Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Eskişehir Odunpazarı’ndaki geleneksel yerleşimin seçimi ile ilgili bir hikâye anlatılır. Yerleşmek üzere bu yöreye gelenler Odunpazarı’na ve Porsuk kıyısına ağaç dalına birer kaz asarlar. Odunpazarı’ndaki kazın daha geç çürümesi üzerine bu bölgeye yerleşmeye karar verilir.
Bizim yerleşim geleneğimizde daha çok kendiliğindenlik eğilimi hâkimdir. Çoğu örnekte; kent kendi halinde büyür. Kentsel dönüşüm veya yeniden yapılanma ise ancak doğal afetlerle veya savaşların yıkıcı sonuçları ile gerçekleşir. Anadolu’daki pek çok kentin dönüşüm hikâyesinin ardında depremler, yangınlar, sel felaketleri veya savaşın getirdiği yıkım vardır.
Kadercilik özelliğimiz, sadece kentleşme ve kentsel dönüşüm konusunda değil. İnşaat kalitesini de doğal afetlerle test ediyoruz. Yıkılmazsa kaliteli, yıkılırsa bozuk ve çürük… İhaleyle yapılan kamu yapıları bunun en belirgin örneklerini oluşturur. Özetle; felaketlere endeksli bir yaşam modelimiz var. Bir felaket oluşmadan doğru yolu bulmamız mümkün olamıyor. Krizlerin ülke üzerindeki etkilerini hatırlarsanız, ekonomi alanında da benzer bir davranış gösteriyoruz.
Sözün kısası kentleşme anlayışımız bunca yıldır sel, yangın, deprem ve savaş gibi doğal ve sosyal felaketlere göre yön bulmuş. Kentleşme deyince, bundan sadece yapıları değil; aynı zamanda alt yapı sistemlerini de kastediyorum: Su şebekeleri, elektrik dağıtımı, doğal gaz sistemleri, karayolları ve diğerleri…
Kentleşme konusunda ikinci büyük geleneksel engelimiz, daima kötü yerel yönetimlerin yapılanması olmuş. Pek çok dönemde yerel yönetimlerdeki zayıflıklar doğrudan kentin yapılanmasına ve dönüşümüne yansımış. Yerel yönetimlerin siyasetten ve rantiye ilişkilerden etkilenmesi kurumsallaşmasını önlemiş. Her gelen kendi döneminde kendi yandaş ve paydaşlarına bazı avantajlar dağıtmış, belediyeler her dönem seçimi kazanan parti ve grubun çıkarlarına göre yönlenmiş; sonuçta söz konusu kent de plansız, programsız bir yönelimle büyümüş.
Her dönemde kâğıt üzerinde plan adı altında yazı ve çiziye dökülmüş dokümanlar vardır. Tabii ki plan içeriği ve kalitesi tartışılabilir. Ama sonuçta uygulamanın kimin yararına işlediğine dikkat etmek gerekir. Yerel yönetimin kurumsal tutarlılık ve kalite unsurlarına bakmak gerekir.
Geleneksel Mimari
Anadolu-Türk mimarisinin ilginç örneklerinden olan yapıları görmek üzere Odunpazarı semtini her gezişimde dikkatimi çeken bir başka özellik olur. Eskişehir’de hemen hemen her yıl 4 büyüklüğü dolayında, 1956’da olduğu gibi 6,4 büyüklüğüne ulaşabilen depremler olmasına rağmen Odunpazarı Evleri inatla ayakta durmaya devam etmektedir.
Elimdeki son yüzyılın sayısal değerlerine göre 1901, 1905, 1928, 1948, 1956, 1961 yıllarında 5 dolayımda veya daha büyük depremler olmuştur. Geleneksel Odunpazarı Evleri’nin bu depremlere karşı direnmesinin muhtemel nedenlerinden birisi bu semtteki zemin ile ilgili olmalı.
Zemin özellikleri dışında aklıma gelen faktörlerden birisi, Odunpazarı ev yapma tekniğini de içine alan geleneksel Anadolu-Türk mimarisi yaklaşımıdır. Acaba Odunpazarı Evleri’nin depremler karşısında direngenliğinin mimari geleneği ile ilişkisi olabilir mi?
Gerek 1766 İstanbul Depremi, gerekse 1688 İzmir Depremi sonrasındaki yazılı belgeler incelendiğinde geleneksel tekniklere dayalı yapılaşma yönelim olduğu anlaşılıyor. Daha sonraki depremlere ilişkin sonuçlara bakıldığında ahşap iskelete dayalı geleneksel mimarinin depreme karşı dayanmakta başarılı olduğu görülüyor.
Eski ve yeni yaklaşımlar
Bugün betonarme ve benzeri yaklaşımlar kullanıldığından ahşaba dayalı geleneksel mimarinin bazı özellikleri unutulmuş görünüyor. Anadolu-Türk mimarisi konusunda ciddi çalışmalar yapan uzmanlar bu tarzdan alınabilecek önemli dersler olduğunu ifade etmektedirler.
Tabii ki, geleneksel mimarinin üstün özelliklerinden söz etmek bugün kullanılan çağdaş yaklaşımlardan vazgeçilmesi anlamına gelmez. Belki eski tarz ile yeni tarz arasında kaynaştırmalar yapılarak yeni yaklaşımlar üretilebilir.
Odunpazarı’nı da kapsayan geleneksel mimari tarzı ile ilgili bazı sonuçları dikkatinize sunmak istiyorum. Birincisi; geleneksel yapılar, çağdaş yapılara oranla depreme daha dayanıklıdırlar. İkincisi; bu dayanıklılığın nedeni, geleneksel yapıların deprem kuvvetleri karşısında (teknik deyimle) “çalışabilir” olmasıdır. Üçüncüsü; uygun tekniklerle geleneksel ahşap mimarisi, depreme dayanıklı çok katlı yapılar üretmekte de kullanılabilir. Dördüncüsü; geleneksel yapı kültüründen edinebileceğimiz çok sayıda ders vardır ve bu konuda yeni çalışmalara vesile olmamız gerekir.
Odunpazarı Evleri’ne yalnız kültürel zenginlik olarak bakmak en ciddi yanılgıların başında gelir. Odunpazarı Evleri, deprem de dâhil olmak üzere bir tümleşik yaşam biçimidir. Bölge insanının yüzyıllara dayanan geleneksel birikiminden öğreneceğimiz çok fazla deneyim vardır.
Geçtiğimiz günlerde İnternet’te ve diğer medyada yaygın olarak yer alan bir haber, bu tespiti doğrular nitelikteydi: “Anadolu yapı medeniyetini araştıran arkeologlar, binlerce yıldır ayakta kalan tarihi yapıların temellerinde deprem sönümleme sistemlerinin uygulandığını belirledi. İlk uygulaması M.Ö. 1900’lü yıllara dayanan ve uygulandığı yapıların geçmişten bugüne hala ayakta kaldığı deprem izolatör sistemi ‘Orthostat’ 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin 11. sayısında tüm yönleriyle ele alındı. Jeoloji uzmanı Ali Bayraktar tarafından kaleme alınan ‘Tarihi Yapı Temellerinde Uygulanan Deprem Sönümleme Sistemleri’ başlıklı yazıda, Kâbe, Augustus Tapınağı, Ayasofya ve Süleymaniye Camisi’nin temellerinde de aynı sistemin kullanıldığı belirtiliyor. Yazıda, Anadolu yapı medeniyetlerini araştıran arkeologların araştırmaları çerçevesinde, ‘tarihi yapılarda, taşıyıcı beden duvarlarının altına isabet eden temel duvar kısımların tabaka tabaka, harç kullanılmadan kırık taşlarla örüldüğünü, böylelikle tabandan gelen deprem yüklerinin, yapının üst katmanlarına geçmesine engel olan sisteminin keşfedildiğini’ belirledikleri kaydedildi.”
Sanırım; bu durum, doğal yaşam çevresine uyum sağlamakla yapay bir çevre yaratma arasındaki farktan kaynaklanıyor. Doğayı kendi şartları dışına zorladıkça kaybeden biz oluyoruz.