Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
1970’li yıllardaki hafifçe öngörü içeren arkadaş konuşmalarını hatırlıyorum. Değişim ve dönüşümün ipuçlarını o dönemde hisseder olmuştuk. Ama kapatılmış bir toplumda yaşıyor olmamız daha fazlasını öngörmemize de imkân vermiyordu. 1970’li yıllarla birlikte başlayan teknolojik, ekonomik ve sosyal değişmeler, Dünyada yeni ihtiyaçların ve yeni yönelimlerin oluşmasına neden oldu. Örneğin yurttaşlar, yönetim ve karar süreçlerine siyaset dışı unsurlarla, -örneğin sivil toplum mekanizmaları ile- etki etmenin yollarını aramaya başladılar. Yerel, ulusal ve küresel boyutlarda siyaset dışı kuruluşlar oluştu ve politikalar üzerinde ciddi etkiler yapmaya başladılar. Henüz bu etkileşim sürecinin başında sayılırız.
Sanayi toplumunun sınıf, sosyal katman gibi farklı kesimleri arasında kalın çizgilerle oluşturulmuş keskin ayrımlar vardı. Sosyal gruplar arası diyalog yerine her topluluğun kendi içine dönüklüğü tercih ediliyordu. İçe dönüklüğün yarattığı gerginlik ortamının toplumda kırılmayla bir yenileşmeye dönüşeceği beklentisi vardı. Bunu “Ne kadar kriz, o kadar değişim umudu” diye ifade edebiliriz. Böyle bir durumda beklenen (hatta arzulanan) istikrar yerine kriz oluyor.
Bugünün ihtiyaçları, toplumun değişik unsurları arasında uzlaşmayı gerektiriyor. Bu nedenle ortak payda kavramının doğru anlaşılması gereği var.
Eğer “Ya sev, ya terk et” gibi “ya siyah ya beyaz” şeklinde bir zorlayıcı ayrıma başvurursanız, grileri de ister istemez siyah veya beyaz lehine (ya da herhangi birinin aleyhine) bir tercihte bulunmaya zorlarsınız. Dünün fikrî dünyası kişileri ve kuruluşları, siyah ve beyaz olmaya itiyordu. Uzlaşmadan, dayanışmadan veya birlikten anlaşılan buydu. Hâlbuki uzlaşma için kişilerin veya kuruluşların, birbirlerine yüzde yüz benzemeleri gerekmez. Önemli olan, her iki ya da daha çok tarafın imkân dâhilindeki uzlaşma ve uyuşma noktalarını yani ortak paydayı bulabilmeleridir. Özellikle Türkiye gibi çok fazla kimliğin bir arada yaşadığı bir ülkede ortak payda arayışından başkaca bir çözüm de yoktur.
Ortak payda, toplantılardaki açılış konuşmalarıyla ya da basın açıklamalarıyla gerçeklik bulmaz. Ortak paydayı oluşturmanın ilk adımı açık iletişimdir. Toplumun farklı kesimleri, karşılıklı olarak birbirlerini anlayabilecekleri olanak ve ortamları oluşturup değerlendirdiklerinde ortak paydanın oluşumu yönünde adım atmaya başlamışlardır. Açık iletişim, ortak paydanın ön koşuludur.
Birlikte barış içinde ve sürdürülebilir bir yaşamı sağlama ve toplum için yararlı işler yapma ideali saklı kalmak üzere; şunu söylemeliyim ki, ortak payda, bir tane değildir / olmayabilir. Farklı kesimler, bir araya gelişleri ile kendi grilerini (dolayısıyla uzlaşma alanlarını) yaratabilirler. Ortak paydanın oluşturulmasında dikkat edeceğimiz noktalardan birkaçı; insana ve insan haklarına saygı, yaşamın korunmasına özen gösterilmesi ve başka kesimlerin var olma hak ve özgürlerinin gözetilmesidir.
Ne yazık ki; sosyal bakışımızın ortalama değeri, bu çağda hâlâ kişi ve kuruluşları tek renkli ve farksız olmaya zorluyor. Hâlbuki farklıyız. Farklı düşünce ve duygular taşıyoruz. Etnisite, kültür ve inanç açılarından farklılıklarımız var. Ama aynı çatı altında, aynı topraklar üzerinde yaşamak durumundayız. Bunun, bir zorluk ya da zorunluluk değil; bir zenginlik olabilmesi için ortak alanlarda buluşarak ortak paydayı bulmada daha fazla bilinçli, gayretli ve verimli olmak zorundayız.
Uzlaşma ve Ortak Payda
Ortak payda, söylev vererek sağlanabilecek bir olgu değildir. Önce karşılıklı anlamanın ve devamında ortak paydanın oluşabilmesi için fiilen yaşamın içinde bir arada olmak gerekir. Bu yolun ilk adımı, her süreçte açık iletişimin gerekliliğini kabul etme ve uygulamaktır.
Uzlaşma ve ortak payda aramak, kişi ve kuruluşların kendi ilkelerinden ödün vermeleri anlamına gelmez. Gereğinde taraflar geri adım atsalar bile; burada önemli olan ortak noktaları bulabilmektir. Ortak payda fikri, toplumun farklı kesimlerinin özgünlüğü ve farklılığına saygı duyarak başlamalıdır. Her farklılık, yasal ve etik çerçeve içinde kalmak üzere kendi isteğine bağlı olarak varlığını koruyabilir ve geliştirebilir.
Toplumda farklı kesimlerin oluşturdukları farklı örgütlenmeler var. Bunlar arasında merkezî devlet örgütlenmesini, bunun yerel temsilcilerini, yerel yönetim birimlerini, aileleri, ekonomik işletmeleri ve sivil toplum kuruluşlarını sayabiliriz. Geçtiğimiz yüzyılda toplumun farklı kesimleri arasında kalın çizgilerle oluşmuş ayrımlar vardı. Bu çağ ise farklılıkların açık iletişimini öngörüyor. Toplumun değişim kesimleri birbirleri ile iletişim kurdukları sürece, ekonomik ve sosyal sorunların çözümü daha kolaylaşıyor. Sorunların ve çözümlerin konunun paydaşları tarafından birlikte ele alınması ve yönetilmesi olgusuna yönetişim adını veriyoruz.
Aynen ortak payda konusunda olduğu gibi; yönetişimin fiilen uygulanması, bu konuya niyetlenmek veya bunun sözünü etmekle olmuyor. Bu konuda yol, yordam, yöntem ve teknikler geliştirmek gerekiyor. Bu dönemde özellikle yerel yönetimlerle sivil toplumun birlikte çalışmasının yolunu açan yönetişim önerileri hayli ilgi çekiyor. Ülkemizde olduğu gibi; devletin hâlâ tutucu olmayı sürdürdüğü toplumlarda merkezî devlet ile sivil toplumun yönetişim ufkunda buluşmalarında ciddi sorunlar ve engeller olmaya devam ediyor. Ama kısaca şunu söylemeliyim ki; bu çağı tanımlayan önemli kavramlardan bir diğeri yönetişimdir. Ama yönetişim olgusu da aynen ortak payda kavramında olduğu gibi, farklı toplum kesimlerinin özgünlüklerini ve farklılıklarını koruma ve geliştirme haklarını ellerinden almaz.
Yaşadığımız yüzyıl, sivil topluma yeni bir anlam kazandırarak öne çıkaran bir zaman dilimidir. Bu nedenle dernekler, vakıflar veya sivil topluluklardan sıkça söz edilmeye başlanmıştır. Sivil hareketlenmenin yeni olması, bu konuda yazılı belge, geliştirilmiş yöntem ve tekniklerden oluşan kültür ihtiyacını da ortaya koymaktadır. Bugün sivil toplum alanında kullanılan yaklaşımlar, genel olarak devletin ve özel sektörün kullandığı iş kültürünün yansıması olarak görünmektedir. Henüz sivil toplum kendisine özgü yaklaşımları yeterli ölçüde geliştirebilmiş değildir. Ama hiç kuşkusuz; bugün kamudan veya özel sektörden ödünç alınarak kullanılan iş modellerinin yerini sivil toplum tarafından geliştirilmiş olanlar alacaktır.
Sivil toplumun kendine özgü örgütlenme ve iş yapma modellerinin bir arada oluşturacağı bütünü “demokratik kurumsallaşma” olarak isimlendirebiliriz. Bu olgu, bu çağın üzerinde düşünmemiz ve yeni açılımlar geliştirmemiz gereken alanlarından birisi olarak önümüzde duruyor.