Eskişehir; Strazburg Değil de, Porto Alegre Olsa?

PAYLAŞ: ... facebooktwittergoogle_plusredditpinterestlinkedinmailby feather
PrintFriendly and PDFYazdır

Demokrasi

Eskişehir; ‘Strazburg’ Değil de, ‘Porto Alegre’ Olsa?

Gürcan Banger

Hiç kuşkunuz olmasın; yine Eskişehir’den söz edeceğim. Bu yazıda geleneksel bir yerleşim olmaktan büyük bir kente dönüşmeye doğru yola çıkan Eskişehir’in gelişimini farklı bir açıdan ele almaya çalışacağım. Konuyu ele alırken; bir tanesi; kentsel görsellik ile mekânın kullanımını simgeleyen ve diğeri; kentin yönetimini, kentin geleceğinin belirlenmesini ve kentteki yurttaşlarla kuruluşlar arasındaki ilişkiyi tanımlayan iki farklı yerleşim örneğini ele alacağım. Bunlardan birincisi için kullanacağım örnek Strazburg, diğeri için ise Porto Alegre olacak.

Neden görsel Strazburg veya yönetsel Porto Alegre? Bu kentleri görenimiz var, adını bile ilk kez duyanlarımız var. Kısaca bu kentleri tanımanın konunun gelişimi açısından yararları olacağına kuşku yok.

Strazburg

Ünlü Alman şairi Goethe’nin de öğrenim gördüğü, önemli bir öğrenci kenti olarak ünlenen Strazburg, Fransa’nın kuzey-doğusunda yer alan ve bu ülkenin nüfus açısından yedinci büyük kentidir. Bulunduğu bölgenin ekonomik merkezlerinden birisidir. Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu şehirdedir. Strazburg, 1949 yılından beri AB görüşmelerinin merkezi niteliğindedir. Bu nedenle Avrupa’nın Başkenti unvanını taşır. Bu özelliklerinden dolayı da ülkemizin siyasetçileri ve yöneticileri tarafından sık ziyaret edilen, iyi tanınıp bilinen bir yerleşimdir.

Strazburg kentinin kuruluş yılı olarak M.Ö. 12 kabul edilmektedir. Bu nedenle 1988’de kentin kuruluşunun 2000’inci yıldönümü kutlanmıştır. Bu denli eski geçmişe sahip olan Strazburg, tarihi ve doğal nitelikleriyle de öne çıkar. 1988 yılından bu yana UNESCO’nun İnsanlık Mirası olarak kabul edilen yerleşimleri içinde yer alan Strazburg’da çok sayıda tarihi ve kültürel eser, yapı ve anıt bulunmaktadır.

Strazburg’un ilgi çeken özelliklerinden birisi, doğal yapının getirdiği farklılıktan kaynaklanır. Kentin eski yerleşim bölümü, İll Irmağı ile çevrilmiştir. Kentin doğusundaki limanı, Ren-Rhône kanalı ile Marne-Ren kanalına birleştiği noktada Ren’in batı ve doğu kolları kuşatır. Özetlersem; akarsu ve kanallar, kentin hem ekonomisi hem de estetik görselliği açısından önemlidir. Strazburg’a gelen ziyaretçilere, İll Irmağı üzerinde kanal turu yapmak önerilen eğlenceli etkinliklerden birisidir. Su üstünde yapılan bu tura ek olarak; parklar, botanik bahçeleri, korunmuş eski evler, müzeler vb kent turizminin diğer unsurlarını oluşturur. (Bu anlattıklarım, sizde bir yerel benzerlik duygusu yarattı mı?)

Strazburg’a gitmemiş olsanız bile; bir ansiklopedide veya İnternet ortamındaki belgelerde benim yukarıda özetlediğimden daha fazlasını bulabilirsiniz. Sadece dikkatinizi çekmek istediğim birkaç noktaya değinmeye çalıştım. Sözün özeti şudur. Strazburg, ülkemizdeki yöneticiler tarafından sıklıkla ziyaret edilen bir kenttir. Bu nedenle özellikle yerel yöneticilerimizin en çok ‘özendikleri’ kentlerin başında gelir. Muhtemelen kentin yerleşim, tarih, kültür, nüfus, siyaset veya ekonomi alanlarındaki gelişimiyle ilgilenmediklerinden, genelde sadece kentin estetik özellikleri dikkatlerini çeker. İşte; bu nedenle ülkemizin değişik yerleşim noktalarında yerel yöneticilerin Strazburg taklidi şehir yaratma hevesi pek yüksek noktalara ulaşmış haldedir.

Doğal veya ‘kitsch’

Tabii ki; taklit edilen, sadece Strazburg değil. Yerel yöneticilerimizin, elden geldiğince (ama daha düşük oranda ve daha sonraki sıralarda) Viyana, Paris veya Londra gibi kentleri taklit etme gayretleri de var. Bu aynılaştırıcı taklitleri, küreselleşmenin olağan bir sonucu saymalı mıyız? Sanmıyorum. Taklitçiliği haklı gösterecek bir gerekçe bulmak mümkün değil. Taklit meraklısı yöneticiler, özendikleri o yerleşimlerin bulundukları noktaya kendi gelişimlerinin sürekliliği içinde geldiklerini unutuyorlar. Oradaki köprüler, heykeller, kent mobilyaları, parklar, zemin düzenlemeleri ve bitki yapısı, o yerleşimin adeta doğal bir parçası. Doğal veya kültürel olmayanı, aynı biçimiyle bir başka yerleşime oturtmaya çalışmak ise ancak bir ‘kitsch’ görüntü ile sonlanıyor. Özetlersek; örnek seçilen bir kentin gelişiminden fikren dersler çıkarılması başka şey; o kentteki uygulamaların birebir taklit edilmesi ise bir başka şey…

Bu arada kısaca ‘kitsch’ (Almanca ‘kiş’ ve İngilizce ‘kiç’ diye okunur) sözcüğünden söz etmek isterim. Almanca kökenli bu sözcük, sanat çevrelerinin ağız alışkanlıklarından birisi haline gelmiştir. Günlük sanat konuşmalarında bir çirkinliği veya zevksizliği ifade etmek için kullanılır. Biraz daha ayrıntılarına girdiğimizde; sahte sanatı ama isteyerek yapılan çirkinliği anlattığını görürüz. Genel hatları itibarıyla sahte, özenti, taklit, çirkin veya kaba olana işaret etmek üzere kullanılır.

Genelde ‘kitsch’ sözcüğü, ürünlerdeki çirkinliği anlatmak üzere kullanıldığı halde iyi çözümlendiğinde; ‘kitsch’ olanın ürünlerden çok daha, bu ürünleri yapanın ruhunda olduğu anlaşılır. Gerçekten ürünler kitsch’tir ama daha öncesinde bunları yapan veya yapılmasına onay veren kişilik ‘kitsch’ olandır.

Eğer bir kenti, o kentin yöneticisi olarak bir başka kentin mobilyaları, anıtları, yapıları veya mekân kullanımına özenerek ‘süslüyorsanız’ ya da buna hevesleniyorsanız, ‘kitsch’ olmaya başladığınızdan ve yaşadığınız yerleşimi de ‘kitsch’ yapmaya yöneldiğinizden emin olabilirsiniz.

Kentsel mekânı geliştirme ve kullanma

Yukarıda Strazburg’tan söz ettim. Yurtdışına (örneğin Avrupa’ya) gittiğinizde; bir kentte dikkatinizi çeken yanlardan birisi, doğal çevre ile tarihi, kültürel yapı ve anıtların son derece bakımlı, düzenli ve temiz olmasıdır. Eminim; bu durum, sadece o ülkeyi ziyaret eden yerli ve yabancı turistlerinin getireceği dövizle ilgili bir düzenleme değildir. Burada dikkat edilmesi gereken, kentsel mekânın geliştirilmesi ve kullanımı konusunda bir kent kültürünün yaratılmış olmasıdır.

Bir yapıyı bir yerleşimden kopyalayıp diğerinde kurgulamak, orijinalde var olan aynı etkiyi yapmaz. Bir kavramı, ona ait zaman ve mekândan kopararak ele alırsanız, bir tarihsellik hatası (anakronizm) yapmış olursunuz; ayrıca tarihi ve kültürel gerçeği de saptırma hatasına düşersiniz. Ama Türkiye sosyolojisine göz attığımızda; tarih karışmasının, yaşamın adeta olağan bir unsuru haline gelmiş olduğunu görüyoruz. Ülkeyi Doğu’dan Batı’ya gözden geçirdiğimizde, başta megapol İstanbul olmak üzere ülkenin metropollerini dıştan içe doğru incelediğimizde ve kırdan kente doğru hareket ettiğimizde; bir kaç farklı çağın aynı zamanda yaşandığını görüyorsunuz. Bir yerlerde karşınıza tarım toplumunda (feodalitede) yaşayan insanlar çıkarken, kimi yerde sanayi toplumunun (kapitalizmin) yoğun etkilerini görüyorsunuz. Hatta sanayi sonrası bilgi toplumu mekânlarında bu toplumu yaşayan yurttaşlarımız var. Tarih ve kültür, bu ülkede dün ve bugün olarak iç içe geçmiş. Bu değişen yapısal görüntü, ülkemizde garip biçimde şekillenmiş bir kent kültürünün varlığına işaret ediyor.

Batı ülkelerinde örneklerini gördüğümüz tarihsel çevrenin korunması (kısaca kültürel koruma), genelde çağdaş topluma özgü bir olgudur. Bu anlayış, gelişmiş ülkelerde kapitalizmin orta evrelerinden sonra kent kültürünün bir parçası olmuştur. Doğal çevrenin korunması da kültürel koruma gibi oldukça yeni bir kavramdır. Sanırım; biz toplum olarak bu kültürel evreyi henüz yakalayamadık. İşin kötüsü, taklit ederek o noktaya varacağımız gibi yanlış bir saplantımız da var.

Doğal, tarihi ve kültürel çevrenin korunması, bir yanıyla sosyal ve ekonomik gelişmeye bağlı olurken, kentlilik özelliklerinin gelişmesi ve her anlamda eğitim süreçlerinin iyileşmesi ile de çok yakından ilgilidir. Kültürel korumada bazı sorunlar gözlüyor iseniz, bu durumda ülkenin ve toplumun sosyal gelişmişlik düzeyi, kent(li)leşme düzeyi, gelir dağılımı, hukukun işleyişi, eğitim süreçlerinin yaygınlığı ve kalitesi konularında kuşkular duymanız gerekir.

Eskişehir’in geleneksel yerleşim yeri olan Odunpazarı semtini göz önüne getirin. Bu semtteki yapılar, sayıları giderek azalan anıtlar (örneğin sokak çeşmeleri) bir farklılığa işaret etmektedir. Odunpazarı, kökleri tarih öncesi çağlardan gelen geleneksel Anadolu-Türk mimarisinin kimliğini taşımaktadır. Şimdi kentin yeni mahallelerine dönün. Sizi, bu mahallelerden birinde bilmediğiniz bir sokağa bıraktıklarında, bir kentsel kimlik belirlemesi yapabilir misiniz! Tabii ki hayır… Eğer daha önce o sokak veya caddede bulunmadıysanız, bir tahmin yapmanız bile mümkün olmaz. Bugünkü Eskişehir mimarisi, kimliksiz ve kişiliksiz bir mimaridir. Ha burada, ha Dünya’nın bir başka yerinde… Bazı bölümleri Strazburg’a benzese ne ki? Renksiz, anlamsız ve değersiz bir yapı ve mekân kullanım anlayışı sarmış çepeçevre bizi. En önemlisi de yaşadığımız çevrenin oluşumunda yurttaşlar olarak hiçbir katılımımız ve paylaşımımız olmamış; olmasına da bugüne kadar geçit verilmemiş.

Porto Alegre

Strazburg üzerinden bu kadar örnekleme yeterli. Şimdi gelelim diğer örnek kentimize. Porto Alegre, Brezilya’nın 10’uncu büyük kentidir. Eyaletlerden oluşan bu ülkenin Rio Grande do Sul isimli eyaletinin başkentidir. 1742 yılında Azor adalarından gelen göçmenler (Portekizli sömürgeciler) tarafından kurulmuş olan Porto Alegre; bugün güney Brezilya’nın en önemli kültürel, siyasal ve ekonomik merkezidir. 2007 yılında Porto Alegre’nin bölgesel nüfusu 4,1 milyon kişi olarak hesaplanmış olup kent merkezinde yaşayanların sayısı 1,4 milyon dolayındadır.

2001, 2002, 2003 ve 2005 yıllarında Dünya Sosyal Forumu, Porto Alegre’de yapılmıştır. Yeri gelmişken, kısaca Dünya Sosyal Forumu’ndan da (World Social Forum, WSF) söz etmek isterim. WSF, ideolojik anlamda küreselleşme karşıtları tarafından her yıl düzenlenen bir toplantıdır. İsviçre’de Davos’ta toplanan ve gelişmiş ülkelerin vizyonlarının takdim edildiği Dünya Ekonomik Forumu’nun (World Economic Forum, WEF) alternatifi olarak düzenlenir. 2003’te Porto Alegre’deki toplantıya ünlü düşünür ve dilbilimci Noam Chomsky de katılmıştı. Bu kentte yapılan diğer etkinlikler arasında Latin Amerikan El Sanatları Fuarı’nı, Tarım-İş Fuarı’nı, Eylül ayındaki müzik ve eğlence etkinlikleri ile Kasım’da düzenlenen Kitap Fuarı’nı sayabilirim.

Porto Alegre, her biri mahallelerden oluşan 16 bölgeye ayrılmıştır. Porto Alegre’de sivil toplum kuruluşları, sendika veya mahalle örgütlenmesi geleneği 1950’li yıllara uzanır. Porto Alegre’nin dünya sosyal ve ekonomik tarihindeki önemi, katılımcı demokrasi ve katılımcı bütçe uygulamaları konusunda bir örnek model yaratmış olmasıdır.

1980’li yıllara kadar Porto Alegre Belediyesi’nin diktatörlük rejimi altında yolsuzluklarla kaynaklarının heba edilmesi ve yoksulların durumunun iyileştirilmesine özen gösterilmemesi gündemdeydi. 1988’de iktidara gelen Emekçiler Partisi (Partido dos Trabalhadores, PT) döneminde ise kaynak kullanımındaki adalet ve eşitlikçilik; katılımcı demokrasi ve katılımcı bütçenin başarısında etkili oldu. Günümüzde Porto Alegre kentinin, halkın ve şehrin geleceğinin belirlenmesinde halkın katılımını sağlamak gibi çok haklı ve geçerli bir ünü bulunmaktadır. Porto Alegre’yi pek çok başka kentin önüne geçiren özellik, yurttaşların kentte, mahallede veya sokakta kendi geleceklerini belirlemede etkin ve katılımcı rol almaları olmuştur. Porto Alegre, bugün bir krizde olan temsili demokrasinin sorunlarının nasıl aşılmaya başlanacağı konusunda küresel ama yerel (kısaca glokal) bir örnek oluşturmuştur. Bu nedenle; Eskişehir’in vizyonu, Strazburg’u görsel olarak ‘kitsch’ bir anlayışla kopyalamak yerine, Porto Alegre’de yapıldığı gibi halkın katılımı ile Eskişehir’in gelecek tasarımının oluşturulması yönünde olmalıdır.

Porto Alegre, halkın yönetime katılımı ve kendi bütçesini kendisinin belirlemesi konusunda bazı ipuçları veriyor. Katılımcı demokrasinin çok güzel uygulamalarından birisi olan katılımcı bütçenin öncelikle Porto Alegre’de oluşturulmasını sağlayan bazı öncüllerden söz edebiliriz. Öncelikle Porto Alegre, bu kıtada köleciliğin daha az yaygın bir yerleşimdi. Kentteki polis gücünün yerel olmasının olumlu etkileri görüldü. Ayrıca bu bölgede büyük toprak sahipliği yerine küçük mülkiyetin ve görece daha eşitlikçi bir sosyal yapının bulunması pozitif katkılar yaptı. Porto Alegre’nin bir diğer önemli özelliği, bu yerleşimde diktatörlüğe karşı bir toplumsal muhalefet geleneğinin gelişmiş olmasıdır.

Porto Alegre hakkında bulabildiğim bir başka özellik ise bana Eskişehir’i hatırlattı. Bu kent, nüfusun iç ve dış göçler nedeniyle büyük ölçüde göçmenlerden oluşmuştur. 19’uncu yüzyılın sonlarına kadar küçük bir yerleşim olan Eskişehir’in Kafkaslar, Kırım ve Balkanlardan aldığı göçlerle gelişme gösterdiği hatırlanırsa, Porto Alegre ile benzerlik yakalanabilecektir. Bir yerleşimin göç alması onu çokkültürlü yapar. Çokkültürlülüğün devamında ise kentlilik özelliklerinin gelişebileceği bir zemin oluşur. Bu yapı, Eskişehir’de varlığını korumaktadır. Uygun bir demokrasi, hoşgörü ve saygı anlayışı ile Eskişehir yeni bir sosyal, kültürel ve siyasal katılımcı oluşuma evrilebilir. Bu ihtimal heyecan verici olduğu kadar üzerinde ciddi düşünülmesi gereken yeni seçeneklerin yolunu açar. Bunlar arasında katılımcı demokrasi ve katılımcı bütçe önemli örnekler olarak durmaktadır.

Katılımcı demokrasi

Eski çağlarda tüm ‘yurttaşların’ kararlara doğrudan katılımına dayanan yönetim anlayışı, zamanla zorunlu değişime uğrayarak sınırlı katılım ve kısıtlı temsil hakkı veren bir biçime (temsili demokrasiye) dönüştü. Böylece doğrudan halkın katılımıyla yönetim fonksiyonu, seçilmiş bir siyasal ve/veya profesyonel gruba bırakan sıkıntılı bir temsil sistemine dönüştü.

Bugün temsili demokrasi sisteminin, halkın gerçek ihtiyaçlarını karşılamadığı ortadadır. Çünkü temsili demokrasi; bazı seçilmiş ama ‘ayrıcalıklı’ bireyleri, vekiller olarak ‘meclis’ adı verilen ortamda bir araya getirerek doğrudan demokrasinin bir benzerini oluşturmaya çalışmakta. Ama böyle bir durumda demokrasinin temel unsuru birey (yani yurttaş), karara ve denetime katılamayan pasif bir konumda kalıyor.

Temsili demokrasi krizini aşabilmek için demokrasi kavramında yeni açılımlar aranmakta. Bunlardan birincisi, bireyleri süreçlere doğrudan katmayı hedefleyen katılımcı demokrasi anlayışı; ikincisi ise toplulukları hedef alan çoğulcu ve çokkültürcü demokrasi anlayışıdır. (Küçük bir ev ödevi olarak; çokkültürlülük ile çokkültürcülük arasındaki ayırıma işaret etmek isterim.)

Bugün için temsili demokrasinin sıkıntılarını aşmak üzere; ne küresel ne de ulusal ölçekte gerekli, yeterli ve kolayca uygulanabilir yeni bir modeli yaratabildiğimiz söylenemez. Ama halkı, temsili demokrasinin süreçlerine, katılımcı ve çoğulcu demokrasi çerçevesinde katabiliriz. Böylece karma bir sistem oluşturarak temsili demokrasinin bazı sorunlarını aşma fırsatı doğacaktır.

Katılımcı demokrasi; tüm vatandaşların görüşlerini açıklama hakkına sahip olduğu (-ki bu olguya ‘kamusal alan’ diyoruz), kendi yaşamlarını etkileyen çevresel, ekonomik, sosyal veya siyasal tartışmalara doğrudan katılabildiği, yetki ve sorumluluğun yerel ve bölgesel topluluklarda bulunduğu, yalnız ‘zorunlu hallerde’ daha üst yönetim basamaklarına devredildiği bir sistemi tanımlama yetkinliğine sahip

Katılımcı demokrasi, pasif bir yurttaşlık profili ile gerçekleşemez. Yurttaşların gönüllü, istekli, girişimci ve aktif olmaları istenir. Katılımcı demokrasinin yönetme felsefesi, yönetişim (etkileşimli yönetim) anlayışı üzerine kurulmuştur. Yönetim yaklaşımı, yöneten / yönetilen üzerine kurulurken; yönetişim anlayışı, aktör sayısını artırıp hiyerarşiyi kaldırmayı hedefler.

Katılımcı demokrasi anlayışını temel alan bir yönetişim anlayışı bize neler kazandırır? Bu demokratik model ile seçmenler karar mekanizmalarında yer alır, erk sahibi olur ve kararları etkilerler. Yurttaşlar pasiflikten kurtulup harekete geçerek alternatif ve dengeleyici paralel bir güç oluştururlar. Böylece vatandaşların politikaya olan güvensizlik, ilgisizlikleri aşılabilir; yozlaşmanın önü alınabilir. Katılımcı demokrasi uygulamaları ile halk öğrenir, bilgisi artar ve böylece genel anlamda politik kültür değişir. Çünkü politik kültürde kalıcı değişim daima aşağıdan başlar. Katılımcı demokrasi, hem bir karar verme aracı hem de bir iyileştirme sürecidir. Katılımcı demokrasi halkın sürekli eğitimini, katılımını ve birlikte karar verip iş yapabilmesini sağlar. Katılımcı demokrasi ortamında seçmenlerin politikayı seçim dışında da (hatta devamlı olarak) etkileme olanağı doğar. Katılımcı demokratik bir ortam vatandaşlara ödev ve sorumluluk yükler; yurttaş olmanın gereklerini kavramalarına yardımcı olur. Temsili demokrasinin yarattığı seçen ile seçilen arasındaki mesafeyi kaldırır. Katılımcı demokrasi sayesinde politikacı ile halkın ilişkisinin kesilmesi önlenir. Katılımcı demokrasi, bir krize girmiş olan temsili demokrasinin pek çok eksiğini tamamlar ve onun aşılmasını sağlayarak demokratik gelişimin önünü açar. Aktif olmak isteyen vatandaşlara, kendilerine ilişkin kararlara katılma olanağı verir.

Katılımcı Bütçe

Vatandaşların demokrasi, insan hakları, yurttaşlık veya katılım gibi konulara ilgi duymaları ve öğrenmeleri için bu bilginin onların (kendilerinin, ailelerinin, komşularının veya hemşehrilerinin) sorunlarının çözümünde katkı ve kolaylık sağlayacağını bilmeleri gerekir. Bir başka deyişle; her gün sorunlarla boğuşan yurttaşların demokrasi ve yurttaşlık etrafında oluşmuş bilgi birikimini edindikleri zaman kendi yaşamlarının daha sağlıklı ve kolay olacağını kavramaları ve bu nedenle bu tür bilgi ve deneyimler için talep oluşturmaları beklenir.

İşte; ‘katılımcı demokrasi’ anlayışının, halkı seçilmiş yönetimlerin karar süreçlerine dâhil etmede sağladığı başarının kaynağı buradadır. Halk, katılımcı demokrasi (örneğin katılımcı bütçe) mekanizmaları aracılığı ile yönetim ve karar süreçlerine katılarak kendi sorunlarının çözümüne destek vermektedir. Katılımın başarısı, problem çözme performansını artırırken halkın çözümler konusunda ikna olmasını da beraberinde getirmektedir.

Porto Alegre’nin dünya siyaset ve demokrasi gündemine sunduğu katılımcı demokrasi ve yönetişim yaklaşımlarının en başarılı örneklerinden biri, ‘katılımcı bütçe’ yaklaşımıdır. Dünya deneyimi, katılımcı bütçe modelinin en önemli yararının vatandaşların aktif katılımını temel alan bir demokrasi uygulaması olarak; toplumsal öncelikleri yeniden düzenleyerek sosyal adaletin teşvik edilmesi olduğunu göstermektedir.

Gelecek faaliyet dönemi için; beldenin amaçlarına, hedeflerine ve yönetişim politikalarına uygun olarak, yönetişim tarafından hazırlanan gelecek dönem faaliyetlerini ve sonuçlarını parasal ve sayısal olarak ifade eden raporlara ‘katılımcı bütçe’ denir. Katılımcı bütçe, bu kararların alınmasında kentli yurttaşların söz sahibi olması anlamına gelir. Katılımcı, yerel yönetimlerde gerçekleşme potansiyeli ve işlerliği olan bir yaklaşımdır. Yerel yönetimler, hizmet temelli çalıştıklarından bu bütçe modeli ile halkın katılımını sağlamak mümkündür.

Katılımcı bütçe, yerel yönetim bütçesinin yapılması sürecinde mahallelinin, muhtarın, sivil toplum kuruluşlarının, belediye görevlilerinin, seçilmiş meclis üyelerinin (ve ilgili olabilecek başka sosyal aktörlerin) bütçe kararlarının alınmasında birlikte çalışması ve üretmesi demektir. Katılımcı bütçe süreci, her vatandaşın yer alabileceği nitelikte bir çalışmadır. Vatandaşın, sadece vatandaş olması bile katılımcı demokrasi ve katılımcı bütçe sürecinde yer alması için yeterli bir özelliktir.

Katılımcı bütçe, sadece oy vermekle yetinmek zorunda kalan yurttaşın demokrasi ufkunun genişlemesi ve çeşitlenmesi anlamına gelir. Her kentli yurttaş, oy vermenin yanında kamu kaynaklarının (örneğin yerel yönetim bütçesinin) hangi amaçla nereye harcanacağı sürecine doğrudan katılmak için bir olanak elde eder. Katılımcı bütçe, demokrasiyi mahallelinin günlük yaşamının bir parçası haline dönüştürür.

Katılımcı bütçe süreci, mahallelinin kendi sorunlarının kaynak nedenlerini anlamasında ve mahallesi ile kentin sorunlarının çözülmesinde görüş geliştirme olanağı sağlar. Katılımcı bütçe, bir kent kültürünün yaratılmasında ivmelendirici iklim görevi görür. Kentte yaşayan yurttaşlara hemşeri olma fırsatı sunar. Katılımcı bütçe süreci, tümüyle yasalara uygun bir katılımcı demokrasi geliştirme modelidir.

Eskişehir’de son yıllarda sivil toplum kuruluşları (tüm süregelen sorunlarına rağmen) giderek daha iyi bir noktaya geldiler. Eskişehir Sivil Yerel Oluşum (ESYO) çatısı ile oluşturulan kapasite geliştirme platformu ve sivil ağ, ciddi başarı öykülerine imza attı. Şimdi sıra, işin yerel yönetim ve kamu ayağının tamamlanmasına geldi. Bu anlamda katılımcı demokrasi ve katılımcı bütçe, Eskişehir’in yeni gündemi olmak durumundadır.

Hiç kuşkusuz; katılımcı bütçe süreci ve mekanizması, buraya kadar kısaca özetlediğimden ibaret değil. İşin bir de yerelleştirilmiş örgütsel yapı ve süreç yönetimi tarafı var ki; bu yönüyle konu, daha kapsamlı ve iyi zamanlanmış bir seminer sunumunda ancak aktarılabilir. Bu nedenle bu dergi yazısının sınırlarını daha fazla zorlamayacağım. Yerel seçimlere doğru akan önümüzdeki dönemde modelin teknik ayrıntılarını başka vesilelerle anlatabileceğimi umuyorum.

Son söz niyetine…

Kent deyince; evvela akla kentli yurttaşlar gelir. Halk olmadığında kent de olmaz. Bu nedenle; Eskişehir, öncelikle bu kentte yaşamayı tercih edenlere aittir. Biraz incelediğimizde; kentli yurttaşların tüm gelişmiş ülkelerde kabul edilmiş hakları olduğunu görürüz. Bu hakların genel perspektifi kent halkının iyi yaşam taleplerine ilişkindir. Kentli olmanın bilinci ise; talep ettiği hak ölçüsünde kente ilişkin sorumluluklarının idrakine varılması ile gelişir. Bu bağlamda; kentte yönetici olmanın temel koşulu, yerel halka hizmet etmektir. Çünkü öncelikle kent halkının insan haklarına saygılı bir çevrede yaşama hakları vardır.

Kent halkının taleplerini dinlemek ve çözüm bulmak için uğraş vermek, asla popülizm değildir. Kent, bireye kendisini geliştirme fırsatları sunmalıdır. Kentli hakları geliştirilmeye açık olmalı, sorumluluk bilincini aşılamalıdır. Böylece; kent, bireylerin refahını ve kişiliğini geliştirecek yönde ilerlemelidir.

Mesela; kentte yaşayan insanlar, ekonomik ve sosyal olarak daha iyi bir yaşam için daha iyi altyapıya sahip olma haklarına işlerlik kazandırmalıdır. Böylesi bir altyapıyı talep etmek son derece olağandır. Eğer söz konusu altyapı, kaynak ve zaman sorunları nedeniyle bir programa bağlanması gerekiyorsa bu, halkın katılımı ve rızası yoluyla yapılmalıdır.

Kent olumsuz bir noktada ise tüm sorumluluk, sadece kentte mevcut kurum ve kuruluşlara ya da o kurum ve kuruluşlardaki yöneticilere atfedilemez. Kentin idari makamlarında bulunan kişiler kadar olmasa da, zamanında sesini yüksek perdeden çıkarması gereken ‘okumuş’ bireyler de sorumluluk üstlenmelidir. Kentin bugün bulunduğu noktada kimsenin şikâyet hakkı yoktur. Bu gün günah keçisi aramak yerine dünü değerlendirmek gerekirdi. “Dün öyleydi, bu gün böyle” diyerek “dünü dün, bugünü bugün saymak” işlerin yolunda gitmesi için çözüm üretmez.

Kentin yönetim sorumluluğunu almış kişilerden; kentin hizmet birimlerini aktif biçimde ve etik ilkeler doğrultusunda çalıştırması beklenir. Ancak; kentlinin de sorunlarına sahip çıkma ve yüksek ses oluşturma sorumluluğu vardır ve bu sorumluluğu yok sayılmamalıdır. Demokrasi bizzat günlük yaşamın bir parçası haline gelmelidir. Kent adına kentli birlikteliği; ‘halkın katılımı’ ilkesi etrafındaki katılımcı demokrasinin vazgeçilmez unsuru olmalıdır. Kente; saygı, hoşgörü ve empati duyguları hakim olmalıdır.

Bu vesile ile yerel projelerde ‘halkın katılımı’ ilkesinin ne denli önemli olduğunu bir kez daha hatırlatmak ve (sözü birliktelik ruhuna taşıyacak nitelikte) bir fıkraya bağlamak isterim. Bu sıralar yaygın anlatılan bu anekdotun ‘ağır’ anlamının yeri burasıdır, diye düşünüyorum.

Anadolu’nun orta halli bir kasabasından 40-50 kadar kişi, yakındaki büyük kente alışverişe gitmiş. Hayvanlara yüklemişler nohudu, buğdayı; onları satıp kumaşlar, tencereler almışlar. Dönüşte 3 hırsız, kervanın yolunu kesmiş; çekmişler silahı, ”Yatın, kıpırdamayın” diyerek hepsini soymuş ve yarı çıplak yollamışlar. Kasabanın girişinde durumu gören hemşehriler şaşırmış ve sormuşlar: “Ne oldu size, ne bu haliniz?” “Soyulduk” yanıtı alınca yüklenmişler: ”Kim soydu, nerede soydu, kaç kişiydi?” İçlerinden biri durumu özetlemiş: ”Onlar 3 kişi beraberdi, biz ise 40 kişi yalnızdık!”

Eskişehir’in geleceğini bir kişiden, üç kişiden kurtarıp bu kentte yaşayan yurttaşlar olarak birlikte tasarlayıp kurmamız gereken zaman geldi de geçiyor. Şimdi zamanın ruhu katılımcı demokrasiden yana… İşte bu nedenle; Eskişehir olarak Strazburg yerine Porto Alegre olmayı öne alabiliriz.

İZLE: ... facebooktwittergoogle_pluslinkedinrssyoutubeby feather

duyguguncesi hakkında

Gürcan Banger, Eskişehir Maarif Koleji ve ODTÜ mezunu. Elektrik yüksek mühendisi (opsiyonu bilgisayarlı denetim). Halen iş kültürü, yönetim, yeniden yapılanma, kümelenme, girişimcilik gibi konularda kurumsal danışman ve eğitmen olarak çalışıyor. Düzenli olarak kendi bloglarında ( http://www.duyguguncesi.net ve http://www.bizobiz.net ) yazıyor. Köşe ve dosya yazdığı gazete ve dergiler var.
Bu yazı Demokrasi, Eskişehir, Katılım, Katılımcı bütçe, Katılımcı demokrasi, Katılımcılık, Kent, Kent ve Kentleşme, Kentleşme, Kentsel vizyon, Sivil toplum kategorisine gönderilmiş ve , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>