Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan dönemin daha önceki çağlara göre pek çok farklı ismi bulunmaktadır. Kolaylıkla geçmişte hiçbir dönemin bu denli çok ve farklı isminin olmadığı iddia edilebilir. Bilginin, üretim faktörlerinden birisi olması nedeniyle henüz sonu öngörülemeyen bu döneme verilen isimlerden birisi Bilgi Çağı’dır. Böyle bir isimlendirmede bilişim teknolojilerinin gelişip yaygınlaşmasının etkisi olduğu söylenebilir. Bir yandan iletişim teknolojileri hızla yenilenirken, doğrudan demokrasi ve katılım söyleminin daha fazla dillendirilmesi nedeniyle Ağ Toplumu Çağı tanımlaması da kullanılmaktadır. Sermayenin yeni bir davranış modeli kazanmasından piyasanın yeniden yapılanmasına, ulusal sınırların belirsizleşmesinden kültürel aynılaşmaya kadar pek çok nedeni ve etkisi olan küreselleşme olgusuna dayanarak Küresel Çağ adı da verilmektedir. Bu çağda en fazla kullanılan sözcüklerden bir tanesi değişim olmaya devam edecektir.. Bu nedenle; 20’nci yüzyılın ikinci yarısında başlayan dönemi Değişim Çağı olarak isimlendirmek genel kabul görmeye aday bir öneridir.
Adı her ne olursa olsun; bu çağın en belirgin özelliklerinden birisi değişim olduğu yapılan gözlemlerle doğrulanmaktadır. Konu, değişimin varlığını tespit etmekten ibaret değildir; değişimi anlamak, gelişimi yakalamak ve geleceği öngörebilmek gerekmektedir. Bu nedenle Küresel Çağ’da eğitim ve öğretim, okul dönemine özgü bir süreç olmaktan çıktı; yaşamın tamamının bir okul haline dönüşmesi zorunluluğu doğdu. Bu nedenle genelde Bilgi Çağı adını verilen bu döneme Sürekli Öğrenme Çağı da denebilecektir.
Kent ve Değişim
1700’lü yılların ortalarında başlayıp 1900’lerin ortasına kadar yaklaşık 200 yıl süren Sanayi Toplumu Çağı ile ardından gelen Küresel Çağ’ın yerleşim modeli olan kent, geçmişten bugüne değişimin etkilerine uğrayan bir olgu olarak gözlenmektedir. Tüm kurum ve kavramlar değişirken, giderek yükselen yönelimiyle kent de bu değişim dinamiklerinden etkilenmeyi sürdürmektedir. Bazı kentler hızla küçülüp yok olurken, kimileri Küresel Çağ’ın yükselen yerleşimleri olarak daha fazla çekim gücü ve albeni üretmektedirler.
Değişimin yarattığı akıl bulandıran karmaşadan arınıp geçmişe bakıldığında; her dönemde kentlerin farklı dinamiklere sahip olduğu görülmektedir. Kentlerin zaman eksenindeki değişimine rağmen, mekân ve insan birlikteliği açısından bazı temel unsurları da geçmişten geleceğe taşıdığı bir başka gerçektir. Örneğin kentli yurttaştan söz edildiğinde; sadece bu iki sözcük bile hiç kuşkusuz, ortalama değerlere sahip bir kişiden farklılıklara işaret etmektedir. Herhangi bir ortalama kişiden söz ederken, yaşanan zamanı tanımlayan kavramlar akla gelmezken; kentli yurttaş denildiğinde, günün koşullarına uyum sağlama yeteneğine sahip, değişimin farkında ve bu değişimi yakalama arzusunda olan birey gelmektedir. Eğer değişimle ilgili bir farkındalık varsa, bu durumda değişimin ikizi olan öğrenmeden de söz etmek gerekir. Değişen bir kent ortamında bireylerin öğrenme ihtiyaçları artarken, diğer yandan kentin bir bütün olarak kendisi de sürdürülebilir gelişme için öğrenmenin değer ve önemini anlamalıdır. Özetle; değişim, sürdürülebilir kentsel gelişim için öğrenmeyi zorunlu kılar.
Küresel Çağ’ın temel özelliklerinden birisi, ulusal sınırları pek çok anlamda silikleştirirken kentleri öne çıkarmasıdır. Bu süreçte artan rekabet, her kenti bir cazibe merkezi olmaya doğru zorlamaktadır. Dolayısıyla kent, bir yandan çağın yarattığı genel ve özel etkiler altında kendiliğinden değişirken, diğer yandan rekabet yarışında yer tutabilmek için yerel yöneticiler tarafından stratejik olarak dönüştürülmeye çalışılmaktadır. İlginç olan; kenti dönüştürme işlemi çoğu zaman benzer stratejilerle veya kopyalama yoluyla yapıldığından; Dünya birbirine benzeyen, aynılaşmış kentlerle dolmaya başlamıştır. Birbirini andıran marka mağazalarıyla, betondan oluşmuş mimari yapısı ve plastik kent mobilyalarıyla, giyim ve makyaj tarzları nedeniyle ayırt edilemeyen vatandaşlarıyla Dünyanın hangi kentinde yaşandığını tespit etmek bile zorlaşmaktadır Vatandaşların kentlerden beklediğinin ve daha konforlu bir yaşam adına istediğinin, mevcut görüntüden farklı olma ihtimali yüksektir.
Kent yöneticileri, kendi kentlerini cazibe merkezi haline getirebilmek için sıklıkla tarihi mirası kullanmaya niyetli görünmektedirler (Kiper, 2006; 109). Küresel Çağ’ın bir başka özelliği olan post-modernist bakışın da etkisiyle eski yapılar, anıtlar ve hatırlanmaya çalışılan gelenekler kent yaşamında daha fazla yer almaya başlamıştır (Aslanbay, 1998; 89).yaklaşım, mevcut tarihi ve kültürel değerleri doğru biçimde korumak yerine banal beton / plastik kopyalarını yapmak biçiminde gelişmektedir. Böyle davranarak; yerel yöneticiler, çoğu zaman ‘kitsch’ anlayışı kentin ruhuna eklemleyip bir kentsel kalitesizlik iklimi yaratmaktadırlar. Böylece kentsel değişim, bir kalitesizlik uçurumuna doğru savrulurken, kentsel öğrenme de sokak kültürüne, banalliğe ve rantçı anlayışlara baş eğmeye dönüşmektedir.
Sıkça tekrarlanan bir deyiş olarak; bir kent, bir ya da birkaç yerel yöneticinin kültüründen daha kapsamlı bir olgudur. Bir kent, bir yerel yöneticinin kenti kendi bireysel kültürüne göre biçimlendirmesi ile sürdürülebilirliği ve rekabetçi küresel ortamda kalıcılığı sağlayamaz. Bir yandan küresel ağlarda yerini alması gereken kent, diğer yandan geleceğini de o kenti oluşturan paydaşlarla paylaşmak zorundadır. Dolayısıyla kentte demokrasinin ana ilkeleri katılım, paylaşım ve çoğulculuk olmalıdır.
Yerel Yönetimlerde Yeni Açılımlar
Kent yöneticiliğinin, öncelikle kent ölçeğinde katılımcılık ve –biraz yıpranmış bir kavram olmakla birlikte– toplum kalkınması olarak alınması gerekir. Toplum kalkınması, sadece ekonomik veya sosyal yükselişin daha kapsamlı olarak ele almak gerekmektedir. Bu anlamda sosyal ilerleme, ekonomik ve toplumsal gelişmeyi içerecektir. Ama daha önemlisi; toplum kalkınması, fikren ve zihnen bireylerin, toplulukların ve toplumun gelişimidir. Gerekli fikrî dönüşümü ve ilerlemeyi sağlamış topluluklar, toplumun ihtiyacı olan ekonomik ve sosyal projeleri de üretip geliştirebilecektir.
Toplum kalkınması, o toplumu oluşturan bireylerin hepsini ilgilendirir. O bireyler ki; çok değişik tercihlere, beğenilere ve ihtiyaçlara sahiptirler. Bu nedenle toplum kalkınması sürecinin katılımcı olması gerekir. Dolayısıyla yerel yöneticiler; karar, yönetim ve denetleme süreçlerine halkın katılımını sağlamak zorundadırlar. Katılımcı ve çoğulcu demokrasi söyleminin günümüzde tüm dünyadaki yükselişinin arkasında bu gerçek bulunmaktadır.
Toplum kalkınması fikri, 1960’lı yıllarda oldukça popülerdi. Küresel Çağ’da ise o yıllardaki anlamında farklılaşmış bir içerik taşımaktadır. Toplum kalkınmasının 1960’lardaki gibi anlaşılmıyor olması, bireyselliğin bu denli öne çıktığı bir çağda toplumsallığı ihmal edilmesinii gerektirmez. Bu çerçevede bir yandan bireyin hak ve özgürlüklerini savunulur ve gelişmesi için çalışmalar yapılırken, toplumsal olana da aynı biçimde anlam ve değer yüklenebilmelidir.
Sivil toplum alanında yaygın bir hastalık, duyarlı insanların dikkatini çekmektedir. Bu sorun; mahalle, yöre ve köy derneklerinin, sivil toplum değeri olarak yeterince dikkate alınmamasıdır. Bu örgütlerin, toplumun birlik ve dayanışma ihtiyaçlarının ciddi bir bölümünü karşıladığı unutulmaktadır. Hâlbuki bu kuruluşlar, uygun biçimde teşvik edilebilirse aynı zamanda yerel kalkınma için çok uygun araçlar olarak görev yapabilirler (Çarkçı, 2007; 95).
Sivil toplum geleneği yeterince gelişmiş ve yaygınlaşmış olmayan Türk toplumunda yerel ve yöresel derneklerin kentin gelişimine yeterince katkı koyamamaları olağan bir durumdur. Halâ onları ciddiye alan ve kentsel gelişim ile toplum kalkınmasına yönlendiren bir yönetici vizyon oluşmamıştır. Uygun bir vizyona oturmuş çabalar, –teknik olarak ‘primordial (ilksel) kuruluşlar’ adı verilen– bu tür dernek, vakıf ve toplulukları kentsel değişim ve dönüşümün önemli bir parçası haline getirebilir.
Bugüne kadar bazen yöresel olarak hizmet veren, ama genelde geleneksel siyaset tarafından oy deposu olarak görülen köy, mahalle ve yöre derneklerinin iyi seçilmiş projelerde yer almasını sağlamak acil bir görev olarak durmaktadır. Böyle bir çaba kentte demokrasinin gelişimine de olumlu katkılar yapacaktır.
Kentte Doğal Yaşam ve Çevre Sorunları
Mevcut koşullarda kent sorunlarının ilk sıralarında yaşam çevresi ve kirlilik konuları gelmektedir. Çevre kirliliği sorunu, çözüm sürecinde belki vatandaşların en fazla katılımlarının olabileceği alanlardan birisidir.
İnsan yaşamında tüketimin çeşitlenmesi ile birlikte çevre kirliliği de nicelik ve nitelik olarak değişim göstermiştir. Nicelik değişimi, kirliliğin küresel boyutlara varmasını sağlamıştır. 2000’li yılların başlarında yaşanan küresel ısınma sorunu, yerelden küresele doğru yükselen sorun ölçeği konusunda dikkat çekici bir örnek oluşturmaktadır. Çevre ile ilgili çalışmaların ilk adımı kirliliğin giderilmesidir. Ama ne yazık ki, dünyadaki çevre sorunları, günümüzde giderilme yaklaşımı ile çözülebilecek ölçeğin çok ötesine varmıştır.
Benzeri bir irdeleme, çevre sorununun algılanması açısından da söyleyebilir. Çevre, artık günlük yaşamın yaşa, cinsiyete veya sosyal kimliğe bakılmaksızın bir parçası haline gelmiştir. Bu nedenle çevre sorunu, sadece yetişkinlerin ilgilenmesi gereken bir konu olmaktan çıkmıştır. Bu durum, çevre konusunu yaşam boyu eğitim sürecinin bir parçası haline getirmektedir.
Yukarıda değindiği gibi; kapsamı nedeniyle çevre herkesin konusu olan bir alandır. Bu nedenle bireylerden ailelere, kamu kuruluşlarından ekonomik işletmelere ve sivil toplum kuruluşlarından yerel yönetimlere kadar her aktörü ilgilendirmektedir.
Çevre sorununun özetlenen katılımcılık gerektiren yönü, bazı çalışma alanlarının da belirginleşmesini sağlamaktadır. Örneğin çevre eğitimi ve yurttaş bilinçlendirilmesi, kentsel yaşam sürecinin ayrılmaz bir parçası olmaz zorundadır. Yine bu çerçevede yayın yapma anlayışı, okullardan görsel ve yazılı medyaya kadar her kurum ve kuruluşu içermek durumundadır.
Günümüzde büyük ölçekli sorunları çözmenin yolu, bu sorundan etkilenen her paydaşın sürecin içinde yer almasından geçmektedir. Bu nedenle belli bir sorun etrafında kamuoyu oluşturulmasının ve ilgili konunun bir sosyal ruh haline getirilmesinin önemi büyüktür. Her ağacın veya her sokağın başına bir çevre bekçisi koyma şansımız yoktur. Bunun çözmenin yolu, her vatandaşı çevre konusunda duyarlı bir kişi haline getirmektir. Bu nedenle çevre kirlenmesine ve bozulmasına karşı kentli duyarlılığı oluşturmak önemlidir.
Çevre koruma deyince; pek çok insanın aklına yerlere çöp atmamak veya tükürmemek gelmektedir. Fakat yukarıda ifade edildiği gibi, çevre sorunu her açıdan büyük ölçekli bir konudur. Bu nedenle çevre koruma ve geliştirme konularında model ve proje üretilmesi, bunların ilgili kesimlere anlatılması gerekir.
Katılımcı projelerin en önemli özelliği, uygulamada birlikteliğin sağlanması hususudur. Model ve projelerin halkın ve kuruluşların katılımı ile birlikte uygulanması, toplumu oluşturan unsurların problem çözme performansına da olumlu katkılar yapar.
Bir kent, öncelikle orada yaşayan insanlara aittir. Dolayısıyla vatandaşlar iyileri ve olumluları olduğu gibi sorunları da sahiplenmeyi bilmeli ve birlikte çözümler üretebilmelidirler.
Yaşam Odaklı Kent
Neredeyse her kentin sorunları arasında çevre kirliliği ile doğal yaşam ortamlarının azalması önemli şikâyet nedenleri olmaktadır. Bir kentteki yeşil alan oranının yükseltilmesi, çevre kirliliğinin azaltılması veya yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanılması çevrecilik adına sıklıkla dile getirilen konular arasında yer almaktadır. Bir kent ölçeğinde çevreci anlayış -ne denli kapsamlı ve sorgulayıcı olursa olsun- kent yaşamının eklemlenmiş -yapıştırma- bir unsuru gibi görünmektedir. Önce küçük ama temiz bir kent vardır, zamanla o kent sınırsızca kirletilir ve ardından kentin olumsuz çevre etkilerinden arındırılması ve uzak tutulması için çaba gösterilir.
İkinci olumsuzluk, kentin ‘insan odaklı’ olarak algılanmasıdır. Adeta kente ne varsa hepsi insanlar tarafından sınırsızca tüketilmek için oradaymış gibi bir algı oluşturulur. Bunun adı da ‘insan odaklılık’ konmuştur. Kentin –canlısı ve cansızıyla– bir bütün oluşturduğu sıklıkla gözden kaçırılır.
Hâlbuki kent yaşamında insanı orada bulunan unsurlardan sadece birisi olarak görmeyi başarmak gerekir. Dolayısıyla kentleri yapan insanlar olmasına rağmen, kentin ‘üstün varlığı’ insan olmamalıdır. İnsan, mevcut olanı sınırsızca ve sorumsuzca tüketebilecek meşruiyete sahip olmamalıdır.
Kentte mevcut olanlara bakıldığında; insan yaşamının yanında bitki ve hayvan olarak diğer canlılarla cansız varlıklar görülür. Bu varlıkların tamamı, kentin içsel değerini ve anlamını birlikte oluşturmaktadırlar. Bu ‘kolektif anlam’, insanın kenti istediği gibi tüketmesinin önündeki ana fikirdir. Örneğin; şehirde yaşayan güvercinlerin yararsızlığı veya ağaçların binaları ve trafiği engellediği gibi nedenlerle onları yok etme hakkına sahip olma şeklinde bir hukuk savunulamaz. Yaşamı oluşturan varlıkların değeri, insana yararlılıkları ile ölçülendirilemez.
Kentteki yaşamın değerini, o yerleşimde var olan insanlar, diğer canlılar ve muhtemelen binalar, yollar, kent mobilyaları gibi cansız nesneler oluşturur. Dolayısıyla bu varlıkların zenginliği ve çeşitliliği kent yaşamının değerinin artması yönünde katkı yapar.
İnsan olmak veya insan odaklı yaklaşımlar, kentin mevcut değerinin azaltılması yönünde girişimlerde bulunmayı haklı göstermez. Çevrenin kirletilmesi veya doğal yaşamın yok edilmesi ya da kentin geleneksel kültürünün tahrip edilmesi bu değeri düşüren örnekler arasında yer alır. Kentlerin nüfus olarak aşırı büyümesinin de kentin toplam değerini düşürücü etki yaptığı bilinmektedir.
Kentlere bakışın değişmesi gerekmektedir. İnsanların; rant adına kentleri sınırsızca tüketebileceği yerleşimler olarak algılanmasından acilen vazgeçilmesi zorunludur. Ekonomik, sosyal, kültürel ve teknolojik –hatta siyasal söylem düzeyinde– politikalarımızı değiştirmemiz kaçınılmazdır. Yaşam odaklı bir algıya varabilmek için bu vazgeçme ihtiyacı kendini dayatmaktadır.
Vatandaşlar daha iyi bir yaşam koşulları istemektedirler. Ama bunun daha yüksek yaşam koşulları olarak yorumlanarak toplam yaşamı değersizleştirmek ve bu amaçla yaşamı her an daha fazla ve hızlı tüketmek gibi bir anlayışla yapılmaması gerekir. Yeni bir kentleşme algısını tanımlamak kolay değildir. Mevcut yaklaşım, sürdürülebilir bir geleceği ifade etmemektedir.
Kenti Planlamak
Ülkemizde kent ölçeğinde planlama kavramı, tek tek yapıların planı biçiminde veya çok teknik düzeyde ele alınan imar planı anlayışının ötesinde geliştirilememiştir (Ersoy, 2007; 10). Planlamaya aşırı teknik bakış, kentlerin sadece fiziksel yapısı ile ilgilenme şeklinde yorumlanmıştır. Kent; binalar, yollar, köprüler ve kent mobilyaları olarak kavranmıştır. Bu tür teknik planlar, adeta kente bakışta bir tür at gözlüğüne dönüşmüştür. Kentin fiziksel yapısının ötesinde kültürden, gelenekten, tarihten veya sosyallikten kaynaklanan bir ruhu olduğunu gözden kaçırılmıştır.
Eğer bir yerel yönetici kenti sadece fiziksel olarak görme alışkanlığında ise, kent ölçeğinde yönetim başarısını da ne kadar çok asfalt döktüğü veya kaç ton beton harcadığı ile ölçer. Böyle bir durumda kentin her noktası, insanların soluk almasına izin vermeyen beton binalar, dal–çık’lar, sevimsiz alt–üst geçitler ve doğayla uyumlu olmayan asfalt yollarla dolup taşar.
Kent planlaması, kulağa hoş gelen bir kavramdır. Bu konuda çalışan yetkinliklere sahip uzmanlar mevcuttur. Ama var olan deneyim açısından kent planlaması anlayışının kent toplumunu içine alabilecek bir şemsiye olduğunu söylemek zordur. Geçerli kentsel planlama yaklaşımları, dört duvar bir hapishaneye kent halkını tıka basa doldurmaya benzemektedir. Sonuçta; bireyler olarak bir yandan doğaya yabancılaşırken, kentsel yaşamda soluk almak imkânsız hale gelmektedir.
Mevcut kent planlaması anlayışı ile bulmaya çalışan her çözüm, kısa sürede yeni bir probleme dönüşmektedir. Çözümler üretilmeye çalışılırken aslında yeni problemler yaratılmaktadır. Bunları ‘sorun yaratan çözümler’ olarak isimlendirmek bir gerçeğin ifadesi olacaktır.
Çağdaş kent sorunlarının ciddi bir bölümünün, artık iyiden iyiye çürümüş olan geleneksel siyaset sistemine borçlu olunduğu iyi bilinmektedir; çünkü vatandaşlara ait olması gereken bir kenti, seçim sonrasında seçilmişlerin tercihlerine bırakmak durumunda kalınmaktadır.. Bir anlamda kent olarak görünen yaşam çevremizi seçilmiş belediye başkanlarına emanet edilmektedir. Ama bu durum, çoğu zaman bir emanetten ziyade, bir hibe mekanizmasına dönüşmektedir. Seçmenler kaygısızca kentleri başkanlara hibe ederken, yerel yöneticiler de kent üzerinde kendi talep ve beklentilerini gerçekleştirme çabası içine girmektedirler.
Belediye başkanları gibi yerel yöneticileri böyle bir davranış modeline yönelmeye teşvik eden unsurların başında, öncelikle planlama sürecinin katılımcı ve çoğulcu olmayışı gelmektedir. Bunu kamu kaynaklarındaki katılımı dışlayan süreç takip etmektedir. Yerel yönetim plan ve bütçelerinin halk tarafından denetlenemeyişi de eklenince; kentin başkana emanet değil, hibe edilmiş olduğu süreci doğrulanmış olmaktadır. Kent planlamasındaki açılımları tam olarak kavrayabilmek için dünyadaki örnekleri yakından izlemek gerekmektedir. Mutlu insanların yaşadığı kentlerde planlama ve bütçeleme sürecindeki katılım unsurları kolayca görülecektir.
Bir kent, kendi sosyal aktörlerinin farkında olmalıdır. Bu aktörlerin kentin gelişim, değişim ve dönüşüm süreçlerinde doğrudan yer almasını sağlamalıdır. Bunun sağlanamadığı durumlarda kentte yaşamadan kaynaklanan mutluluğu yükseltmek mümkün görünmemektedir.
Kentte Demokrasi
Kentte demokrasinin gelişmesi, tek yönlü çabalarla gelişebilecek bir olgu değildir. Bir başka deyişle; sadece yurttaşların ve sivil toplum kuruluşlarının ya da yalnız yerel yöneticilerin çaba göstermesi yeterli değildir. Tüm sosyal aktörler, kentin paydaşları olduğunu benimsemeli ve buna uygun davranış modelini geliştirilmelidir.
Yukarıda sözünü edilen ön koşul gerçekleşse bile –yani karşılıklı iyi niyet, saygı ve hoşgörü iklimi oluşsa bile– kentte demokrasinin, katılımcılığın ve çoğulculuğun gerçekleşmesi garanti altına alınamaz. Bu amacın gerçekleştirilebilmesi için uygun araçların ve mekanizmaların bulunması, gerektiğinde yaratılması ve işletilmesi gerekir.
Ülkemizdeki pek çok kent, vatandaş niteliği ve sivil toplum dinamizmi açısından avantajlara sahiptir. Kenti konu alan kurultaylar, bu amaçla kullanılabilecek mekanizmalardan birisidir. Bu konuda kentlerimizde gerçek anlamda katılımı sağlayan başarılı sivil toplum veya halk kurultayları gözlenmektedir. Hızla gelişmekte olan sivil toplum hareketliliğine rağmen yerel yönetimlerin teşvik etmekte ve destek olmakta aynı başarıyı gösterdiğini söylenemez Bu veya benzer alanlarda yapılan bazı denemeler de katılımı sağlamakta ve talepleri yeterli biçimde duyurmakta başarılı olamamıştır.
Bazı kentlerde belediyelerin halkla bir araya geldikleri örnekler arasında belde evleri dikkat çekmektedir. Bir başka örnek olarak belediye iletişim merkezlerinin de bazı fonksiyonları yerine getirdiğini görülmektedir. Diğer yandan muhtarlık hizmet binalarının yapılanmasındaki anlayış da değişmeye başlamıştır (Aydın, 2008; 31).
Fakat yukarıda sayılan örneklerin hepsinde; fatura tahsili, muhtarlık işlemlerinin yerine getirilmesi, dar kapsamda bilgi alma ile çok kapsamlı olmayan meslek ve hobi edindirme kursları ve benzeri işlerin ötesine geçilememiştir. Örneğin belde evlerinin tam anlamıyla mahalle iletişim merkezlerine (MİM’lere) dönüşümü henüz sağlanamamıştır.
Bir kentte demokrasinin, katılımcılığın ve çoğulculuğun sağlanabilmesi için tam donanımlı mahalle iletişim merkezlerinin (MİM’lerin) önemli görevler üstlenebilecektir. Bu merkezleri; mahalle meclisi, yetişkin eğitim merkezi ve danışma – iletişim noktası –hatta sağlık birimi– olarak kullanabilmek gereklidir (Aydın, 2008; 64).
1970’li yılların sonlarına doğru popüler olan kavramlardan birisi ‘proje demokrasisi’ idi. Bu kavram ile bir bölgede yapılacak projenin karar süreçlerine sivil toplum kuruluşlarının ve yurttaşların katılımı öngörülüyordu. 1980’li yılların sonlarında ise bu kavram, yerini daha kapsamlı bir proje yaklaşımı olan “Katılımcı Demokrasi, Katılımcı Bütçe” olarak isimlendirilen yönetişim tarzına bıraktı (Gret, 2004; 41).
Halkın belediyelerin yaptığı proje ve faaliyet kararları ile belediye bütçesinin oluşumuna müdahil olması anlamına gelen katılımcı bütçe, pek çok kentte giderek artan bir ilgi görmektedir. Birkaç denemeyi bir yana bırakırsak; henüz ülkemizde iyi örnek olarak gösterilebilecek bir uygulama bulunmamaktadır. Uzman – başkan yönetiminden yönetişime geçişte katılımcı bütçe uygulamalarını önemli ve değerli olacaktır (Genro, 1999; 17).
Küresel Çağ’da planlama çok kriterli hale geldi. Aynı anda çok sayıda kısıta uymak ve çok sayıda amacı birlikte eniyilemeye çalışmak gerekmektedir. Buna ‘çok kriterli karar alma’ denebilir. Bu gerçek, kendini küreselleşen insan ve toplum yaşamının bir parçası olarak ortaya koymaktadır. Çağ bunu gerektirmektedir.
Kaynakça:
- Aslanbay, Rana A. (1998); Kent, Kimlik ve Küreselleşme; Asa Kitabevi, Bursa.
- Aydın, Murat (2008); Sosyal Politika ve Yerel Yönetimler; Yedirenk Yayınları, İstanbul.
- Banger, Gürcan (2000); Siyasal Kalite; Bilim Teknik Yayınevi, İstanbul.
- Çarkçı, Akif; (2007) Kent Yönetimine Farklı Bakışlar; Şehir Yayınları, İstanbul.
- Ersoy, Melih (2007); Kentsel Planlama Kuramları; İmge Kitabevi, Ankara.
- Genro, Tarso; Souza, Ubiratah de (1999); Porto Alegre: Özgün Bir Belediyecilik Deneyimi; Demokrasi Kitaplığı, İstanbul.
- Gret, Marion; Sintomer, Yves (2004); Porto Alegre – Farklı Bir Demokrasi Umudu; İthaki Yayınları, İstanbul.
- Kiper, H. Perihan (2006); Küreselleşme Sürecinde Kentlerin Tarihsel – Kültürel Değerlerinin Korunması; Sosyal Araştırmalar Vakfı, İstanbul.