Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Ülkemizde siyasetin değişim sağlayabildiği yegâne araç olan genel seçimlerin öncesindeyiz. Hiç kuşkusuz; değişen, çok büyük ölçüde isimler oluyor; bütünde halkın yararına önemli yenilikler görmüyoruz. Bunun kavramak için Dünyanın gelişmiş ülkeleri ile sıradan bir kıyaslama yapmak yeterli. İnsanın değişme güdüsü, pek çok özelliği gibi kafasının içinde olan bir unsurdur. Aynı biçimde değişime direnme de, çocukluktan başlayarak öğrenip içimize sindirdiğimiz bir niteliktir. Eğer değişmemekten veya içinde yaşadığımız koşulların değişmemesinden şikâyet ediyorsak, öncelikle bunun nedenlerini kendi içimizde aramamız gerekir.
Değişimin önündeki engellerin birincisi, yeniliğin bir risk ortamı yaratmasıdır. Risk durumlarında ayaklarımızın yerden kesildiğini hissederiz. Değişmek, alıştığımız durumdan kopmak ve muhtemelen daha az bilinene doğru bir adım atmak olduğundan, kendimizi güvensiz bir iklimde buluruz. Bu nedenle; insanlar, riski ve tehlike olasılığını ilk gördüklerinde, eski alışkanlıklarına sarılmak üzere geri dönmeyi tercih ederler. Genel olarak; kazancın kaynağının risk olduğu unutulur; risk olmadan kazanç olmayacağı gözden kaçırılır. Belirsizliğin yarattığı korku, benliğimize egemen olur ve bizi yönetmeye başlar. Bu nedenle siyaset, riski sevmez.
Siyasette değişik çalışma tarzlarını benimsememek, aynı zamanda risk almamak anlamına gelir. Alışılmış bir tarz-ı siyaset vardır ve bu modele uygun davranarak kişiler ve kuruluşlar, sakin sularda yol almaya çalışırlar. Örneğin siyasi muhalefet, insanların ve kuruluşların risk almaları gereken bir durumdur. Halbuki pek çok siyasi unsur, sert muhalefeti kendi dışında tutarak sistemle uzlaşma içinde kalmayı tercih ederler.
İnsanın temel özelliklerinde birisi, tembelliğin çekiciliğidir. Daha durağan durumlar, pek çok insana heyecan yaratan, hareketli ortamlardan daha çekici gelir. Tembellik ve alışkanlıklar, adeta insanın ikiz kardeş özellikleri gibidir. Alışkanlıklar rahatlık verir. Rahatlık ise devamında daha yoğun biçimde bir değişim tembelliğine yol açar. Yeni ufuklara açılmak isteyen bir kişi veya kuruluşun, öncelikle alışkanlığın yarattığı rahatlıktan kurtulması gerekir.
Ülkemizde ve ilimizde siyaset yapmanın alışılmış bir tarzı vardır. Siyasiler, yeni yaklaşım ve teknikler bulmak için çaba harcamayı gereksiz bulur. Çünkü siyaset yaparken alışageldikleri miktardan daha fazla emek ve kaynak harcamak istemezler. Yeniliği denemek, alışılmışın rahatlığını terk etmek anlamına gelir.
Aslına bakarsanız; tüm arızi şikayetlere rağmen siyaset dünyası, içinde bulunduğu koşullardan ve değerler sisteminden memnundur. Değişimi arzu etmemesinin arkasında; alışkanlıklarından vazgeçememesi ve risk almak istememesi kadar varolan rant sisteminden hoşnutluğu da vardır. Bu hoşnutluktur ki; zamanla siyaset etiğinin kaybolmasına neden olur. Bugün görünen manzara da budur. Siyasetçi, rantiye sistemden memnudur; değişmesi için kılını dahi kıpırdatmamaktadır.
Yukarıda kısaca söz ettiğim gibi; değişimin bir maliyeti vardır. Bu maliyetin abartılması klasik siyasetçinin özelliklerinden birisidir. Değişim için harcanacak kaynaklar aşırı derecede abartılarak statükonun devam etmesinin önüne geçilir. Hemen hemen tüm siyasi kuruluşlarda eğitim, yayın, ar-ge ve kurumsallaşma için harcanacak kaynaklar fazla ve gereksiz bulunur.
Değişime ön ayak olmak, aynı zamanda eleştirilere odak olma olasılığını da artırır. Dolayısıyla değişimden uzak durularak eleştiri ve çatışmadan kaçınma kolaycılığı da siyasi sistemimizin içsel bir özelliğidir. Kabul edilen genel görüşe göre; tartışmayan ve çatışmayan siyasetçi, en makbul siyasetçidir. Siyasi kuruluşlar ve lobiler, siyasetçinin çatışmayanını severler. Ne pahasına olursa olsun…
Son bir nokta daha… Kat maliki, apartman yönetim toplantısına katılmayı gereksiz bulur. Çünkü nasıl olsa birileri karar alacak ve o da karara uyacaktır. Buna “beleşçi motivasyonu” diyebiliriz. Siyasi kuruluşun eğitim ve değişim etkinlikleri de böyledir. Bu tür çalışmalar, genelde “sen, ben ve bizim oğlana” kalır.
Sosyal atalet
Toplum olarak bizim adımıza devletin pek çok kararlar aldığı ve uygulamalar yaptığı bir zaman dilimi içindeyiz. Çağlar boyu ulusal, kültürel ve etik değerler olarak önemsediğimiz unsurlar birer birer kayıp gidiyor. Bankalarımızı, şirketlerimizi ve daha da önemlisi topraklarımızı yabancılara satıyoruz. Cari açık, büyük bir hızla büyüyor. Ekonominin her an daha büyük bir parçası yabancılaşıyor. Kentlerimizi yapılandırırken yabancıları taklit ediyor, onlar gibi tüketmeye çalışıyoruz. Dış dinamiklerin etkisi, hiçbir zaman bu denli yoğun hissedilmemişti. Bir zamanlar toplumun en aktif kesimleri olan emekçiler, aydınlar ve öğrencilerden de (kısıtlı karşı koymalar dışında) ses çıkmıyor. Ses çıkaran da “orantısız güç kullanımı” ile karşı karşıya… Siyasi partiler ise muhalefet tezgâhını çoktan kapatmış haldeler.
Bu tepkisizliği ve ataleti doğru kavramamız ve açıklayabilmemiz gerekiyor. Anlaşılan o ki; toplumun pek çok bölümünün, sorunların çözülebileceğine ve sistemin iyileşebileceğine olan inançları giderek azalıyor. Sistem, sanki kâğıttan kuleler her an yıkılıverecekmiş gibi; sosyal nefes almaktan bile ürker olduk. Buna toplumsal yorgunluk diyebiliriz ama toplumun hangi nedenle yorulmuş olduğunu da açıklamak kolay değil. Sanırım; insanlar yaşamlarını kazanmak için ve gününü kazanma yarışından kopmamak için üstün bir gayret içindeler. Bu mücadelenin verdiği yorgunlukla yaşamın daha geniş alanlarında neyin olup bittiğine fazlaca dikkat edemiyorlar.
Medyanın, insanları gerçek yaşam ve üretim dışı alanlarına teşvik etmesinin de etkisiyle; sadece kısa vadeli konulara at gözlüğü ile bakmaya alıştırılmanın bir sonucu bu durum. 1950 ve 1970 kuşaklarının uzun vadeli ve soluklu yaşam anlayışları giderek ve hızla siliniyor. 1980 sürecinde halkı bir tüketim toplumu haline getirenlerin tümünün, kendilerini “bir yerlerine kına yakma ile onurlandırabilecekleri” bir görünüm oluştu adeta.
Gözlenen sosyal yönelimlerden birisi, kendini siyasetsizleşme olarak ortaya koyuyor; siyasal içeriğin yerini taraftarlık ve fanatizm alıyor. Bazı zamanlarda siyasetin uçlara savrulmasından pek mutlu olmayabiliriz; ama siyasetsizleşme dönemlerinde en azından toplumun sivil etkinliklerinin yükselmesini bekleriz. Ne yazık ki; bu dönemde sivilleşmede de yükselen bir dalga gözlemek mümkün olmuyor. Siyaset ve sivil toplum alanında içeriksizleşme ve duyarsızlaşma, egemen statüko anlayışını meşrulaştırıyor; iktidarı meşru kılıyor. Güçlü olan ve isteyen istediğini yapıyor, yaptığı da sorgusuz biçimde kalıyor. Medya da, başta kendi kâr kaynaklarını gözeterek, biteviye imaj yitiren siyasete koltuk değnekliği yapmaya devam ediyor. Siyasetin, genelde kişiyi toplumun tamamından izole edip öteki yapan bir yanı var. Öteki olduğunuzda ise ne emeğiniz, ne de mesajınız hak ettiği doğru adrese ulaşıyor.
Son söz: İnsan kendini kendisi ile kıyaslamamalı. Değişimi ve yenileşmeyi görmek için çevresini iyi gözlemeli.