Gürcan Banger
Değişen dünya ile birlikte bazı kavram ve sözcükler geç olsa da kelime hazinemizde yer alıyor. Gelişmiş ülkelerde bilime olduğu kadar sosyal yaşama da teorik ve pratik katkı olarak gelişen bazı düşünsel unsurlar çoğu zaman kültürümüze gecikerek giriyor. Sivil toplum da hayli geç öğrenmeye başladığımız konulardan bir tanesi…
Aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanlar topluluğuna toplum adını veriyoruz. Bu topluluğu bir alan olarak kabul edersek, burada kurulmuş olan yapılar var. Bugüne kadar bu yapıların en etkin ve görkemlisi devlet olarak göründü gözümüze. Kimi tarihsel ve bölgesel örneklerde devlet o denli büyük olabiliyor ki; toplum dediğimiz alandan devlet dışındaki özerk yapılara fazlaca yer kalmıyor. Böyle bir örnekte devlet, sosyal yaşamın çok ciddi bir bölümünü işgal ediyor. Bu durum, özellikle devletin aşırı büyük, itiraz edilemez biçimde üstün ve baskın olduğu Doğu toplumlarının tipik bir özelliğidir.
Kolaycı bir tanımlama olarak; toplum denilen alanın devlet dışında kalan bölümüne sivil toplum adı verilir. Hatta toplum bir pistona benzetilerek; pistonun bir bölümü devlet, diğer bölümü ise sivil toplum olarak isimlendirilir. Örneğe uygun olarak; devlet ileri gittiğinde sivil toplum küçülür, devlet geri çekildiğinde sivil toplum büyür. Bu kolaycı tanımlama, devlet ile sivil toplumu bir karşıtlık olarak ele alma eğilimindedir.
Sivil toplum kavramından Antik Çağlardan beri söz edilmekle birlikte; her dönemde kullanılan sivil toplum tanımı aynı anlamı taşımamaktadır. Örneğin İsa’dan 300-400 yıl önce yaşamış Eski Yunan filozoflarının ele aldığı sivil toplum kavramı ile 19’uncu veya 20’nci yüzyılın ünlü düşünürleri Hegel’in veya Marx’ın ya da Gramsci’nin yaklaşımları ciddi anlamda birbirinden farklıdır. Dolayısıyla farklı kaynaklardaki sivil toplum ifadesinin aynılığına takılarak tarih yanılgılarına düşmemek gerekir. Ama ne yazık ki, sivil toplum literatüründe bu hatalara sıklıkla rastlanmaktadır.
Doğu toplumlarında sivil toplum kavramını, devletin yaşam alanlarına aşırı yayılımı nedeniyle ‘devlet x sivil toplum’ karşıtlığı olarak tanımlamanın haklı gerekçeleri var. Bu durum da, özellikle Türkiye gibi üstün ve baskın devlet geleneği olan ülkelerde sivil toplum kavramının liberal bir içerik kazanmasına neden oluyor. Devletin küçülmesi, özelleştirme veya özel girişimin kamu girişimi karşısında pozisyon kazanması gibi unsurlar, doğrudan sivil topluma mal ediliyor. Örneğin özelleştirme ve sivil toplumun gelişmesi arasında doğrudan paralellikler çizen ‘okumuş güruhuna’ sıklıkla rastlayabiliyoruz. Yine sivil toplum geliştirme çabalarını, gelişmiş ülkelerin çıkar politikaları ile eşleyenlerin sayısı da hiç az değil. İşin özü şu ki; sivil toplum kavramını liberal veya neo-liberal siyasal içerikten kurtarmak zorunluluğu gündeme her an biraz daha fazla düşüyor.
Sivil toplumu, liberal siyasi içerikten kurtarmanın yolu, tabii ki yeni bir tanımlama yapmaktan daha çok, bu kavramın bugün oturduğu zemini doğru tespit etmekten geçiyor. Günümüzde sivil toplum, öncelikle bireylerin kendi iradelerine dayanarak bir arada yaşama anlayışını ifade ediyor. Sivil toplum fikrini, bu ana eksene yerleştirmeden kullanılan tüm yaklaşımlar çerez misali günlük faaliyetlerin ötesine geçemez.
Sivil toplumun kendisini sivil toplum kuruluşları (STK’lar) ile ortaya koyduğunu ifade eden yaklaşımları duymuşsunuzdur. STK’lara aşırı angaje olarak sivil toplumun bir başka önemli özelliğini görmemek, ağaçlar yüzünden ormanı kavrayamamak anlamına gelir. Çağdaş sivil toplum kavramının bu temel özelliği, bu yeni çağda devletin yeni türden bir dönüşümünü ifade eder. Ama sivil toplum süreci; devletin küçülmesi veya özelleştirme gibi dar kapsamlı bir dönüşüm olarak algılanmamalıdır. Bu süreç, devlet ve onun dışındaki özerk sivil / sosyal yapıların birbirini etkileyerek yeni bir toplum yapısına dönüşmeleri sürecidir.
Siyaset ile devletin bugüne kadar olagelmiş etkileşimi dikkate alındığında; sivil toplum sürecinin siyaset ile olan ilişkisi de kendiliğinden ortaya çıkar. Bugün yeni türden siyasetlerin, kendi temel eksenleri olarak sivil toplum sürecini almaları gereğinin açıklaması buradadır. Örneğin eğer ‘yeni sol’ diye bir iddia karşısındaysanız, kanımca önce ‘Sivil toplum bunun neresinde?’ diye sormalısınız. Sivil toplumu ana eksen olarak fikriyatına yerleştirmemiş bir anlayış, ‘yeni’ sayılmaz.
İlginç bir noktaya daha değinmek isterim. Yukarıdaki sivil topluma ilişkin bir tanımlama yapmış olmama rağmen bu konuda farklı yaklaşımlar olduğunu söylemeliyim. Çoğu zaman birbirinin eşdeğeri gibi kullanılan sivil toplum, üçüncü sektör, gönüllülük veya hükümet dışılık gibi kavramların gerçekte tanımlama farklılıklarından kaynaklandığının farkında olmak gerekir. Diğer yandan bu farklı tanımlamalar tüm dünyada bazı kesimler açısından iktidarı elde tutmanın bir aracı olarak da kullanılıyor. Ama yanlış veya art niyetli yaklaşımlara bakarak iyileri ve kötüleri aynı sepete koymak da doğru değil. Sonuçta; sivil toplum alanındaki mücadele; genel anlamdaki haklar ve özgürlükler mücadelesinin farklı bir türünden başkaca bir şey değildir.