Gürcan Banger
Betonla örülmüş bir kentte yaşamanın iç acısını ancak doğal yaşama tanık olduğumuzda fark edebiliyoruz. Sanatsız bir yaşamda betonlar arasında sıkışıp kalmış koşuşturmalara benziyor. Sanata dokunduğumuzda neyi kaybetmiş olduğumuzu kavrıyoruz. Çoğu zaman insan sınırlarını zorlamanın deneyimi olan edebiyatın sanata dokunuşlar içinde seçkin bir yeri var. Edebiyat, tehlikeli ve yasak olanın albenisi üzerine yazılmış eserlerle doludur. Bir anlamda yasak elma, her zaman bir çekim odağı olmuştur. Kor ateşin cezbeden yanardöner hali, tüm yakıcılığına rağmen onu avuçlarına alıp sımsıkı tutma duygusu uyandırabilir. Belki buna doğal yaşam içinde vahşi bir canlıyı ehlileştirmeyi istemek de diyebiliriz.
Muhtemelen bir kadını imkânsız erkeğe yönelten de böyle bir duygu olsa gerek. Vahşi atı ehlileştirme duygusu… Haksızlık edip kadının bazı geleneksel özelliklerini göz ardı etmeyelim. Bunların başında fedakârlıkla hamur edilmiş erkeği iyileştirme ve kurtarmanın dayanılmaz tutkusu gelir. Okuduğum bir makalede psikologların bu tutkuya, sarhoş babanın akıllı kızı durumu dediklerini hatırlıyorum.
Psikolojinin izlediği örnek olaylara göre; alkol bağımlısı babaların kız çocukları büyüdüklerinde alkolik erkeklere âşık oluyorlar. Bu ilişkinin devam ettiği süre içinde alkolik erkeğin rehabilite edilmesi, iyileştirilmesi ve kurtarılması için çaba gösterip bir anlamda kendilerini feda ediyorlar. Uzmanlar, bu durumun babaya karşı olan, geçmişte başarılamamış bir görevin yerine getirilmesi olduğunu belirtiyorlar. Babasını alkolden kurtaramayan küçük kız çocuğu, büyüdüğünde âşık olduğu erkeği kötülüklerden kurtararak kendi içindeki vicdan hesaplaşmasını tamamlamaktadır.
Sarhoş babanın akıllı kızı durumunun, alkolizmden bağımsız bir genel davranış modeli oluşturduğunu ve yukarıda sözünü ettiğim gibi ateşi elinde tutmaya benzediğini söyleyebiliriz. Bir yandan cezbediyor, bir yandan da yakıyor. Ne ateşin yakmasından ne cazibesinden vazgeçiyor kadın. Ruhbilim uzmanları, alkolik erkeğin bu durumundan kurtulduğu anda kadın için cazip olmaktan da çıktığını ifade ediyorlar. Özetle; başta bir vahşi atı andıran erkek, ehlileştiğinde artık istenen erkek olma özelliğini de yitiriyor.
Kadının bir erkekle ilgili sorunları, çoğu zaman onun söz konusu ilişkiyi algılama modelinden kaynaklanıyor. Kadın, bir vahşi ata sahip olmak istiyor. Onun canlılığı, hareketliliği, albenisi kadının başını döndürüyor. Onun için böyle bir erkekle zaman kavramı ortadan kalkıyor; ışıltılı, renkli, sonsuz bir dünyayı yakalıyor. Ama kadının diğer yönü de erkeğin elinin altında olduğu huzurlu, programlı bir yaşamı özlüyor: Bir anlamda at, hem vahşi olacak hem de ehlileşmiş… Kısacası esastan bir çelişki…
Hâlbuki eğlenceli ve tempolu bir yaşam ile sınırları tanımlı bir evlilik birbirinden farklı yaşam biçimleri. İkisini aynı anda yaşayabilmek için ilişkiyi oluşturan bireylerin çok belirgin ve gelişkin özellikleri olmalı. Bu durum, kendiliğinden yakalanabilecek bir fırsat değil. Bireylerin çok öncelerden başlayarak kendilerine emek vermiş olmaları gerekli.
Bir başka insanın çok beğendiği bir çiçeği siz beğenmeyebilirsiniz. Rengi, kokusu size hoş gelmeyebilir. Bu, o çiçeğe sizin veya bir başkasının verdiği anlamdır. Bir zamanlar Hollanda’da bir lale soğanının binlerce guldene satıldığı günleri düşününüz. Aynı soğanın fiyatı, kriz başladığında öncekinin yüzde 1’ine düşmüştü. Özetle; biz nesnelere veya olaylara çeşitli anlamlar yüklüyoruz. Bu anlam, bazen gereğinden fazla dolu olabiliyor. Bir duygusal ilişkide de aşırı anlam yüklemesi hatalarını yapabiliyoruz. O zaman da istediğimiz, beklediğimiz ve elde ettiğimiz arasında oluşan farklılıklardan mutsuz oluyoruz.
Bir delibozuk vahşi atla fırtınalı ve albenili bir aşk mümkün iken, bu ilişkiden Külkedisi ile Beyaz Atlı Prens’in sonsuza dek huzurlu ve mutlu süren evliliği çıkmayabilir. Kişi, ne istediğinden, ne beklediğinden ve ne bulabileceğinden emin olmalı.
Duygusal iletişim
Kendisini ifade etmekte çok başarılı kişilerin bile iletişim kurmakta zorlandığı durumlar vardır. Karşımızda böyle duygusal yoğunlukla anlamlandırdığımız bir kişi olduğunda; aklın ve kalbin kapısını aralamış sözcükler, nedense bir türlü bir duygu güvercinleri olup dudaklardan havalanamaz. Bir ürküntü çöker kişinin üzerine; saklanıverir o canım sözcükler sevdalı ruhumuzun derinliklerine.
“Konuşmadan önce cümleleri kurgulamak gerek” denebilir ama kim bilir kaç kez sıraya dizilmiştir o sözcükler. Nice ezberlenmiş ve akıldan tekrar edilmiştir söylenecek cümleler… Bir çırpıda bir duygu denizini anlatmak için ne çok talim edilmiştir… Ama nafile; ya o cesaret gelmez karşımızdayken, ya da bellek zayıf düşer hatırlamak için ezberi… Gerçi itiraf edilemeyen aşkın hayali bile güzeldir. Ne hoş bir gönül sarhoşluğu yaratır; ne çılgın bir gezintidir o heyecanla dinginlik arası… Ne bencilliği coşkusuna denk bir hazdır o…
Aşk, ilk elde sözcüklerle kurulmuş bir köprüdür. Duyguların bir kalpten diğerine yol alması için bu köprü vazgeçilmezdir. Ya sözcüklerle bu köprüyü kurmalı, ya da sessizlikle çepeçevre saran bir hapishane örmeli! Anlam yüküyle her sözcük, aşka giden köprünün yapı taşlarıdır. Bazı kişiler duygularını ifade etmek için bir şiirin mısraları gibi cümleler kurmayı isterler. Bu konuda da başarılı olmayınca suskun kalmayı tercih ederek güzel ifadeler oluşturamamanın üzüntüsüne düşerler.
Sözler duygularla bir araya gelince bir şiir dünyasına göç ederler. Burada beklenen, öncelikle duygularını söylemeyi istemektir. İçten duygularını belirtebilmek için bir söz virtüözü olmak da gerekmez. Herkesin aşkın ifadesini sözcüklerle duymaya ihtiyacı vardır. Aşk köprüsünün iki ucundaki insanlar, dudaklara kadar ulaşmış sözcükleri her an duyabilmeyi isterler.
Aşkı, kendi kalbine kilitlemek bir açmazdır. Yalnız kendi yürek sesini dinleyen kişiler, aşkı çok fazla yaşadıklarını zannedebilirler. İnsanın kendisiyle yaptığı iç konuşmaları, karşı tarafa sevginin ifade edilmesini ihtiyacını hafifletebilir. Karşı tarafa duyguları aktarmamak, aşkın geleceğini yok etmektir.
Aşk, iki kişilik bir ilişkidir. Paylaşım, aşk ilişkisinin olmazsa olmazıdır. Sözcükleri Saklamak, aşkın beslendiği paylaşım damarlarını yok etmekle eşdeğerdir. Aşkta paylaşmayan, aşkı kendine başına yaşamaya mahkûm olur. Sözcükler, aşkın büyülü iksiridir. Duygularla donanmış sözcükler paylaşıldığında, aşkı dört duvar hapishane olmaktan alıkoyar.
“Ben sevgimi ifade edemem” demek, aşkı kapıdan geri çevirmektir. Ne yazık ki günlük yaşamımız, duyguları sözlerle ifade etmekten geri durulmasını öğretir. Heyecanı, duyguları saklamak bir erdem olarak belletilir. Bu öğütler, giderek bir yaşam biçimi haline dönüşür. Hele ki; anne ve babanın sevgiyi ifade etmediği aile ortamlarında sevgi sözcüklerini kullanmamak bir maske gibi yapışır insanın ruh yüzüne… Hiçbir şey, aşkı sözcükler kadar koruyup geliştiremez. Sonu ne olursa olsun; en talihsiz aşk, itiraf edilmemiş aşktır.