Gürcan Banger
Yaşamı değerlendirirken tarafsız olabilmeyi önemli bulurum. Eleştirmesine eleştiririm. Değerlendirmeler yaparım. Dersler çıkarırım. Ama söylemimi fazlaca şikâyetler üzerine kurmam. Başkalarından veya kendimden şikayet etmemin, yaşam koşullarım hakkında başkalarına sızlanmamın yararsız olduğuna inanırım. Sanırım; bir de, çok fazla sorunlarımı aktararak mutsuzluğu artırmaktan hoşlanmıyorum.
Yaşam, genelde bizim isteklerimize göre biçimlenmiyor. Yaşamımıza etki eden faktörlerin pek çoğu bizim dışımızda. Bu gerçeği kabul ederek, hayali beklentiler içinde olmak yerine daha gerçekçi uygulamalar peşinde koşmak kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlayabilir. Olumsuz bir olay karşısında “Neden ben?” veya “Farklı olamaz mıydı?” türünde sızlanmaların, beni doğru ve sağlıklı bir ruh haline götüreceği fikrinde değilim. Kader ve alınyazısına inanıyorsanız, onun bu sızlanmalarınızı haklı çıkaracak bir mantığı yok. Şikâyet ve sızlanmalarla değerli zamanınızı ve yaşam fırsatlarınızı harcamayın, derim.
Ben, Sen ve Biz
“Sen, ben ve biz” bakış açıları. “Sen” kalıbına uygun insanlar, fazlaca çevrelerine bağımlı olarak yaşarlar. Onlar için başkalarının ne diyeceği, kendilerinin ne düşündüğünden ve yapacağından daha önemlidir. Bir başka deyişle; kısıtlara ve sınırlara göre yaşar bu insanlar. Bunlara ortayolcu dendiği de olur. Kraldan fazla kralcı denen türde karakterler de bu gruptan çıkar genelde. Herşeyleri çevreye göre tanımlanmış olduğundan şikayet ve sızlanma da adeta karakterlerinin ana belirleyicisidir.
“Ben” kalıbını muhtemelen iyi tanırsınız. Yaşamlarında hak etmedikleri ölçüde, “ben” fikri öndedir. Ondan iyisi yoktur. O, en iyisini bilir. Asla yanlış yapmaz. Herkese ona göre davranmak zorundadır. Yaşamları “ben” sözcüğü ile başlar, “ben” sözcüğü ile biter. Bu tür kişiler, çevresel faktörleri dikkate almazlar. Diğer insanların ne düşündüklerinin ve bireysel beklentilerinin fazla değeri yoktur onlar için. Başkalarının yerine düşünme ve yapma alışkanlıkları gelişmiştir. Bağımsız olma hakkına sadece kendileri sahiptir, diğerleri zaten kaynağından köledirler.
Aslına bakarsanız; tanıdığım insanları düşündüğümde en fazla yanlışın, “biz” kalıbı konusunda yapıldığını görüyorum. “Biz” kalıbı, genel olarak iki insan arasındaki ilişki olarak anlaşılıyor. O ilişkide de bir tarafın diğerinin “tapusunu alma” girişimi, “biz olmak” veya “biz olmanın haklılığı” olarak anlaşılıp anlatılıyor.
“Biz” olmak önce çevrenin, koşulların ve özellikle başka insanların farkında olmak demektir. “Biz” olmak, insanlarımızla çevremizi sevmek ve onlara saygı duymak demektir. Bireyler olarak hoşgörüyü, yaşamımızın doğal unsurlarından birisi yapmadan “biz” olmamız mümkün değildir. Bir başka deyişle; “biz” bakışını yakalayabilmek için sevgi, saygı, hoşgörü ve empatiden kaynaklanan bağlılıkla birey olmaktan kaynaklanan bağımsızlığımızı bir hamur yapabilmiş olmalıyız. Siyah ve beyaz gibi; bağlılık ve bağımsızlık bir arada var olduğunda yaşamın renkleri belirmeye başlıyor.
Hayalimdeki ve gerçek yaşamdaki
Bazen merak ederim. Sevdiğimiz insan, gerçekte var olan kişi midir, yoksa o insanın fiziksel biçiminde bizim aklımızda yarattığımız “değişe uğramış” bir figür müdür? Çoğu zaman karşımızdaki insanı olduğu gibi kabul etmek yerine genelde kafamızda, kimi zaman da zorlamalarımızla gerçek dünyada onu istediğimiz gibi oluşturmaya çalışırız. Bu nedenle sevdiğimiz, o gerçek insan mıdır, yoksa bizim kendi yarattığımız model midir; karışır gider. Eğer aklımızdakini seviyorsak bu, aslında bencilce kendimizi sevdiğimiz anlamına gelmez mi?
Eğer bir insanı değiştirerek sevmek istiyorsak, bu gibi durumlarda dürüst davranmamız da mümkün olmaz. Ona karşı şirin, sevimli ve uyumlu davranmaya çalışırken, kafamızda “tilkilerin kuyruklarını değdirmemek” için senaryolar kurarız. Onu kaybetmemek adına sözcükleri özenle seçer, anlamları bulanıklaştırır, açık konuşmalar yerine imaları çoğaltırız. Hatta gerçekler ve olayları, değiştirip saptırmasak bile karşımızdaki insana göre filtre eder; bazı yanları gözden kaçırır, üstünü örteriz.
Bir sevgi ilişkisinde doğru pozisyon bir kişi, ne kendisinden ne karşısındaki insanı kaybetmekten korkar. Baskı yaparak ya da yanıltarak kendi görüş ve yaklaşımını kabul ettirme çabasında da değildir. Sevgisini saygı ve empati ile ördüğü için kendi adımını atmakta da rahattır.
Kimdir bu insan?
Böyle bir doğru insanı tanımak çok zor değildir. Birey olabilmiş insan, kendisini pek çok biçimde açığa vurur. Öncelikle onu, yaşama olumlu bakışı ve dokunuşu ile tanıyabilirsiniz. Onun için yaşanan olumsuz olaylar, yaşamdan alınması gereken derslerdir. İlginç bir biçimde yalnız olumsuzlukları ders olarak algılamaz; iyi gelişmelerden de kendine ilkeler, yeni ve gelişmiş davranış biçimleri üretir.
Onu tanıtan özelliklerden bir diğeri, yaşam dediğimiz sistemin bir enerji kaynağı gibi davranmasıdır. Onunla geçirdiğiniz birkaç dakika içinde dahi kendinizi daha iyi hissedersiniz. Size ya neşe katar ya da yaşama sevincinizin artmasına neden olur. Kendinizi ilginç bir huzur hali içinde bulursunuz.
Nitelikli birey, yaşamı ve çevresini anlamlandıran kişidir. Onunla, o güne kadar fark etmediğiniz yeteneklerinizi, başarıyla yaptığınız halde takdir almamış işlerinizi kavrarsınız. “Neden ben?” diye soran olumsuz sorularınız, “İyi ki; ben!” diyen olumlu bir cümlelere dönüşür.
Gerçekten var mı?
Tüm bu söylediklerimden, birey olmayı becermiş insanın bir android (makina adam) ya da sibetron (bilgisayar adam) olması gerektiği yanlışına düşmeyin. Fiziksel yaşam varsa, bu yaşamda mutlaka eksikler, zayıflıklar ve hatalar vardır. Kimsenin kendini hatalardan sınırsız arındırmasını bekleyemeyiz.
İyi insanların da zaman zaman yalpalaması olağandır. Burada önemli olan doğrultudur. En ağır koşullarda bile etik ve tutarlı davranabilen insan, farklı ve nitelikli olarak algılanmayı hak etmiş demektir.
Hem iyi bir öğrenci olmalı, hem de iyi bir usta bulmalı. Yaşam, birey olabilmek için bitmeyen bir okul gibi…