Yalın Bir Yaşam ya da Tüketim Çılgınlığı
Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi - Ana Sayfa
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
LinkedIn’de izle
Şöyle bir çevrenize baktığınızda; ne denli yoğun etkileme kampanyaları ve bunların yarattığı her türden gürültü ile kuşatılmış olduğunuzu fark edeceksiniz. Adeta günlük faaliyetlerimiz, bizim dışımızda oluşmuş bu gürültülü saldırılara göre oluşuyor. Ne giymemiz, ne yememiz, ne içmemiz, nasıl eğleneceğimiz, parayı nereden bulacağımız veya nasıl mutlu ve özgür olacağımızı bize belletmeye çalışan bir kuşatma altındayız.
Sanki son çeyrek yüzyılda mutluluk ve özgürlüğün tanımları değişmiş gibi. Her iki tanım da daha fazla tüketime endekslenmiş sanki. Ne tüketeceğimizi seçerek özgür ve daha fazla tüketerek mutlu olmaya çalışıyoruz. “1980’li yıllardan önce de tüketim anlayışı, tatmin ve mutluluk üzerine kurgulanmamış mıydı?” şeklinde sorular muhtemeldir. Son çeyrek yüzyılla daha öncesi arasında ciddi bir fark var. 1980 öncesi dönemde Dünya ekonomisi, -gerçek veya sahte- ihtiyaçları karşılamak üzere mal ve hizmetleri üretiyor ve yeniden üretiyordu. Son çeyrek yüzyılda ise kütlesel üretimin yanında yeni ihtiyaç üretimi felsefesi eklendi. Dünya ekonomisi artık sadece ticari emtiayı değil, aynı zamanda ihtiyaçları da üretiyor ve yeniden üretiyor. Böylece sınırsız tüketimin önündeki engeller kalkmış oluyor. Tüketmek için daima yeni, yepyeni mal ve hizmetler var.
Eğer ekonomi öncelikle sınırsız tüketim üzerine kurgulanırsa, üreticiler ve satıcılar açısından çözülmesi gereken birkaç sorun var demektir. Birincisi; insanların daha fazla tüketmeye ikna edilmesi ve yönlendirilmesi. İkincisi ise yoğun üretimi destekleyecek olan aşırı tüketimin oluşmasını sağlayacak araç ve mekanizmaların oluşturulması.
Artık; başta TV kanalları ve Internet olmak üzere üreticilerin ve satıcıların çok sayıda tanıtım, reklâm ve propaganda araçları var. Bir kitapçı dükkânını gezerseniz, raflarda iletişim, pazarlama, satışçılık ve reklâmla ilgili çok fazla sayıda kitabın bulunduğunu göreceksiniz. Tüketimi destekleyecek mekanizmalar, hem donanım hem de yol-yordam ve felsefe olarak çok büyük hızla gelişiyor.
Diğer yandan ticaretin içerik yanında biçim olarak da değiştiğini gözlüyoruz. Küçük bakkal dükkânları, minik tekel bayileri, baba dostu terziler, semt fırınları, mahalle manavları büyük bir hızla tarihin tozlu sayfaları arasında yer almaya başladılar. İnşaat işlerindeki gelişme, hiç de bilişim ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemenin gerisinde kalmadı. Her doğan yeni günde yakın çevremizde yeni bir alışveriş merkezi veya kampanyalı – indirimli satış yapan bir outlet mağazası görmeye alıştık. Bu yapılar, tüketicilere sadece alışveriş yapma imkânı sunmuyor; yeme-içme, gezme ve eğlenme gibi başka ihtiyaçların karşılanması için de yeni bir yapay dünya takdim ediyor.
İktisatçı ve satışçılık uzmanı Victor Lebow, 1955 yılında “The Journal of Retailing” isimli perakendecilik dergisinde yazdığı bir yazıda şunları söylüyordu: “Üretken dev ekonomimiz, tüketimi bir yaşam biçimi haline getirmemizi bekliyor. Artık satın almayı ve tüketmeyi, dinsel ritüeller (ayinler) haline getirmeliyiz. Tatmini tüketimde aramalıyız. Tüketilecek, eskitilecek, yenilenecek ve çöpe atılacak şeylere ihtiyacımız var.” Öyle anlaşılıyor ki; günümüzde Lebow’un hayalleri peşpeşe gerçek oluyor. Dev AVM’ler de bu ritüeller için tapınak olma görevini yerine getiriyor. Öyle görünüyor ki; bu tüketim temposuyla gelirimiz ve (ihtiyaç olduğuna ikna edildiğimiz) ihtiyaçlarımız arasındaki uçurum her gün biraz daha fazla büyüyecek.
Sadelik ve yalınlık
Dünyada giderek yaygınlaşan ve gönüllü sadelik (voluntary simplicity) olarak isimlendirilen bir sivil hareket var. Tüketim bağımlılığının aşırı boyutlara varması üzerine özellikle Batıda sade yaşama yönelik sivil çalışmalar çoğaldı. Bu hareketler, bir yandan kapitalist üretim – tüketim çılgınlığını eleştirirken; diğer yandan da doğal yaşamın uzun soluklu olabilmesi için sürdürülebilir tüketim olarak isimlendirilen bir kavramı dillendirmeye çalışıyor.
Batıda yaşam sadeliği çok yeni bir kavram sayılmaz. Hıristiyanlar bunu İncil’de yer alan “Bana ne zenginlik ne de yoksulluk ver” sözü ile tasvir ediyorlar. Diğer yandan sade yaşamı, İslamî yaşam tarzına uygun bulan kesimler de her zaman olagelmiştir. Bu bağlamda sufizmin ana ilkelerinden birisinin sade yaşam olduğunu da hatırlayabiliriz.
Yaşam sadeliği, yeni bir kavram olmamakla birlikte giderek artan tüketim çılgınlığı ve insan yaşamının yok olan ortamları ile birlikte yepyeni boyutlar kazanıyor. Küresel ısınma, sağlıklı yaşlanma gibi konular yaşamsal sadeliği her geçen gün daha fazla gündeme taşıyor.
Yaşamsal sadelik, öncelikle insanın kendi yaşam yolunu bilinçli, hassasiyetle ve kendi isteklerine bağlı olarak seçmesi demek… Burada bir seçimden ve yoldan söz edildiğine göre; bundan odaklanarak, derinlemesine ve tüketici kültüründen etkilenmeden yaşam anlamını çıkarmak gerekir. Bunu elde etmek için de insanların yaşamlarını bilinçle düzenlemeleri ihtiyacı oluşuyor.
Tüketim bağımlılığının ikizi hiç kuşkusuz üretim çılgınlığıdır. Üretim ise doğayı değiştirmek anlamına gelir. Eğer yeraltındaki altını çıkarmak için zehirli ve tahrip gücü yüksek siyanürü kullanırsanız, o doğal çevreyi sürdürülebilir yaşam için imkânsız bir noktaya getirebilirsiniz. Dolayısıyla sadeliğe sadece tüketimin Dünya ve yaşam kaynaklarını yok etmesi açısından bakmamak lazım. Sadeliğin altyapısı olarak sürdürülebilir üretim kavramını da dikkate almamız gerekir.
Sade yaşamın ilintilerinden birisi, doğal yaşam ortamlarının ve buralarda yaşayan canlıların varlıklarının devamının sağlanmasıdır. Bir başka deyişle; insan olarak faaliyetlerimizde diğer canlı türlerinin varlıklarını sürdürmelerine özen göstermek zorundayız. Bu anlayış, basit çevreci kavrayışın ötesine geçen, insanın yaşamının dışına taşarak tüm canlıların yaşamsal sürekliliğini değerli bulan bir yaklaşımdır.
İnsan, söylemini çevresine yazarak veya konuşarak iletebilir. Hâlbuki yaşamsal sadelik anlayışı, insanın fikriyatını ve yaşam modelini bizzat yaşayarak açıklaması üzerine yoğunlaşır. Örneğin ünlü barışsever ve düşünür Mahatma Gandhi, “Yaşamım mesajımdır” der. İnsanları özendiren yaşamlar, doğanın sürdürülebilirliği konusunda çok önemli katkılardır.
Sade yaşam, insanın doğal köklerinin farkında olması demektir. Bir anlamda tüketmekte aceleci olan insanın, gerçekte kendi varlığını tüketmekte olduğuna işaret edilmesidir. Yaşamsal sadelik, canlı yaşamına saygılı olmanın bir ifadesidir.
Tabii ki; yaşamsal sadelik, insanın yaşamını daraltması değildir. Çevresine karşı duyarsız, hareketsiz ve ilgisiz kalması anlamına da gelmez. Ama yaşamı bir koşuşturma haline getirerek, yaşamaktan almamız gereken lezzeti yitirdiğimizin de farkında olmalıyız.
Son söz: 1849’da yazdığı “Sivil İtaatsizlik” makalesi ile sivil toplum alanında bir çığır açmış olan Amerikalı yazar, düşünür ve çevreci Henry David Thoreau şöyle diyor: “Yaşamımız ayrıntılar yüzünden ziyan oluyor. Sadeleştirin, sadeleştirin.” Daha az atık ve daha az israf…