Gürcan Banger
Bir musibet, bin nasihatten iyidir, derler. “1999 Depremleri nedeniyle genelde kent ve yapı, özelde konut gerçeğinin farkına vardık” diyeceğim ama doğrusu, bundan pek de emin değilim. 1999’dan bu yanda depremden korkmayı öğrendik ama henüz gerekli önlemleri alma konusunda yeterli başarıya ulaştığımız söylenemez. Genelde “Büyük İstanbul Depremi” üzerine kurgulanmış korkular ve tartışmalar, ülkenin pek çok yerinde yapı kalitesizliğini adeta gizliyor. Genelde ‘krizlerle öğrenme’ anlayışında bir toplum olmamamıza rağmen ne geçmiş depremlerin yarattığı krizlerden ne de deprem üzerine yapılan tartışmalardan gerekli vizyon, program, hedef ve uygulamaları indirgeyebiliyoruz. Sonuçta TV kanallarında ekonomiden sonra bir de “Deprem Televole” programlarımız oldu. Depremci öğretim üyeleri de TV kanlarlının ünlü yaptıkları arasına katıldı.
Henüz kentleşme ve yapı kalitesi konularında yeterli olgunluk düzeyine varamadık. Ama bir diğer gerçek şu ki; Dünya nüfusunun hızla artması, doğal kaynakların insan ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmaya başlaması kentleşme ve yapılaşma (dolayısıyla konut) sorunlarının daha yoğun tartışılmaya başlamasına neden oldu. İnsan yerleşimlerinin kalitesi ve güvenilirliği konusundaki rüzgâr, mutlaka doğru biçimde toplumumuzda da etkili olacaktır. Bu duyarlılığın devletten önce sivil toplum kuruluşları tarafından gündeme getirilecek gibi.
Tüm Dünya gündeminde, kent ve yapı sorunları ve buna bağlı olarak yerel yönetimler konusunun ağırlığı giderek artıyor. Dünya kaynaklarının hızlı tükenmekte olduğu gerçeği, sürdürülebilir yaşam kalitesi konusunun daha net hissedilmesine neden oluyor. Bu konudaki tartışmalar 19’uncu yüzyıldan başlayarak daha özenli ve kapsamlı bir şekilde yapılmaya başlandı. Gerçekten dikkatli bir bakış, kentlerde ve kırlarda yaşam kalitesinde ciddi bir sorunlar demeti olduğunu gözleyebilir.
1996 yılında Birleşmiş Milletler Örgütü’nün himayesinde yapılan Dünya Kent Zirvesi olarak isimlendirilen İkinci Habitat Toplantısı’nın altındaki mantık da bu tartışmalara ve çalışmalara bir yön verebilmekti. Bu toplantının beklenen sonuçlarından birisi, başta yoksul kesimler olmak üzere halkın yeterli kalitede ve gerekli miktarda konut ihtiyacının saptanması oldu. Özellikle az ve orta derecede gelişmiş ülkelerde bu sorun, hâlâ yakıcı önemini korumaya devam ediyor. Kaliteli yapı ve herkese konut konusundaki bu gerçeğe ilişkin çözüm vaatleri, ister istemez tüm hükümetlerin programlarında yer almak durumunda oluyor.
Dünya nüfusunun yaklaşık altıda biri, kentlerde yaşayan insan nüfusunun ise yarısına yakını, gecekondu olarak tanımlanabilecek mekânlarda yaşıyor. Bazı Asya ve Latin Amerika ülkeleri ile çoğunluğu az gelişmiş ülkelerde olmak üzere kentsel nüfusun yüzde 60’ı gecekondularda yaşamını sürdürüyor. Dünyada denetimsiz ve sağlıksız mekânlarda yaşayan insan sayısının yaklaşık bir milyarı bulduğu hesaplanıyor. 2030 yılı için yapılan projeksiyonlarda bu değerin, 2 milyarı geçeceği tahmin ediliyor. Bu arada özellikle az gelişmiş ülkelerde kırdan kente göçün yarattığı yeni konut ve yapılaşma sorunları var. Yoğun göç baskısına ne kentlerin ne de hükümet bütçelerinin dayanması mümkün.
Son yıllarda Birleşmiş Milletler Örgütüne bağlı Avrupa Ekonomik Komisyonu İnsan Yerleşimleri Komitesi gibi örgütlerin gündemlerinde, kentlerde sürdürülebilir yaşam ve sağlıklı yapılaşma olması hiç şaşırtıcı değil. Diğer yandan kentlerle ilgili olarak; yerel yönetimlerin özerkliği ve kaynak sorunları, sağlıklı konutlar için finansman, tarihi ve kültürel kent merkezlerinin yok olmadan / edilmeden korunması ve rehabilitasyonu gibi diğer konu ve sorunlar gündemde yer alıyor.
Diğer yandan yerelde olan gelişmeleri izlediğimizde; olayların ve gelişmelerin pek de zorunlu kentsel gündeme ve ihtiyaçlara uygun oluştuğunu söyleyemeyiz. Yaşadığımız kent özelinde baktığımız zaman dahi kent rantının, insanların sağlıklı ve nitelikli bir kentte yaşama ihtiyaçlarının önüne geçtiğini görüyoruz.
Yeşil alanlar, lüks ve pahalı yapılar için konut alanları olarak tahsis ediliyor, tarihi kent merkezleri bilinçsiz biçimde ortadan kaldırılıyor. Çağdaş bir kent görünümü altında kentin sokak ve meydanları “kitsch” (taklit, kopya, sıradan, özenti) biçim ve görüntülerle kirletiliyor. Buna dur diyebilecek sivil bir güç ise hâlâ oluşmuş değil. İlginç bir biçimde yerel yönetim yapıları, buralarda oluşan meclisler kent rantı beklentisi içinde olan mekanizmalarla kolaylıkla anlaşıyor, kenti talan etmek üzere iç içe geçiyor. Temsilî demokrasilerde ne yazık ki, oy kullanarak yerel yöneticileri seçmek, kenti korumak ve geliştirmek için yeterli olamıyor. Aslına bakarsanız; kentte rant isteyenlerin sayısı ve gücü; sağlık, nitelik ve gelecek isteyenlerden daha çok olduğu sürece de böyle devam edecek.
Tarihin tercihini hâlâ kentlerden yana kullandığı çağımızda kentleşmenin ve buna bağlı nitel ve nicel olarak yapı sorununun sosyal ve ekonomik gündemin başlarında yer alması son derece olağan.
Kentleşme, genel anlamda çağdaşlaşmanın bir sonucu olarak algılanır. Bu, kentleşmeye pozitif bakıştır. Diğer yandan; kentleşme süreci içinde yer alan başıboş mekânsal değişimler, düzensiz ve yasal olmayan çarpık ve kaçak yapılaşmayı güdümlüyor. Daha önce sözünü ettiğim gibi, kentte yaşama hakkının yerini kent rantından avantaj sağlama arzusu devam ettiği sürece bu görünümde değişme olması beklenemez. Kentin talanı, kentte sağlıklı ve kaliteli yaşam hakkının önüne geçiyor. Çoğu zaman kimi yasal ve yasal olmayan güç odakları, kendi siyasal iktidar ve ikbal beklentileri içinde kentin geleceğini görmezden geliyorlar. Bu durum, (aynen yumurta – tavuk konusunda olduğu gibi) azgelişmişliğin bir sonucu ve dönerek tekrar nedeni oluyor.
Kenti çepeçevre kuşatan pek çok sağlıksız yapılanma, kentin gelişme alanlarını da tıkayarak, kentin sağlıklı büyümesini ve gelişmesini önler halde. Kentin sağlıklı genişlemesini engelleyen unsurlar, illa ki yasadışı gecekondular olmak zorunda değil. Geçmişte (ve hatta bugün) doğru öngörülerle yapılmamış kent planları da (ve tabii ki bu planlara göre büyümüş kentin kendisi de) kentin önünde engeller olarak durmaya devam ediyor. Çarpık yapılanma tarım, orman ve sit alanlarını, su havzalarını da yok ediyor. Altyapı, ulaşım ve teknik servislere erişim soruları her geçen gün çığ gibi büyümekte. Varoşların giderek yaygınlaşması ile sosyal ve kültürel sorunlara bağlı suç oranlarında da belirgin artışlar izlenmekte.
Ancak; yerel yönetimlerin kentin geleceğine ilişkin stratejik kararlar alamadıkları görülmekte. Mevzuat gereği hazırlanmış yerel stratejik planlar henüz gerçekleri ifade etmekten uzak. Büyükşehir belediyeleri ile ilçe ve belde belediyeleri arasında imar planları gibi konularda çalışma bütünlüğü sağlanması oldukça önemli. Ama ne yazık ki, yerel yönetimlere sızmış rant ve siyasal iktidar beklentileri, çalışma bütünlüğünün önünü tıkıyor. Yerel yönetimler, bir hizmet alanı olmaktan daha çok, bir siyasal iktidar mücadelesi alanı olarak gözleniyor.
Belediye meclislerinin, meclis üyelerinin ve danışma kurullarının katılımcılığı ve fonksiyonları artırılmalı. Ayrıca; belediye sınırları ile mücavir alan sınırları arasında bir örtüşmenin sağlanması gerekmekte. Böylece kent yönetimindeki birçok alanda eşgüdüm içinde kentleşme sorunlarının pek çoğu ortadan kaldırılabilir.
Konut sorununun çözümünün planlı bir kentleşmeden bağımsız düşünülemeyeceği aşikâr. Çağdaş kentin unsurlarından olan gecekondu alanlarının dönüşümüne, köy mimarisinin geliştirilmesine, tarihi doku ve yöresel mimarinin korunmasına yönelik projeleri kredilendirme ve destekleme yetkileri TOKİ’ye (Toplu Konut İdaresi’ne) verilmiş. TOKİ, alternatif uygulamalarla konut üretiminin belli bir model çerçevesinde gerçekleşmesini sağlamak, ülke nüfusunun ülke coğrafyasına dengeli dağılımını gözetmek, nitelikli, ucuz ve hızlı üretilen konutlarla modern, yaşanılabilir ortamları hazırlamak kadar kırsal alanlarda da çevre ile uyumlu, sürdürülebilir yaşam mekânları hazırlamakla da yükümlüdür. Bu çerçevede üretilecek hizmetle, köy mimarisinin geliştirilmesi, köylerin ve köylülerin yerinde iskânı ve sağlıklı, yaşanabilir konutlara ve düzenli gelire kavuşturulması hedeflenmeli. Ayrıca; kapsamlı bir planlama anlayışıyla dağınık durumda bulunan yerleşim birimlerini bir araya getirmek, üretimi teşvik etmek, kenti cazip kılan olanakları köyde yaratarak, kırdan kente göçün frenlenmesini sağlamak ciddiyetle ele alınmalı.
“Nerem doğru ki, kentim doğru olsun” demeyin; insanca yaşam insanca mekânlarda olmalı. İnsanlar iyi şeylere layıktır. Bunun için de çaba göstermeye değer.