönüştürülmeye) başlamamızın da tarihidir.
20’nci yüzyılın son çeyreğine ulaşıldığında dikkatimizi çeken önemli değişimlerden birisi, başta bilişim ve iletişim olmak üzere teknolojideki (ve tabii ki bunlara uygun iş modellerindeki) gelişmeler oldu. Bir önceki dönem olan Sanayi Toplumu’nun üretim sorunları aşıldı; üretim, ekonominin aksayan unsuru olmaktan çıktı. Lojistik alanındaki iyileşmeler ve dolayısıyla ekonomilerin tedarik sistemlerindeki gelişmeler, ekonominin ihtiyacı olan her tür hammadde, ara malı veya ürünün her noktada temin edilebilir olmasını sağladı. Bu arada üretimdeki genişleme ve çeşitlenmenin fiyat konusunda da hem sanayiciler hem de tüketiciler açısından maliyet ve tercih kolaylıkları sağladığını söylemeliyim.
Türkiye, 1980 sonrası sürece hazırlıksız girdi. Sanayi, yükselen çağın gerektirdiği gelişme trendini yakalayabilmiş değildi. Mikro ekonomik (yani işletme bazındaki) yapı ve iş modelleri, dışa açılım için yeterli olgunluğa ulaşmamıştı. Ar–Ge kavramı ekonomiye yabancıydı. Genel anlamda ekonomi küresel rekabet için hazır değildi. 12 Eylül 1980 Darbesi nedeniyle yetenekli genç insan potansiyelinin ciddi bir bölümü erozyona uğramıştı. Bu şartlar altında ekonominin ve toplumun, dünyanın büyük güçlerinin etkisi altında kalması, son derece olağan bir sonuç olarak gündeme geldi. Yabancı mal ve hizmetler, yüksek faiz nedeniyle ülkeye akan sıcak paraya paralel biçimde her geçen gün büyüyen miktarlarda ülke ekonomisine girmeye başladı. Tahmin edebileceğiniz gibi; bu gelişmelerin sonucu olarak Yerli Mallar Haftası ve tasarruf alışkanlıkları, ancak hafızalarımızda anılar olarak kalmaya mahkûm oldu.
Dışa açık ekonomilerde iç piyasa ve iç talep, ekonominin büyümesi açısından biraz ikinci planda kalır. Ekonomik kalkınma çabaları, ihracata endeksli olarak ele alınır. İhracatın artması ise ülke ekonomisinin katma değer elde ettiği ve bu nedenle büyüdüğü biçiminde yorumlanır. Konuya dikkatli yaklaştığımızda; burada bir yanıltma olduğunu ve özellikle bir sosyal ve ekonomik yanılsama yaratmak için (her dönemdeki) iktidar mensuplarının özel gayret gösterdiklerini gözleriz.
Böyle bir yanılsamaya düşmemek için ihracata ithalat ile birlikte bakmamız gerekir. İhracata dayalı büyüme peşinde olan bir ekonominin, kabaca ya ithalatının ihracatı aşmaması ya da örneğin yıllık ihracat artış oranının düzenli ve sürekli olarak ithalatın artış oranından yüksek olması beklenir. Ama çok basit görünen bu kural da yeterli değildir. Ayrıca yurtdışına satılan örneğin 100 lira maliyetli malın ne kadarının yurt içi kaynaklardan sağlandığı ölçütüne bakılmalıdır. Ülke ekonomisinin gerçek kazancı, ülke içinde eklenen bu değerden oluşmaktadır. Ülke içinde yüksek bir katma değer oranına ulaşılamazsa, geriye sadece rakiplerle yapılacak fiyat rekabeti kalır ki; bugünün dünyasında Türkiye’nin fiyat yarışını kazanma gibi bir şansı olamaz.
Günümüzün bütünleşik dünya ekonomisinde “Yerli malı kullan” biçiminde bir tavsiyede bulunmak mümkün değil. Çünkü tükettiğimiz her mal ve hizmetin oluşumunda belli oranda ithalat yer alıyor. Pazarda yer alan mal ve hizmetler arasında içerdiği ‘ithalat oranı’ neredeyse yüzde 100’e ulaşanlar var. Ama bu noktada hâlâ çağa ve ülkenin şartlarına uygun tavsiyeler üretebiliriz. Örneğin eşdeğer mal ve hizmetler konusunda yerli markaları tercih etmek bunlardan birisi olabilir. Bir diğer önerim ise daha fazla yerli katma değer (yani daha düşük ithalat oranı içeren) ürün ve hizmetlerin tercih edilmesi yönünde olabilir. Yerli ‘katma değerli’ ürün dediğim budur. Gelişmiş ülkelerdeki tüketiciler, bu gerçeği bizden daha iyi kavramış durumdalar. (Buraya kadar anlattıklarımı, futbol ekonomimiz açısından yorumlamayı deneyebilirsiniz.)
Ekonomide Ne Oluyorsa…
24 Ocak 1980 ekonomik kararları sonrasında Türkiye ekonomisi (dolayısıyla futbol da), o ana kadar tarihinde görülmemiş ölçüde dışa açıldı. Bir ekonominin dışa açılmasındaki mantık, ihracatını artırarak ekonomik getiri elde etmek ve yine bu amaca yönelik olarak yurt içinde sağlanamayan hammadde, yarı mamul ve teknik / teknolojik donanımı yurt dışından edinebilmektir. Diğer yandan bazı ithalat kalemleri sayesinde elde edilecek kolaylıklarla iç pazarın tatminini sağlamak da öngörülen hedefler arasındadır.
Dünya ekonomisi ile bütünleşmek veya liberal bir ekonomik kalkınma yoluna dönmüş olmak, dünyanın tüketici pazarlarından birisi haline gelmekle eşdeğer tutulamaz. Ama ne yazık ki; dışa açık büyüme doğru yönetilemediği ve uygun araçlarla denetlemediği için Türkiye, gelişmiş ülkeler açısından bir tüketici piyasası cennetine dönüştü. Bu süreçte hamsiden mercimeğe, hindiden nohuda, etten elmaya, bulaşık bezinden hediyelik eşyaya, beyaz peynirden şampuana kadar her şeyin ithalat kapsamına girdiğini gözledik. Ülkede kalite sorunu olan bazı mal ve hizmetler bahane edilerek ucu sınırsız biçimde açık bir ithalat rejimi uygulanmaya başladı. Zaten enerji dış ödemeleri yüzünden telef olan ekonomi, ev hayvanı mamasından saksı toprağına kadar pek çok şeyin bedelini yurt dışına döviz olarak öder hale geldi. Bu nedenle bugün geldiğimiz noktada yaşadığımız cari işlemler açığı ile dış ticaret açığının son derece yüksek meblağlara ulaşması hiç şaşırtıcı değildir. Futbol endüstrisi de bu sürecin üzerine tuz – biber ekiyor.
Diğer yandan sınaî üretime göz attığımızda; birim üretim ve birim ihracat içerisinde ithalatın payının giderek arttığını görüyoruz. Dolayısıyla sadece pazarımız yabancı ürün ve hizmetler için bir cennet haline gelmiyor; aynı zamanda kendi yerli üretimimiz içinde kullanılan yabancı hammadde ve hizmet miktarı da hızla artıyor. Bir yandan yabancı tüketim malları pazarımızı işgal ederken, sanayinin üretim yapısı da hızla yabancı hammadde ve yarı mamullerine bağımlı hale geliyor. Bu da; dışarıdan alınan mal ve hizmetlerin daha ucuz olduğu gibi yetersiz bir gerekçe üzerine kurgulanıyor.
Kalite ve sosyal sorumluluk konularında hâlâ özürlü olmaya devam ettiğimizi söylemek yanlış olmaz. Kalite belgesi almanın bile bazı ‘çantacı sahtekârların’ eline düştüğü bir ekonomik sistemde bunu söylemek haksızlık da olmaz. Ama kendi malımızı beğenmezken, örneğin kalitesiz ve sağlıksız Güneydoğu Asya kökenli ürünler konusunda aynı hassasiyeti göstermediğimiz de bir başka gerçek. İçeride üretilen kalitesiz ve sağlığa zararlı olabilecek ürünlerle mücadele etmenin yolu, onları kaliteli ve insana yaşamına uygun hale getirecek önlemleri almaktan geçer. Bu anlamda başta devletin kendisi olmak üzere kurum ve kuruluşlarımızla sınaî ve ticari işletmelerimizin iyileşmelerini sağlamak zorundayız. İyiliği sadece ithalatta arayan bir yönetim mantığı, kendisinin ve ülkenin karanlık geleceğinden başka bir amaca hizmet etmez. (Futbolcu ithali üzerine kurgulanmış bir anlayışın, futbol endüstrimizi de iyileştirmeyeceği apaçık ortada.)
Uygulanan ithalat rejiminin olumsuz etkilerini en net olarak tarım alanında görüyoruz. Pek çok yörede yerel lezzetler kaybolmaya başladı. Tarımsal üreticiler bu sektörden ayrılmak için beklenti içindeler. Tarımın insan yapısının erimesine, sosyal gelişmenin olağan bir parçası olarak bakamayız; çünkü yok olan tarımsal gelirin boşluğu bir başka kaynakla dolmamaktadır. Diğer yandan tarımsal ithalat içinde genetik yapısı değiştirilmiş mısır, soya, pirinç gibi ürünlerin giderek daha fazla yer alması, toplumun sağlıklı geleceği açısından risklere işaret etmektedir.
Batının gelişmiş ülkelerine baktığımızda; kendi markalı ürünlerini kullanmaya (en az kaliteli ürüne verdikleri önem kadar) devam ettiklerini ve bu konuya özen gösterdiklerini gözlüyoruz. Bu ülkeler; kendi iç ve dış pazarlarını korumak, kendi yerli ‘katma değerli’ mallarını ihraç etmek, kendi ülkelerinde yeni iş alanları açabilmek, kendi mal ve hizmetlerinin kalitesini ve sağlıklı kullanılabilirliğini artırmak, yaşamın her alanında verimliliği artırmak, gelir adaletini sağlarken tüketicinin alım gücünü artırabilmek, tüketici bilincini geliştirmek ve yaygınlaştırmak için büyük bir gayret ve planlı çalışma içindeler.
Özetle; dünyadaki küreselleşme eğilimi, tüm ekonomilerin giderek daha fazla bütünleşiyor olmaları veya bunlara benzer diğer nedenler, (kendi cebimizdeki para diye algıladığımız ama aslında tüm toplumun birikimi olan) ulusal ve toplumsal kaynaklarımızın tüketim adına çarçur edilmesini haklı göstermez.
Futbola Dönelim
Eskişehir’in ilk kez birinci futbol ligine yükseldiği yılı hatırlayın. Eskişehir’in birinci ligde başarılı olduğu yıllarda futbol takımının ciddi bir bölümü, Eskişehir’de (bir anlamda altyapıdan) yetişmiş oyuncular idi: Fethi heper, Nihat Atacan, İsmail Arca ve diğerleri… Zamanla iş, tamamen transfer üzerine kurulu bir şekle büründü. Eskişehir’in geçmişteki düşüşü, başarısız yöneticilerin varlığı kadar transfere dayalı takım oluşturma anlayışının sonucu oldu. Eskişehirspor’un inişe geçişi ile hatalı transfer politikalarının aynı zaman dilimine denk gelmesi şaşırtıcı olmasa gerek.
2008-2009 sezonunda Eskişehirspor zaman zaman başarılı sonuçlar almakla birlikte sezon sonuna kadar kötü rüyalar gördü. 2009-2010 için ise daha nitelikli bir takım kurulmuş. Eğer yönetim ve finansman konularında ya da oyuncuların fiziksel sağlık durumlarında bir olumsuzluk olmazsa, Eskişehirspor bu sezonda fazla sıkıntı çekmeyebilir.
Orta öğretimi bitirene kadar arkadaşlar arasında futbol oynamak, benim en sevdiğim eğlencelerden birisi oldu. Eskişehirspor’un birinci lige çıktığı ve devamında gelen sezonlarda sadakatli bir seyirci oldum. Ama genelde futbol konusuna pek bulaşmıyorum. Diğer yandan –stadyumda izlemesem de– TV’de iyi bir futbol izleyicisi sayılırım. Zaman zaman bazı gelişmeler, eski futbol anılarımın depreşmesine neden oluyor. Bu kez futbol konusunda yazmaya karar vermem ise Birikim Dergisi’nin bir sayısında futbol ile ilgili bir yazıyı okuduktan sonra oldu. Yazı, herkesin iyi bildiği bir gerçeği ifade ederek başlıyordu. 81 tane il olan ülkemizde İstanbul dışında sadece Trabzon’dan bir takım şampiyon olabilmişti. O zaman kendi kendime şunu sordum: Bir zamanlar şampiyonluğa hayli yaklaşmış olan Eskişehirspor gibi bir takımın yeniden şampiyon olması mümkün müydü?
Geçen yıl Sivasspor’un başarısını izledik. 2009-2010 ile karşılaştırdığımızda; ilk haftalar itibarıyla Sivas’ın başarısının sürdürülebilir olduğu konusunda kuşku duymaya başladık. Takımda birkaç oyuncunun değişmesi ile birdenbire Sivasspor’un sıradan bir takım haline geldiğini izledik. Avrupa’da oynamış yabancı sporcuların Sivas’a gelmek istemeyişleri ise başka bir önemli ipucu idi. Hatta bir oyuncu, transfer olduğu Sivas kentinden –transfer ücretini iade ederek– ilk hafta sonunda ayrıldı. (Burada Sivas kenti sadece bilinen bir örnektir. Benzeri olaylar, her sezon pek çok Anadolu kentinde yaşanmaktadır.)
Eskişehir, sosyal yaşam koşulları açısından Sivas’tan çok daha iyi şartlara sahip. Dolayısıyla Eskişehirspor’un yerli veya yabancı oyuncu transferi açısından sorun yaşaması beklenmez. Ama konunun çok daha ciddi boyutları var. Eskişehir ekonomisinin (dolayısıyla futbol takımının bütçesinin), sadece transfer üzerine kurulu bir yaklaşım ile sürdürülebilirliği sağlaması mümkün değil. Daha başarılı olmak için girişilen yeni futbolcu transfer yatırımlarının, takımı geçmişte yaşadığı darboğazlara taşıması şiddetle muhtemel. Antalya, Denizli veya Kocaeli gibi geçmiş örneklere baktığımızda; ciddi finansal sorunlar nedeniyle şehir takımlarının transfer üzerine kurulu politikalarla kalıcı ve sürdürülebilir olmadığını görüyoruz.
Bir şehrin birinci ligdeki futbol takımı, yumurta–tavuk hikâyesini hatırlatır. Daha iyi bir takım kurdukça ve daha başarılı oldukça şehrin ‘spor turizmi’ ekonomisi iyileşir; ekonomi iyileştikçe ise futbola daha fazla yatırım yapma imkânı doğar. Bu hikâye doğru olmakla birlikte biteviye oyuncu satın almaya yönelik anlayışın takımları hangi dipsiz bataklığa götürdüğü de ortadadır.
Daha önce de değişik vesilelerle yazmıştım. Şehrin futbol takımının sürdürülebilir olma şartının, altyapıya ve yeni oyuncu yetiştirmeye dayalı olduğunu düşünüyorum. Ama bu konu, ‘dostlar alışverişte görsün’ ya da ‘olmuşken altyapı da bulunsun’ diye değil; takımın geleceği adına yapılmak zorunda. Futbola ayrılan kaynakların belki de büyük bölümü tesislere ve altyapıda yeni oyuncu yetiştirilmesine ayrılmalı. Eğer bir kulüp başkanı ya da bir takım yöneticisi kendisine futbolla ilgili övünecek bir konu arıyorsa; bu, öncelikle ne kadar tesis yaptığı, kaç tane yeni ve genç oyuncu yetiştirdiği olmalı. Eğer tesis yapmada ve yeni oyuncu yetiştirmede başarılı isen skor olarak övünülecek başarılar da gelecektir.
Kulübün Yapılanması Değişmeli
Eskişehirspor ile ilgili yazılmış birkaç kitap var. Bunlar, genelde futbol takımının kronolojik tarihi üzerine kurgulanmış. Kentin pek çok konusunda olduğu gibi; yerel futbol endüstrisi üzerine kaleme alınmış çalışma ve araştırmalara sıklıkla rastlamıyoruz.
2000’li yılların başında Eskişehirspor’u odak alan bir futbol araştırması yazmıştım. Bu uzun sayılabilecek araştırma, değişik yayın organlarında farklı tarihlerde birkaç kez yer aldı. (Okumak isteyenler, araştırmanın 2000’li yılların başında yapıldığını da hatırlayarak; Internet’te http://www.gurcanbanger.com/yaz/esk09993.htm adresine göz atabilirler) Araştırmanın ana konusu, futbolun bir endüstri olduğunu kabul etmek ve sistemi buna göre düzenlemek idi. Bu çalışmayı hazırladığımdan bu yana hayli zaman geçmiş olmasına rağmen orada sözü edilen pek çok tespitin ve önerinin hâlâ geçerli olduğuna kanaat getirebilirsiniz.
Futbol eksenli spor kulüpleri, gerçek anlamda gelir elde eden bir şirket haline dönüşmedikçe, bugünkü biçimleriyle kalıcı ve sürdürülebilir olamazlar. İlk kabul edilmesi gereken gerçek budur. İkinci olarak; Anadolu kentlerinin transfer odaklı bir futbol takımını -yine- sürdürülebilir ve kalıcı kılmaları mümkün değildir. Her yıl ödenen transfer ödemeleri ve diğer harcamalar bir yandan takımı tüketirken, diğer yandan da kentin kaynaklarını dışarı akıtılmaktadır. Hâlbuki bir kentin ekonomisinin temel stratejisi, kent içinde üretileni dışarı satarak kente katma değer sağlıyor olmaktır. Dolayısıyla bir endüstri olarak kabul ettiğimiz futbol da kente dışarıdan kaynak sağlamak zorundadır. Eğer futbol, kaynaklarının dışarıya akmasına neden oluyorsa; bu durum ne ekonomiktir ne de kalıcı ve sürdürülebilirdir.
Futbol takımlarına gelir sağlamak için uygulanan pek çok yol var. Bunlar arasında değişik kaynaklı bağışları, yayın gelirlerini, isim hakkı ödemelerini, seyirci – bilet gelirleri ve benzerlerini saymak mümkün. Ama sıradan oyuncuların transferi için bile kapının 8–10 milyon avrodan açıldığı bir dönemde bir futbol takımını bu gelirlerle sürdürülebilir kılmak hiç de kolay değil.
Futbolcu transfer ücretlerinin ve buna bağlı ödemelerin bu denli yükselmesi, futbol kulüplerinin oyuncu bulmalarında ciddi bir tehdit. Ama bu tehdidin aynı zamanda bir fırsat yarattığını da unutmamak lazım. Eğer bir futbol takımı, altyapısı aracılığı ile toplumun genç nüfusu içinden yeni oyuncular yetiştirebiliyorsa; bu durum, pazardan alabileceği yeni paylar olabileceği anlamına gelir. Nitelikli futbolcu pazarına her yıl –ya da iki yılda bir– asgari bir oyuncu sunabilen bir futbol takımı için, deyim yerindeyse ‘karada, denizde’ ölüm olmaz.
Bir futbol takımının altyapısında gerçekten üstün nitelikli oyuncular yetiştirmesi hayal değildir. Ama bu tespitin bir gerçeğe dönüşmesi; önce futbol endüstrisinin gerçeklerinin kabulü ile başlar. Daha sonra endüstrinin gerektirdiği yatırımlar yapılmalıdır. Bu yatırımlar ise altyapı tesisleri, teknik donanım, gerçekten nitelikli çalıştırıcılar, sağlık uzmanları, araştırma kadrosu ve iyi malzeme demektir. Böyle bir yapılanmanın ise insan kaynağı olarak gerçek futbol yöneticilerinden altyapı araştırma ekibine, pazarlama kadrosundan finans uzmanlarına kadar sağlam biçimde oluşturulması gerekir. Günümüzün futbol takımı, yarı amatör ve yarı profesyonel biçimde, derme çatma bir anlayışla yönetilmemelidir.
Ülkemizdeki futbol takımlarının yönetimlerini yakından incelediğimizde; genelde futbol yönetiminin ve bürokrasisinin farklı beklentilerle oluştuğunu görürüz. Bu heyetin büyük çoğunluğu, futbol sevgisi olan ama futbol yöneticiliğinde aynı derecede başarılı olmayabilen bir topluluktur. Bu nedenle öncelikle kendimizi ‘futbolu sevmekle futbolu yönetmenin aynı şey olduğu’ saplantısından kurtarmamız gerekir. Futbol yöneticiliği, futbol izlemeyi sevmekten ya da takım tutmaktan farklı bir şeydir.
Gerçekten; futbolu sevmek ve futbolu yönetmek birbirinden çok farklı ilgi alanlarıdır. Eğer yönetim anlayışını ve ekibini sadece sevgi ve başarı heyecanı üzerine kurgularsanız, futbolun geleceğinin altyapıda olduğunu asla kavrayamaz, güncel başarılarla yetinirsiniz.
Özetle; her şehrin futbol takımı, profesyonel sporun bir endüstri olduğunu kabul etmeli; altyapıyı ilk öncelik sırasına almalı; bununla ilgili gerekli planları yapmalı, kaynakları ayırmalı ve altyapı yatırımlarını gerçekleştirmelidir. Aksi halde hem takım hem de kent kaybetmeye devam edecektir. Şu an altyapı için yapılanlar, yapılması gerekenlerin binde biri bile değildir.
Daha Fazla Altyapı
Günümüzde altyapı, futbolla ilgilenen hemen herkesin dilinde olan bir konu. Büyüklü küçüklü pek çok takımın altyapı dedikleri oluşumları var. Konuyu yakından incelediğimizde; altyapı denen ‘şeyin’, belli yaş grubundaki gençlerin yer aldığı amatörce bir örgütsel yapı olmaktan ileri gidemediğini görüyoruz. Futbol kulübünde gider kalemlerinde ilk tasarruf edilecek unsurun altyapı olması ve genellikle kulüp yöneticileri ile altyapıyı yönetenler arasında sorunlar bulunması sıklıkla karşılaşılan durumlardır. Genel olarak futbolda altyapı denen konunun neresinin elle tutulabilir olduğu ciddi bir sorudur.
Futbolda altyapı konusunu doğru kavramak için öncelikle bugün futbolun bir endüstri olduğunu ve gelecek için yatırım yapma ihtiyacını kabul etmek gerekir. Bir futbol kulübünün altyapıya yatırım yapması; bir işletmenin yeni tesisler kurması, yeni makineler alması, yeni yönetici ve uzmanlar istihdam etmesi, yeni bir ar–ge ve ür–ge ofisi kurması gibi bir faaliyettir. Bir ekonomik işletme, yatırımlarını geleceğini kurtarmak, kalıcı ve sürdürülebilir olmak için yapar. Yaptığı yatırımlar sonucu yeni katma değer kaynakları elde eder ve varlığını büyüterek sürdürür. İşte; bir futbol kulübü için altyapı da böyle bir konudur. Kendisi için başarılı ve sürdürülebilir bir gelecek arayan futbol kulübü, altyapıyı kendi birinci önceliği yapmak zorundadır; bu alanda ciddi kaynaklar ayırarak yatırım yapması gerekir.
Altyapı gerçeğini doğru kavramanın birinci adımı, artık futbolun (dernekçilik değil) bir endüstri olduğunu kabul etmekten geçer. İkincisi; altyapının bir futbol kulübünün öncelikli fonksiyonlarından birisi olduğu benimsenmelidir. Bu iki ön koşul kabul edilmeden bir futbol kulübünde altyapının beklendiği ölçüde gerçekleşebilir ve başarılı olması düşünülemez.
Altyapı, bir plan, program ve uzmanlık işidir. Dolayısıyla özgün bir örgütlenme modeli gerektirir. Altyapının örgütlenme yaklaşımı, öncelikle futbolun ulusal düzeyde yönetimi ile ilgili bir konudur. Bu nedenle sporla ilgili bakanlığın ve federasyonun bu alana ilişkin açılımcı bir model ve mevzuat geliştirmesi beklenir. Diğer yandan ülkemizde devletten gelecek muhtemel açılımları beklemek yerine futbol kulüplerinin kendi çözümlerini bulmaya başlamaları yerinde olur.
Bir futbol kulübün altyapısının çağın şartlarına uygun biçimde yapılanmasına ilişkin yapılmış dünya ölçeğinde çok çeşitli çalışmalar var. Bu araştırma ve öngörülerden de yararlanarak bir altyapı modeli geliştirmek mümkün olabilir. Ama yapılması gereken, bu çalışmayı bir proje haline getirmektir. Mevcut durumun tespiti yanında; uygun stratejiler, hedefler ve faaliyetlere ilişkin planın oluşturulması, bütçenin ayrılması, insan kaynağının belirlenmesi, başarı ölçütlerinin saptanması gibi bir dizi çalışmaya ihtiyaç olacaktır.
Bir futbol takımının altyapısı, hiç kuşkusuz bir dergi yazısını fazlasıyla aşan bir konudur. Bu alanda atılması gereken ilk adım, kulüp yönetiminin altyapı konusunda yeni bir modeli yaşama geçirmek üzere karar vermesi ve bunda ısrarlı olmasıdır. Tabii ki; kaynak ve uzman kadro tahsis edilmesi hususunu da unutmamak gerekir.
Erken yola çıkan erken yol alır. Yola çıkmayan ise endüstriyel futbolun ağır yükü altında ezilir kalır. Günümüzde futbolun ağır yükünü kaldırabilmenin ilk koşulu, hem başarılı oyuncular edinmek hem de yeni gelir kaynakları elde etmek için altyapıya önem vermektir.
Bugüne kadar uygulanan yerli / yerel altyapı uygulamaları beklenen sonuçları veremedi. Bu konuyu yeniden kurmak ve yapılandırmak için zamanı yitirmemek lazım. Bu bağlamda önemli bulduğum bir noktaya işaret etmek isterim. Futbolda altyapı futbolcu yetiştirmek için kuruluyor olsa da; öncelikli hedefi insan yetiştirmek olmak zorundadır.
Son Söz
Eğer futbol takımları gerekli akılcılaşmayı başaramazsa, sorunlar büyüyerek sektörün tamamını saracaktır. Olumsuz gelişebilecek bir süreçten Eskişehir’in de kendisini kurtarması mümkün değildir. Ekonominin mikrodan makroya kadar tüm kurallarının futbol için de geçerli olduğunu hatırlamak gerekir.