Saygı, Hoşgörü, Empati ve Eleştiri
Gürcan Banger
İlişkilerde kaybetmememiz gereken zemin üç önemli temel üzerinde yükseliyor: Saygı, hoşgörü ve empati. Herhangi birinin eksikliğinde türü ne olursa olsun ilişkinin özünde ve yapısında sorunların gelişmesi yüksek ihtimal dâhilinde…
Saygı
Saygı, üstünlüğü veya farklı bir özelliği nedeniyle bir kimseye karşı çok özenli veya ölçülü davranmayı aşılayan duygudur. Karşıdaki insana verilen değerin, bir anlamın ifadesidir. Saygı bu insani değerin anlaşılmasını ve koşulsuz korunmasını ifade eder. İki insan arasındaki ilişkide saygının önde olması gereğini söyleyen düşünce, karşılıklı bireylerin insani değerlerine ilişkin farkındalığın yok olmamasını işaret eder.
Saygı konusundan söz ettiğimde bir arkadaşım şöyle demişti: “Benim eski kayınvalidem işaret parmağını kaldırıp insanın gözünün içine batırırcasına ‘Önce saygı’, derdi.” Bu zorbalık ifadesi cümle, aklıma Erich Fromm’un bir yaklaşımını getirdi, kitap karıştırıp buldum: “Saygı, ancak özgürlüğün bulunduğu yerde vardır. Sevgi ise özgürlüğün çocuğudur; hiçbir zaman zorbalığın çocuğu olmamıştır.” Anlaşılıyor ki, Fromm’un da ifade ettiği gibi saygı ve sevgi arasında çok açık bir ilişki var. Sevgi için doğru iklimi saygı oluşturuyor.
Hoşgörü
Bir ilişkide karşımızdaki insanın görüşleri, duyguları bizimkilerle uyuşmayabilir, hatta çatışabilir de. Bu görüş ve duyguları sabırla ve anlayışla karşılayabilmektir hoşgörü. Hoşgörüyü “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” biçiminde anlamamak gerekir.
Hoşgörü konusunda en sevdiğim yaklaşımlardan bir tanesi Bernard Shaw’a ait olandır. Şöyle der: “Bana karşı anlayışlı davranan tek kişi terzimdir. Her gördüğünde, yeniden alırdı ölçülerimi. Ondan başka herkes, önceki ölçülerin bana uyacağını sandı.” Ne kadar ustaca bir ifade, değil mi?
Hoşgörü bir büyüklük, bir bilgelik ifadesidir. “Yüzbin kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel” diyen Mevlana’nın bilgeliğini takdir etmemek mümkün mü? Şirazlı Sadi’nin şu sözlerini de pek severim: “Ya gülden ayrı yaşamalı yahut dikenin acılarını hoş görmeli.”
Empati
Kütüphanemdeki sözlüklerin sayfaları arasında biraz gezindim ama empatinin yerini alabilecek Türkçe bir sözcük bulamadım. Basit olarak empati, “kendini bir başkasının yerine koyabilmek” demek… Bir anlamıyla kendini başkalarının gözüyle görebilme yatkınlığı, bir diğer anlamıyla başkalarını başka insanların gözüyle görme yatkınlığı ve son olarak, başkalarına onların gözüyle bakabilme yatkınlığı…
Empati becerisi, bir insana veya bir olaya farklı bakış açılarından bakabilme yetisi veriyor kişiye. Böylece bir olgu hakkında daha objektif olma şansı tanıyor. Tabii ki, daha adil olma fırsatı da doğuyor.
Empatinin yüksek duygusal zekâ gerektirdiğini düşünüyorum. Bu nedenle empatik olmayı becerebilen insanları değerli ve anlamlı bulurken bu yaklaşımlarının büyüklüğünü saygı ile karşılıyorum Bir başka insanın hukukuna saygılı olmanın ön koşullarından birisi empati olmalı.
Saygılı, hoşgörülü ve empatik eleştiri…
1878-1965 yılları arasında yaşamış Rus asıllı Amerikalı ressam Abraham Walkowitz’in resim eleştirmenlerine yönelik ilginç bir ifadesi var: “Gözlerim görebildiği sürece resim yapmaya devam edeceğim. Göremediğim zaman da eleştirmen olacağım.”
Eleştirilere tahammül etmek ve eleştirilerden doğru dersleri çıkarmak kolay değildir. Elbette ki, Amerikalı şair Walt Whitman’ın söylediği gibi, eleştirilerden öğrenilecek çok ders vardır: “Sizi eleştirenlerden, size karşı cephe alanlardan, sizinle yarışanlardan alınacak büyük dersler vardır.” Ama eleştiriden ders çıkarmaktan çok daha zor olanı, doğru ve adil eleştiriyi yapabilmektir. Hele, eleştirmenliği kariyer olarak edinmek ise çok özel bilgi, beceri ve yetenekler gerektirir. Bunlar yetmez; düzgün bir karakter de kaçınılmazdır.
Pek çok örnekte; eleştiri sanılan eylem, kalite olarak bir karalama çabasının ötesine geçemez. Karalamaksızın eleştiri yapabilmeyi başarmak için, öncelikle insanın karakterinin bazı bilgelik özelliklerini içermesi gerekir. Eğer eleştiri; kişisel ezikliğin veya intikam duygusunun üzerine kuruluyorsa, daha baştan ciddi bir yanlışa düşülüyor demektir. Alman şair Goethe, “Bizi en çok eleştiren kimdir? Ümitsizliğe kapılmış bir insan.” diyor. Demek ki; cehaletin farkına varmak, ümitsizliğe ve saldırganlığa neden olabiliyor.
İşin aslını öğrenmeli…
İskoç yazar ve tarihçi Thomas Carlyle, “Bir kimseyi eleştirmeden, önce o işin aslı anlaşılmalıdır”, diyor. Bu cümledeki “eleştiriyi”, sadece kişilerle sınırlamamalı; çünkü ürünler de eleştiri adı altında karalamalardan nasibini alıyor. Ama Carlyle, bu ifadede tarihi bilmeden, ürün eleştirileri yapanları da kastediyor olmalı. Ya da tarihi, “ağaçların arkasına saklamaya” çalışanları da işaret etmiş olabilir. Kim bilir? Her çağda, her mekânda “nevi şahsına münhasır münekkitler” olabiliyor. Kimi “sol” adına yapıyor karalamasını, kimi “milliyetçilik” ya da “dindarlık” arkasına saklanarak, kimisi de “ruhsal hastalık” nedeniyle… Ne diyelim; tez elden selamete ersinler de, haklarında hayırlısı olsun.
Eleştirinin arkasında başka ruhsal motifler bulunması da sık görülen durumdur. Bazen siyahı işaret ettiğimizde, gerçekte istediğimiz beyazdır. Örneğin bir ziyarette ikramı reddederken verdiğimiz işaret, ikramı kabul edebileceğimiz yönündedir. “Hani istemem, yan cebime koy” denir ya; öyle işte… Bu anlamda G. Maughana’nın ilginç bir cümlesini aktarmak isterim: “İnsanlar, sizden kendilerini eleştirmenizi istediklerinde bile, gerçekte sizden övgü bekliyorlardır.”
Maughana’nın dediği gibi, şikâyet edenlerin kafalarının arkalarında takdir edilme duygusu olsun; biz de konuya onları takdir yönünden yaklaşalım. Peki; neyi takdir edeceğiz? Cehaleti? Saldırganlığı? Karalama yeteneğini? İhbarcılığı? Arkadan vurmayı? Eleştiri yapacağım derken karalama çukuruna düşen kişilere Francois Games’in bir sözünü hatırlatmak isterim: “Yalnız yaşamak istemiyorsan, birlikte olduğun insanları gereksiz yere eleştirmekten vazgeç!”
Son söz: Sevgi için doğru iklimi öncelikle saygı oluşturuyor.
İLGİ VE BEĞENİYLE OKUYORUM. TEŞEKÜRLER.