Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Doğada düzenin ve düzensizliğin ifadesi için bilimsel çerçevede entropi kavramı kullanılıyor. Maddenin iki temel eğilimi var. Bu anlamda evren, iki farklı yüzü olan hatta kimi zaman uslu, bazen ise haylaz ama tavır olarak yaramaz bir çocuk gibi… Bir yandan durağan bir hal olan katı hale yönelmek istiyor, diğer yandan da en düzensiz hal olan gaza dönüşmeye çalışıyor. Maddenin katı hali durağanlığı ve kararlılığı ifade ederken, gaz hali ise düzensizliğin simgesi olarak görünüyor.
Bir sistemdeki düzensizliğin ölçüsüne entropi adı veriliyor. Bir sistemdeki düzensizlik arttıkça, sistemin entropisinin de arttığını söylüyoruz. Entropinin artışı ile iş yapma özelliğine sahip yararlı enerji miktarının azaldığı kabul ediliyor. Tam düzenli bir sistemin entropisinin ise sıfır olduğu varsayılıyor.
Entropi konusu, yukarıda sözünü ettiğim biçimiyle büyük ölçüde bir fizik yasasını andırıyor. Ama pek çok bilim insanı ve düşünür, entropi için farklı alanlarda değişik yorumlamalar getirmişler. Bu anlamda kavramın, çeşitli felsefî açılımları da var. Örneğin Buda felsefesinin kendine özgü bir entropi açılımı olduğundan söz ediliyor. Kaos (karmaşa) teorilerine de yol veren kavramların başında gelen entropi, Budacı (Budist) düşünce ve inanç akımında kendini düzensizliğin sürekli arttığı, her şeyin sonunda çözüleceği ve dağılımın geri dönüşü olmayacağı şeklinde buluyor.
İnsanın kendisi de entropik bir görünüm çiziyor. Kimi zaman dağınık, kayıtsız, başıboş ve tembel bir hali oluyor. Kişisel bilincin artmasıyla, insanın kendisini bilgi ve deneyim ile donatmasıyla birey; daha kararlı, kalıcı ve sürdürülebilir bir yapıya kavuşuyor. Ekonomik, siyasal veya sosyal örgütler için de aynı tezi öne sürebiliriz.
Örgütsel entropi
Entropisi aşırı yükselen örgütler, hızlı bir dağılma sürecine giriyor. Yine entropisi fazlaca yüksek bireyler, çabucak marjinalleşip sürdürülebilir bir sosyal yaşamın dışına düşüyorlar. Diğer yandan; aşırı kuralcı, kalıpçı ve mevzuatçı yaklaşımlar ise hem örgütleri hem de bireyleri nefes alamaz bir noktaya getiriyor. Demek ki; biteviye entropisi artmasına rağmen; evrenin, kendisinin yarattığı dengenin bir benzerini kendi ekonomik, sosyal ve sivil yaşamlarımıza taşıyabilmek gerekli.
Hiç kuşkusuz; insanın kendine ayırdığı boş saatler, tembellik zamanları ve özgür davranma ortamları olmalıdır. Diğer yandan; insanın kendi zamanını yönetmesi, yaşamsal planlamasını yapması ve kaynaklarını bir bütçeye bağlaması da bir diğer zorunluluktur. Bu anlamda insan ve entropi, birlikte bir madalyonun iki yüzünü oluşturuyorlar. Ne insanı farklı kılan özgürlük fikrinden, ne de yaşamın sürdürülebilirliği için yönetim ve plancılık anlayışından vazgeçmek mümkün.
Ekonomik işletmelere entropi açısından baktığımızda, kanımca entropi kavramı; girişimciliği, yenilikçiliği, yaratıcılığı, özgür fikir üretimini ve gelecek arayışlarını temsil ediyor. Benzer yorumları, amacı kâr elde etmek ve kâr payı dağıtmak olmayan sivil toplum kuruluşları açısından da yapabiliriz. Entropik yaklaşımlar, emir-komuta sistemli yapıları reddederken; yatay yönetim hiyerarşilerini öne çıkarıyor. Ama – türü ne olursa olsun – bir kuruluşta entropi, düzenliliği sağlayacak önlemler ile ile dengelenmediğinde; bu kez aşırı artan entropi düzeyi örgütün geleceğini tehlikeye atıyor. Mutlaka her iki yaklaşımı birlikte değerlendirmeyi öğrenmek zorundayız: Düzeni ve değişim ateşi anlamına gelen haylazlığı…
Çocuklar büyümez
Her bir kediyi henüz çok küçükken eve alıp beslemeye başlarsanız daima yavru kedi ruhuna sahip olarak büyüyor. Bir ev hayvanı olarak bedenen büyürken adeta ruhen yavru kalmaya devam ediyorlar. Ev sahibinin onu okşayıp sevmelerini de annesinin kendisini yalayarak temizlemesi ile eşdeğer tutuyor. İki kedi sahibi olarak edindiğim izlenime göre; kediler de sahibi açısından bebek olarak kalmaya devam ediyorlar. Belki de fiziksel olarak insan bedenine oranla küçük olmalarının da etkisi vardır.
İnsanlar için de benzer bir durum var. Özellikle anneler için çocukları hiç büyümez. Her zaman beslenmelerine özen gösterdikleri, sağlıklarına dikkat ettikleri ve giyim kuşamları ile ilgilendikleri küçücük çocuklar olarak kalırlar. Bunlar babalar için de doğru olmakla birlikte, annelerin çocukları konusundaki özen ve duygusallıkları çok daha yoğundur.
Anne sevgisi, bir çocuk için en seçkin sevgilerin başında gelir. Çoğu zaman baba beğenilen bir idol olarak alınırken, sevginin tanımı anne ile öğrenilir. Bir annenin yoğunluğu ve derinliği hiç değişmeyen sevgisi, özellikle ilerleyen yaşlarla birlikte çocuk için baskıcı veya boğucu olmaya başlayabilir. Çocuk ilerleyen yaşı ile birlikte daha özgür olmak ister; ama annenin gözünde çocuk hiç büyümemiş olduğundan onun ilgisi ve titizliği çok fazla değişmez.
Bir çelişki
İşte; tam bu noktada tatlı bir çelişki gözlenir. Çocuk bir yandan annesinin baskıya dönüşmeye başlayan sevgisinden uzaklaşmaya çalışırken, diğer yandan da anne sevgisine sürekli ihtiyaç duyar. İlerleyen yaşla birlikte; deyim yerindeyse baskıcı sevgisinden dolayı ne anne ile olmak ister ne de karşılıksız sevgisinden dolayı annesiz…
Bu tatlı çelişkiyi çözmenin yolu, anneden biraz uzakta durmak ama ona benzeyen bir kadının sevgisine sahip olmak olarak görülür. Pek çok erkeğin annelerine benzeyen bir kadını arkadaş, sevgili veya eş olarak seçmelerinin arkasındaki nedenlerden birisi bu olmalı.
Erkekler
Erkeklerin önemli sayılabilecek bir bölümü, birliktelikleri olan kadına değil, onun gösterdiği ilgiye âşık oluyorlarmış. Sanırım bu tespiti, yukarıdaki anneyle birlikte olmak ama anneden uzak kalmak çelişkisi ile birlikte açıklayabiliriz. Pek çok örnekte annesine benzeyen bir kadın arayışı içinde olan erkek, kadının kendisine ilgisi azaldığında veya aşırı artarak duygusal baskıya dönüştüğünde uzaklaşmayı tercih ediyormuş. Uzaklaştığında ise muhtemelen annesininkine benzeyen yeni bir kadının sevgisini aramak için yeniden yola çıkıyor. Ne ilginç bir benzerlik, değil mi?
Belki de kadının erkeğe baskı yapacak bir duygusal ilgi noktasına ulaşması da, bir annenin çocuğuna olan ilgisine benzetilebilir. Muhtemeldir ki; kadınlar da erkek arkadaşlarına, sevgililerine veya eşlerine olağan bir doğallık içinde artan biçimde çocuk muamelesi yapıyorlar. Kadın için ciddi bir hata olan yanlış erkeği değiştirerek uygunlaştırmak düşüncesinin altındaki bir diğer neden küçük ve hatalar yapabilen çocuğun eğitimi anlayışı olabilir.
Duygusal ilişki madalyası kadına…
Gözlemlerim ve gerçek yaşama ilişkin okumalarım, bir duygusal ilişkide madalyasını hak edenin kadın olduğunu gösteriyor. Tabii ki; istisnalar kuralı bozmuyor. Ama gerçek şu ki; kadının ardı arkası kesilmeyen fedakârlığı, kadını sürekli verici; erkeği ise sürekli alıcı yapıyor. Böylece başta sevgi ilişkisi olmak üzere pek çok ilişki alanında çok boyutlu bir ayrım oluşuyor.
Yukarıda kadınlar ve erkekler için sözünü ettiğim özellikler, cinsiyetlerin fiziksel veya biyolojik olarak genlerine kodlanmış özellikler değil. Bunlar çoğu zaman toplum içinde öğrenilen statü ve rollerle ilgili. Yaşadığımız çevre, bireylere öncelikle insan olmayı öğretmek yerine biyolojik yapısına uygun biçimde kadın veya erkek olmayı öğretiyor. Hangi tür ilişkide olursa olsun, kadın ve erkek arasında süregelen sorunlar da bu hatalı sosyal eğitim sürecinde başlıyor.