Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Son 200 küsur yıldır Batı kültürünün etkilerini toplumsal yaşamımızda yoğun olarak hissediyoruz. Özellikle son 30-35 yılda medya, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmenin katkılarıyla bu etkileşim yüksek düzeylere ulaştı. Geleneksel kültür ile yoğurup benimsemeden oluşan bu kültür alışverişi, garip bir paradigma (anlama ve algılama biçimi) oluşturdu. Kendini Batı’ya katı bir şekilde kapamış olanlar dışında; pek çok kişi, kendi sosyal yaşamımızı ve değerlerimizi Batı kalıplarına göre anlamaya ve algılamaya başladı.
Batı ile Doğu arasında dinsel içerik ve tarzdan başlayarak kültürel değerlere kadar pek çok sosyal alanda önemli farklar var. Bunlar arasında yönetme modelinin önemli bir yeri bulunmakta. Her ne kadar aksini iddia etsek de; bizim de aralarında bulunduğumuz Doğu toplumlarında merkezci bir yönetim modeli süregelmiş yıllardır. Devletin büyük, kul olan vatandaşın küçük olduğu bu egemenlik, yönetim ve hatta meşruiyet modelini Doğu Roma’dan başlayarak Bizans’ta, Selçuklu’da, Osmanlı’da ve son olarak Cumhuriyet’te görüyoruz. Bu nedenle; merkezci geleneğe ve tarihe sahip toplumlarda birey kimliğinin ve hukukunun yeterince gelişmemiş olması olağandır. Ülkemizde görülen durum da budur.
Birey kimliğinin -bir başka deyişle; birey olabilme güven ve cesaretinin- yeterince gelişmediği toplumlarda birey hukukuna dayalı mekanizmaların da işlemeyeceği ortadadır. Nedir bu mekanizmalar? Örneğin temsil sistemi… Seçerek Ankara’ya gönderdiğimiz temsilcilerimizi göz önüne getirin. Bu kişiler, Ankara’da yani merkezde kimin temsilcisi gibi davranmaktadırlar? Daha seçilir seçilmez; yerelin temsilcileri olduklarını unutup merkezin adamları olmamışlar mıdır? (Aslına bakarsanız; sistemin gerçek özüne göre zaten bu temsilciler, merkezin yerelden gelen kadrolarıdır ya da hızla böyle olmaya dönüşürler: Başkanın adamları…)
Bir başka örnek vereyim. Örneğin devletle bir sorun konusunda karşı karşıya geldiğiniz durumu düşünün. Sizin bir vatandaş, devletin ise devlet olması nedeniyle zaten yarışa geride başlıyorsunuz ve muhtemelen ilgili iddianızda da daha baştan kaybetmeye adaysınız. Çünkü O, devlettir; ne olması gerekirse ona sizin adınıza karar verir ve gereğini yapar. Hangi isimleri alıp alamayacağınıza; din ve mezhebinizin, etnik kimliğinizin ve hatta cinsiyetinizin ne olduğuna da…
Bu sözünü ettiklerim, devlet karşıtı bir söylem değildir. Devlet ile vatandaşın birbirlerine karşı olan pozisyonlarının gözden geçirilmesi ihtiyacının ifadesidir. Bu ihtiyacın gereği olan değişim ise AB gibi dış odakların zorlaması ile değil, kendi iç dinamiklerimizle gelişmek zorundadır.
Batı’nın sivil topluma ve bireye bakışı ile toplumumuzun ihtiyacı olan yaklaşım arasındaki temel fark buradadır. Bize özgü sivil toplum anlayışı, geleneksel devlet karşısında yurttaş olan bireyin pozisyonunun güçlendirilmesidir. Birey hukukunun, cesur olmaya ihtiyaç duymadan herkesin sadece yurttaş olduğu için yararlanabildiği bir hukuk olmasına çalışmaktır. Özetle; toplumumuzun ihtiyacı, hak ve özgürlüklerini kolaylıkla kullanabilen, yurttaş olmanın bilincinde ve ülkeyi tehdit eden sorunların kendi sorunları olduğunu bilen, sorumlu ve katılımcı bireyin geliştirilmesidir.
Medya ve siyaset
Günlük basına göz attığımızda siyasetin, iktidar için bir çekişme olduğundan başka bir şey gelmiyor aklımıza. Bu denli kavga gürültü olduğuna bakılırsa siyaset kıymetli bir şey olmalı diyoruz kendimize. Demek ki siyasette katılan herkesin kendince elde etmek istediği bir getiri var.
Siyasetin ne olduğunu kavramak için karışık tanımlara gerek yok. Zaten siyaseti okulsuz öğrendiğimiz için de bellemesi zor açıklamalar pek bize göre değil.
Yurttaşın ihtiyaçları
Latife bir yana; kendi bildiğimizce dile getirelim. Öncelikle siyasetin öznesi insandır. Siyaset insan için vardır. Yurttaş için vardır. Siyasetin başarısı, yurttaş ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Siyaset, duruma göre kısa, orta ve uzun vadede yurttaş ihtiyaçlarını karşılayarak başarılı olur. Eğer sonuçta yurttaşın ortalama olarak elde ettiği sosyal veya ekonomik getiriler yoksa siyaset başarılı sayılmaz.
Siyasetin odağında yurttaş durduğuna göre; siyasete giriş noktası, ülkede yaşayan insanların her şeyin en iyisine layık olduklarına inanmak olmalıdır. Siyaset alanında yer alan bir kişi, kendi insanının değerinin farkında ve bilincinde değilse o kişinin yapacağı siyasetin sonucu bambaşka yerlere gidecektir.
Kamu kaynakları
Nedir başka yerler? Siyasetin görevlerinden bir tanesi, kamu kaynaklarını yönetmektir. Kamu kaynakları aynı zamanda rant kaynaklarıdır. Eğer siyaset, siyasetçinin kamu kaynaklarını kendi yakın ve yandaşları arasında paylaştırmak üzerine kurulursa, o zaman siyaset, bir kavgalı gürültülü paylaşım alanı haline dönüşür.
Özetle; siyasetin ilk ilkesi, halkın gerçek ihtiyaçlarının anlaşılması olmalıdır. Yurttaşın reel ihtiyaçları -ki bu ihtiyaçlar, her zaman taleplerle çakışmayabilir- doğru anlaşılmadan siyasetin doğru çözüm yollarını üretmesi mümkün değildir. Günümüzde de pek çok kamu tutum ve davranışının altındaki hatalar manzumesi, halkın doğru anlaşılmamasından kaynaklanır.
Aile ortamı
Siyaset, bir aile ortamı olmalıdır. “Siyasetçinin ailesinin ortamı” değil tabii ki… Dolayısıyla siyasetçi ile yurttaş, aile ortamının yakınlığı içinde iletişim kurabilmelidirler. Böylece aile içinde işbirliği, dışarıda rekabet olanağı doğacaktır. Aile içindeki etik kurallar çerçevesinde de herkes emeği karşılığı hak ettiğini alacaktır.
Saygı, hoşgörü, empati
Yaşamda önemsediğim birkaç ilke var: Sevgi, saygı, hoşgörü, empati gibi… İnsanlar birbirlerini sevmek zorunda değiller diyebilirsiniz. Buna fazlaca itirazım da olmaz. Ama siyasetin gerektirdiği bazı ilkeler var ki, onlardan vazgeçmek mümkün değil.
Örneğin siyaset, saygı koşulları üzerine kurulmalıdır. Ancak bu durumda insanlar birbirlerini doğru anlayabilirler. Saygı çerçevesinde bir başbakan ile bir vatandaş arasındaki makamdan kaynaklanan kategoriler ortadan kalkar. Saygı olmadan insanca iletişim olmaz.
Hoşgörü de önemli… Hele ki; sosyal eve ekonomik zorluklar içinde çırpınan, eğitim zorlukları yaşayan bir ülkede hoşgörünün kolay öğrenilmediğini düşünürsek… Özetle; siyaset, tarafların birbirini anladığı ve doğru iletişimin kurulabildiği bir alan olmalıdır. Başarı, ancak bu gerek şartın ardından gelecektir.