Bir Zamanlar Eskişehir ve Azınlıklar
Gürcan Banger
Bu süreçlerden söz ettiğimde; 19’uncu yüzyılın sonuna kadar Eskişehir’in küçük bir yerleşim olduğunu da dile getiriyorum. Bu yönüyle Eskişehir, Antik Çağlardan beri yerleşime konu olmasına rağmen Anadolu mimarisi ve yerleşim tarzı açısından çok eski bir kent sayılmaz. Özetle; Eskişehir’i adındaki ‘eskiliğe’ rağmen genç Türkiye Cumhuriyeti’nin genç kentlerinden birisi saymak daha doğru olur.
Eskişehir’de Demiryolu
Yakub Karkar, 1975’te yayınlanan ABD’de İngilizce yayınlanan “Osmanlı İmparatorluğunda Demiryolunun Gelişimi 1856-1914” başlıklı çalışmasında Eskişehir hakkında yukarıda söylediklerimi doğrulayan 1892 tarihli bir resim çiziyor: “Demiryolunun gelişinden önce sadece bir köydü. Alman girişimi burayı gelişen bir kasabaya çevirmiştir. Demiryolu için temel depo alanı seçilmesinden sonra, gösteriş kazanmaya başlamış, kendi adına Anadolu’nun en yoğun merkezidir. Demiryolu, kendi yalnız 60 aileyi temsil etmekte; yetişkinler, şoförlük, tren bekçiliği, atölyelerin mühendisliği ya da ağır trafiğin yükünü çeken insanlardı. 50 lokomotif, 2000 araba ve kamyon Eskişehir’de tutuluyor ve bakımları yapılıyordu. Atölyeler genişçe ve iyi donatılmıştı, bütün alanın değeri birkaç yüz bin sterlin idi.”
M. Yerçil 2004’te lületaşı ile ilgili olarak yayınladığı İngilizce bir çalışmada Grundzel’in 1897 yılındaki Eskişehir gözlemlerini şöyle aktarıyor: “Oldukça canlı ve kalabalık olan kentin yaklaşık 20 bin kişi olduğu ileri sürülmektedir, ancak bu sayı bugün için kesinlikle doğru değildir. Demiryolu dolayısıyla artan inşaat hareketi hiçbir yerde burada olduğu kadar başarılı bir sürpriz yapmamıştır. İstasyon civarında içlerinde birkaç Avusturyalının da bulunduğu yabancı kolonisi sebebiyle büyük bir Avrupa mahallesi doğmuştur. Kentin bir başka mahallesinde Sultan’ın emriyle binlerce muhacir yerleştirilmiştir. Evleri, dış cephesinde pencere olmamasına rağmen yine de düzgünce inşa edilmiş ve bakımları yapılmaktadır, kentin büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Eskişehir Anadolu Demiryoluna ait üç hattın kesişme noktasında yer alır ve Konstantinople, Ankara ve Konya ile doğrudan ilişkisi vardır. Bu sebeple Anadolu Demiryolları Genel Müdürlüğü başından beri Eskişehir’e aktarmak istemektedir.”
Y. Mimar Yonca Kösebay Erkan, 2007 tarihli doktora tezinde 1901-1902 tarihli Hüdavendigar Vilayeti Salnamesi’nden (-ki o tarihte Eskişehir, bu vilayet kapsamındadır) bazı bilgiler aktarıyor. Erkan’ın aktardıklarına göre; o tarihte Eskişehir, 169 köyden oluşuyor. Tarım yapılıp keçi ve koyun besleniyor. Padişahın özel çiftlikleri var. Demiryolu bağlantısı nedeniyle ticari yaşam gelişmiş.
1904-1905 yıllarında yaptığı Anadolu gezisinde The Times Gazetesi’nin İstanbul muhabiri olan kişi de Eskişehir’e ilişkin tasvirler veriyor: “Demiryolundan kaynaklanan bu bereketine rağmen Eskişehir hâlâ bir kaymakamlık. Kütahya Sancağına ve Bursa Vilayetine bağlı. Şehrin nüfusu kazada 35.000 kişi, 250 köyde ise 73.000 kişi. Bunlardan 70.000 Türk ya da Müslüman. 2000 Ermeni, 1000 Rum…”
Devamla: “Demiryolunun gelmesiyle Eskişehir, Anadolu’nun en parlak şehirlerinden biri olmuştur. Ancak görünüşte davetkâr değildir. Yapılar kerpiçten ve ahşap bağdadidir. Sokaklar dağınık evler serpiştirilmiş, yollar geniş fakat bakımsız tam bir Rus köyünü anımsatıyor. Ancak yine de burada bir hafta sıkılmadan kalınabilir. Çünkü Eskişehir Anadolu Demiryolunun merkezidir.”
Demiryolunun Belirleyiciliği
Eskişehir’in küçük bir yerleşimden çağdaş bir kente doğru olan yürüyüşünde dış göçlerin yanında demiryolunun belirleyiciliği inkâr edilemez. Demiryolu sayesinde Eskişehir; İstanbul ve Avrupa için erişilebilir hale gelen Anadolu yerleşimlerinden birisidir. Bir başka deyişle; şehir merkezindeki termal su kaynağı, Porsuk Çayı ve düşük seviyedeki zemin suyu sayesinde bir ‘su kenti’ olarak kabul ettiğimiz Eskişehir, 19’uncu yüzyılın sonunda yapılan Anadolu Demiryolu ile aynı zamanda bir demiryolu kenti’ olarak belirginleşir.
1890’larda işletmeye alınan hat ile önceleri Haydarpaşa’dan Ankara’ya iki tam günde gidilebiliyordu. Birinci günün sonunda Eskişehir’de konaklanılan seyahatle ilgili değişik kişilerin anı ve seyahatnamelerinde anekdotlar buluyoruz. Edebiyatta Anadolu’yu ilk kez tanıtan yazarlardan Refik Halit Karay (1888-1965) Haydarpaşa – Ankara tren yolculuğunu şöyle tasvir eder: “Bu devirde bütün Anadolu için her gün, sabahları Haydarpaşa’dan bir tek tren kalkıyor ve banliyö istasyonlarına da uğrayarak ağır ağır, gacur gucur, akşama, geç vakit ancak Eskişehir’e varabiliyor. Oraya varınca bütün yolcular inmeye ve geceyi vagonlardan baksa bir yerde geçirmeye mecburdurlar. Paralılar bir Alman kadının işlettiği otele giderler, parasızlar, civardaki hamama!”
Ve devam eder: “Otel hayatına, alafranga yemeğe ve alafranga yeme usulüne alışamamış paralılar da hamamı tercih ederler… Sabahleyin pek erken kalkıp trene yetişmek, daha önceden nevalesini de düzmek icap eder. Koca trende bavullu kimse yoktur; sepet, heybe, bohça ve en lüzumlu iki nesne: testi ve ibrik! Vagonli, vagon restoran? Direktör Hügnen, ‘Pöh, bu ahali daha iki yüz sene o ihtiyaçları hissedemez ve istifade kabiliyetine erişemez!’ ”
Karay’ın “bir Alman kadının işlettiği” dediği otel, Eskişehir tarihinin ünlü Hotel Tadia’sıdır. Aynı yıllarda Türkiye’de görev yapan İngiliz elçilik görevlisi Elliot, 1905 yılında The Times Gazetesi’nde yayınlanan anılarında bu otelden söz eder: “Eskişehir’de kişi trenden ayrılmak zorunda ve geceyi istasyona yakın bir otelde geçirmek zorunda. Ancak Eskişehir’deki gibi bir girişim hiçbir yerde yoktur, istasyondan birkaç adım ötede Madam Tadia tarafından işletilen küçük bir otel, tüm hatta çorbaları, börekleri ve sütlü kahvesiyle ünlüdür.” O tarihlerde Madam Tadia, Anadolu Demiryolunu kullanan yolcular için bir marka olmuş gibi görünüyor. Bazı kaynaklarda otelin birkaç resmini bulmak mümkün ama bu ünlü otel de zaman içinde yok olup gitmiş. Yeni bir mekânda da olsa (örneğin yeni bir otele bu ismi vererek ve tarihî otelin mirasına sahip çıkarak) marka değerini yaşatmakta bir yarar olabilir.
20’nci yüzyılın başlarında demiryolunun Eskişehir’e ekonomik ve sosyal katkılarını o dönemde burayı ziyaret edenlerin anılarında görmek mümkün. 1785’ten bu yana yayınlanan ünlü İngiliz gazetesi The Times’da Anadolu Demiryolu ile ilgili olarak görevli muhabirin 1904 yılı anılarını buluyoruz. (Çeviri; Dr. Yonca Erkan’ın “Anadolu Demiryolu Çevresinde Gelişen Mimari ve Korunması” başlıklı doktora tezinden alıntıdır.)
“Depo ve atölyelerinde 43 lokomotif 1880 vagon bakımı yapılmaktadır. Buradan 3 hat geçer: Eskişehir – Ankara, Eskişehir – Konya, Eskişehir – Bilecik. (Haydarpaşa – Bilecik kısmı için depo Haydarpaşa’dadır). Vagonlar mükemmel kalitede, Alman yapımı, bunun yanı sıra Fransız ve Belçika yapımı olanlar da var. Atölyeler eski Prusya Devlet Demiryollarında görev yapmış olan Alman mühendisin kontrolünde. Burada çok modern ve pahalı araçlar var. Örneğin güç motoru 1903 yapımı. 1 milyon Sterlin değerindeki atölye ve depoların parçaları Almanya’da üretildi. Atölyelerde 280 kişi çalışmakta; bunların azı Alman, çoğu Avusturyalı. Mekanikçilerin yüzde 80’i bu konuda doğal yetenekleri olan Türkler… Geçtiğimiz aylarda şirket bir mühendislik teknik okulu açtı. 24 öğrencisi var. 18’i Türk, 2 Ermeni, 2 Rum, 1 İtalyan, 1 Avusturyalı. Eğitim dili demiryolu şirketinin ana dili olan Fransızca. Depolarda 140 kişi çalışmakta. Baslarında Prusya- Polonyalı bir mühendis var, birkaç da Avrupalı. Atölyelere bağlı bir de yedek parça deposu var. Burası lokomotiflerin ihtiyacı olabilecek yedek parçaları barındırıyor. Bu depo çok geniş olmak zorunda ve değeri 40.000 Sterlin ve sürekli yenilenmekte. Bu adamlar dışında 140 kişi de istasyon görevlisi (Şoförler, Bilecik, Ankara, Konya trenlerinde görevli bekçiler) olarak çalışmakta, bunların çoğu Rum ve Ermeni. Böylelikle Eskişehir’de demiryolu nüfusu 500 ailenin üzerinde… Eskişehir ihraç ve ithalat merkezi olarak büyük bir alana hizmet veriyor. 20 saatlik yolculukla mallar depolanmak üzere Eskişehir’e getiriliyor. Üstelik istasyon 20 Ermeni hamalı barındıran bir yatakhaneye sahip olduğu için istasyonda hamal bulmak kolay”.
Eskişehir’in demiryolu serüvenini yazarken kendi kaynaklarım yanında Dr. Y. K. Erkan’ın 2007 tarihli (çok nitelikli bir çalışma izlenimi edindiğim) doktora tezinden yararlandım. Eskişehir’le ilgili, benim henüz erişememiş olduğum bazı kaynaklardan da bilgi sahibi oldum. Eskişehir ve demiryolu konusu, hiç kuşkusuz burada özetlediklerimden ibaret değil. Ama bu özetle bile ortaya çıkan bir konu var ki; o da Eskişehir’in bir ‘demiryolu kenti’ olduğudur. Tarihten gelen bu özelliği yitirmemek lazım…
Beylikahır’da Yahudiler
Eskişehir’in yoğun olmayan yerleşime uğramamış bereketli toprakları 18’inci yüzyıldan itibaren göç almaya başlar. İlk gelenler Çerkezler ve Abazalardır. 1860 yılında Kırım’dan Anadolu’ya büyük sayılacak bir göç gerçekleşir. Bugün de mevcut olan pek çok Tatar köyünün başlangıcı bu tarihe kadar gider. Daha sonra sırasıyla 187/’de Balkan göçleri ve 1877-1878 ile 1882’de Kafkaslardan Çerkez göçleri gelir. 20’nci yüzyıl başlarında Kafkasya’dan Anadolu’ya göçler devam eder. 1917 ve sonrasında Kırım ve Kazan’dan Anadolu’ya gelenler olur. Eskişehir’in geleneksel yerleşim alanı Odunpazarı’ndan kuzeye yayılan yerleşiminde bu göçlere bağlı olarak kurulan yeni mahalleler etki yapar.
Eskişehir tarihinin yukarıda özetlediğim yakın dönem tarihi az çok bilinir. Ama bu göç sürecine sıkışmış bazı olaylar var ki; onları yeterince bildiğimizden emin değilim. Belki de; kapsamlı ve bütünleşik bir Eskişehir Tarihi’nin yazılmamış olmasının bu eksik bilgilenmede etkisi var.
Dünyaca ünlü The Times Gazetesi’nin 31 Aralık 1904 tarihli sayısında “The Land of the Anatolian Railway II (Anadolu Demiryolu’nun Geçtiği Topraklar II)” başlıklı bir makaleden alıntı yapmak istiyorum. (Çeviri; Dr. Yonca Erkan’ın “Anadolu Demiryolu Çevresinde Gelişen Mimari ve Korunması” başlıklı doktora tezin sayfa:111’den alıntıdır.) Yazıda Bulgaristan’dan göç eden ve Ankara – Eskişehir arasında üç farklı yerleştirilen Yahudi göçmenlerden söz edilmektedir:
“Eskişehir ve Ankara arasında Romanya’daki Ortaçağ İspanyol Yahudileri gibi haçın gölgesi yerine hilali yeğlemiş üç küçük Yahudi yerleşmesi bulunur. Bu kolonicilerin 100 aile oldukları söyleniyor. Türkiye’ye 5 yıl önce geldiler ve Dobruca’dan geldiklerinde muhacir statüsü ile Sultan’ın kamu topraklarından geniş araziler verildi. Başlangıçta çok az şey talep ediyorlardı ancak kıyafetlerinin yetersizliği nedeniyle, soğuktan, açlıktan çok etkilendiler. Sefaletleri yüzde 90 oranında kentli olmalarından ve tarım hakkında pek bir şey bilmemeleri yüzünden artmıştı. Bu halde iken Berlin’den Prof. Otto Warburg tarafından keşfedildiler. Kolonilerin basına bilimsel tarım bilgisi olan yetkin idareciler atadı ve yerleşmelerin tüm masraflarını karşıladı. Beylikahır’dakikoloni 100 kişinin 48’inin barındığı koloni olduğu için en önemlisidir. Burası imar edilmiş anlamına gelen ‘mamure’ adını taşır ve oldukça iyi durumdadır. Kireç boyalı kerpiç evlerin kırmızı kiremitli çatıları ve kerpiç ağılları özgün bir mimaridir. Köylüler yaklaşık 400 koyun, 400 keçi sahibidirler.800 hektar alanda bu yıl tarım yapılmıştır, kolonistlerin çoğu gettolardan gelmiş olsalar da, tarıma yavaş yavaş alışmaktadırlar. Çok çalışmaktadırlar ve sahip oldukları başarıdan daha çoğunu hak etmektedirler. Bu yılın hasatı oldukça büyük bir hüsran oldu. Mayıs basına kadar mısır harika durumdaydı, ancak bundan sonra 5 ay süren kuraklık sonucunda ürün zayıf oldu.
….
Başlangıçta yerleşim komünist ilkelerle işletilmek istendi ancak bunun büyük bir hata olduğu anlaşıldı ve hemen terk edildi. Arazi aileler arasında sanki kendi mülkleriymiş gibi bölümlere ayrıldı. Her aile sıradan bir sapan ile bazı tarımsal aletlere sahipken her grup (3 aileden oluşan) 3’lü sapana sahipti. Ambarlar, demirciler ve ağır makineler, örneğin buharlı harman makinesi genel kullanımdaydı. Koloni makineler açısından iyi donanımlıydı ki bunların çoğu birinci sınıf İngiliz makineleridir. Baş edilmek zorunda kalınan iki güçlükten biri kuraklık ki tüm Anadolu’da yaygındır, diğeri köyün sağlıksız konumudur. Bölgede sıtma o kadar yaygın ki istasyon şefi birkaç ayda bir değişiyor. Köy sakinleri yerleşimlerinin ilk iki yılında ateşten çok yakınıyorlardı ancak simdi çevreye bir ölçüde alıştılar. Yaşanan küçük tatsızlıklar arasında zaman zaman büyük sayıda koyunu telef eden kurtlardan da bahsedilmektedir. Köyün hükümete ödediği vergiler oldukça ağır. Şu ana kadar koloni Prof. Warburg ve Paris Cemiyeti’ne aile basına 300-400 Franka mal oldu. Beylikahır trenle Eskişehir’den 2 saat uzaklıkta. Diğer koloniler Sazılar’da yer almakta, Ankara ile Beylikahır arasında ve diğeri hemen Ankara’nın yanında”.
The Times’da bu makalenin yayınlandığı yıllarda (bugünkü adı Beylikova olan) Beylikahır’ın 150 dolayında haneden oluşan önemli bir köy olduğu anlaşılmaktadır. Beylikahır, Yunanlıların bu bölgeyi işgalinden önce nüfusun çokluğu, çarşısı ve dükkânlarının zenginliği ile gelişmiş bir köy olarak tanınmaktadır.
Yukarıda bir kısmını verdiğim The Times Gazetesi’ndeki 1904 tarihli makalede ismi anılan Prof. Otto Warburg, 1859-1938 yılları arasında yaşamış bir Alman botanikçi ve endüstriyel tarım uzmanıdır. 1897’de İsviçre Basel’de kurulmuş (1960’da Dünya Siyonist Örgütü adını almış) olan Siyonist Örgütü’nün aktif bir üyesidir. 1911-1921 tarihleri arasında örgütün başkanlığını yapmıştır. Örgütün başkanlığını yaptığı dönemde temel bakışı, “Yahudiler için Filistin’de yasal olarak güvence altına alınmış bir ev / vatan” yaratmaktı.
Dokuz Eylül Üniversitesi’nin Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi’nin 1993 yılı I. Cilt 3 no’lu sayısında yer alan H. Siren Bora imzalı “Alliance Israelite Universelle’in Osmanlı Yahudi Cemaatini Tarım Sektöründe Kalkındırma Çalışmaları ve İzmir Yakınlarında Kurulan Bir Çiftlik Okul: Or Yehuda” isimli makaleden birkaç alıntıyı da dikkate sunmak isterim: Alliance Israelite Universelle; “… Jewish Colonization Association’ın (Yahudi Kolonizasyon Derneği’nin) desteğiyle Beylikahır, Sazılar ve Selanik Tarım Okullarını kurdu.”
Makalenin bir başka yerinde ise “Jewish Colonization Association Mezopotamya’da, Eskişehir’de (Mamure), İstanbul vilayetinde (Mesila Hadaşa), Silivri’de (Fethiköy), Akhisar’da (Or Yehuda) ve Balıkesir’de (Tekfur Çiftlik) yeni tarım kolonileri kurdu” deniyor.
H. Siren Bora’nın makalesinde; (sonraki yıllarda yaşanan süreç sonucu adı Kayalı kasabası olan) Or Yehuda isimli tarım çiftliğinde yaşamış Yahudi ve diğer dinî / etnik kimliklere sahip ailelerin isimlerinden söz ediliyor. Araştırmacı ve yazar Rifat N. Bali, Kurtuluş Savaşı sırasında yaşanan büyük kargaşa ve yıkımdan bu çiftliklerin de zarar gördüğünü ve 1930’lu yıllarda tasfiye edildiğini yazıyor.
Beylikahır’dan Dünyanın Dört Bir Yanına
1890’lı yıllarda Romanya ve Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edip Anadolu’nun değişik noktalarında çiftlikler (Yahudi yerleşimleri) olarak konuşlanan göçmenlerin hikâyesine yukarıda değindim. Yaptığım küçük araştırmalarda Eskişehir’de ikamet etmiş Yahudi topluluğu ile fazlaca çalışma yapılmadığını gözledim. Biraz daha ayrıntılara girmeye çalışınca birkaç ilginç olaya rastladım. Aşağıda bunları kısaca paylaşmak istiyorum.
Konuyu araştırırken soybilim konusunda uzmanlığı olan LK’in yaşam öyküsü ile karşılaştım. Halen ABD’de yaşayan Bay LK, ailesinin köklerini bulmak için bir dizi araştırma yapmış. (Kişilerin isimlerini, herhangi bir rahatsızlığa neden vermemek için sadece baş harfleri ile verdim.) Aile büyüklerinin 1890 ya da 1900’lü yıllardan Romanya’dan ayrılarak Bursa’nın 75 km kadar yakınında olan Eskişehir’e yerleştiğini söylüyor. Daha sonra 1900’lü yılların başlarında Eskişehir’den ayrılarak Kanada’ya göç etmişler. Ailenin halen Kanada, ABD ve Fransa’da yaşayan üyeleri olduğunu söylüyor. Konuyla ilgili Internet sitesinde aradıkları arasında Braunstein, Meraru, Hechter, Finger, David, Isovitz, Siegall, Perlow, Lieberman, Kieves, Buium ve Shafron gibi aile isimlerini belirtiyor.
Braunstein ailesinden Moise Yitzhak (1802-1885), Ruhleia (1825-1885?), Rivenu (1852-1908?), Adasia (1861-1908?), Marcu (1872-1933) ve Esther (1878-1940) hakkında biraz daha fazla bilgi var. 1900’lü yıllarda Rivenu ve Adasia Türkiye’ye gitmek üzere Romanya’yı terk etmişler. Kaçış nedenleri ise yaşadıkları bölgede yükselen anti-semitik (Yahudi karşıtı) hareketler… Eskişehir’deki Yahudi çiftlik kolonisine yerleşmişler. Eskişehir olarak ifade edilen, muhtemelen önceki yazımda sözünü ettiğim Beylikahır Çiftliği… Yanlarında henüz evli olmayan sekiz çocukları varmış. Daha sonraki yıllarda aile bireyleri Kanada ve Fransa’ya gitmek üzere Eskişehir’den ayrılmışlar.
Bir başka hikâye ise Şikago’da yaşayan Bay KDR’ye ait. Aşağıda anlatacağım hikâyesinde en ilginç yanlardan birisi, Türkiye’de Arapların yaşadığı gibi bir yanlış yapıyor olması… 2007’de ABD’de bir sinagogda yaptığı konuşmada kendi ailesinin geçmişinden söz ediyor.
Büyükannesi Mollie hiç okula gitmemiş. Ama Bay KDR, onu en önemli öğretmenlerinden birisi olarak algılıyor. Büyük anne 1894 yılında Romanya’da doğmuş. 1897 yılında büyükbaba ve çocukları, Romanya kırsalındaki anti-semitik eylemler nedeniyle göç etmeye karar vermişler. Yüzlerce Aşkenaz (Alman veya Avrupa kökenli) aile ile birlikte Eskişehir yakınlarında kırsal bir noktaya yerleşmişler. (Bay KDR’nin sözünü ettiği yer de Beylikahır olabilir.)
Bu dönemde Yahudilerin önde gelenleri, Filistin’de bir yerleşim kurmak için Osmanlı ile pazarlık etme derdinler. Bay KDR’nin ailesi de günün birinde o topraklara gitmek üzere Eskişehir’e gelmişler.
Büyükanne, çiftlikteki yaşamın çok zor olduğundan söz edermiş. Onun anlattığını göre başlarda toprağı kazıp üstünü sazlarla örttükleri barınaklarda yaşamışlar. İlk geldiklerinde kışın yaklaştığı bir zamanda komşu köylerden insanlar gelip Yahudilere o bölgede kışın sert geçtiğini ve sağlam yapılar kurmazlarsa soğuktan donup ölebileceklerini söylemişler.
Göçmen Yahudiler ise paraları olmadığını, bu nedenle sağlam konutlar yapmalarının da mümkün olamayacağını söylemişler. Müslüman köylüler ise çevrede çok miktarda yaban domuzu bulunduğunu, kendilerinin bunları avlayabileceğini ama dokunmalarının ve yemelerinin dince yasak olduğunu anlatmışlar. Köylüler, eğer kendilerinin vurdukları yaban domuzlarını Yahudiler yüzüp domuz kıllarını biriktirerek İstanbul’da fırça / tarak yapılmak üzere satarlarsa parayı bölüşebileceklerini söylemişler. Böylece iki kesim arasında adil bir işbirliği başlamış. Bay KDR’in anlattığına göre büyükanne, kendisine sıklıkla “İsraillilerle Arapların” birlikte başarmayı öğrenmeleri gerektiğinden söz edermiş.
Bir araştırma meraklısı olarak Eskişehir tarihinin ayrıntılarını gördükçe; bu kentin sağlam ve yeterli bir tarihinin yazılmamış olmasını üzüntü ile karşılıyorum. Sanırım; bu konuda Valilik veya üniversitelerimizden birisinin koordinasyonun bir çalışma takımı oluşturularak “Eskişehir Ansiklopedisi” türünde bir eseri hazırlamanın zamanı geldi. Belki de geçiyor. Biraz daha gecikirsek; yazılısı olmayan tarihin sözel olanını da tümüyle yitirmiş olacağız.
Bir Zamanlar Eğitim
Eskişehir ile ilgili olarak övündüğümüz özelliklerin başında yüksek okullaşma oranı ile iki üniversitenin varlığı gelir. Önümüzdeki yıllarda kentteki üniversite sayısı ile birlikte diğer öğretim düzeylerinde nitel ve nicel artış bekleniyor. Bu yönüyle Eskişehir, başka özelliklerinin yanında bir ‘eğitim kenti’ olarak da gelişiyor.
Porsuk Çayı ve termal su kaynağı ile Eskişehir, her zaman ilgi gören bir yer oldu. Ama 1800’lü yılların son çeyreğine kadar büyük bir yerleşim değildi. 19’uncu yüzyılın sonlarına kadar Konya ya da Bursa kentlerinin gelişkinliğine erişemedi. Osmanlı’nın kuruluş döneminde Eskişehir bir sancak merkezi idi. Osmanlı’da sancaklar vilayetleri oluşturur ve kazalara ayrılırdı. Birden fazla ili bünyesinde bulunduran yapılara ise eyalet adı verilirdi. Tanzimat’ın ilanından sonra Anadolu Eyaleti’nin kaldırılması ile Eskişehir, Hüdâvendigâr Eyaleti’nin Kütahya Sancağı’na bağlı bir kaza haline dönüştü. Bu durum, Eskişehir’in kuruluş döneminden Tanzimat’a kadar nasıl (ağır aksak ve ilgi görmeyen) bir ekonomik ve sosyal gelişme gösterdiğinin işaretidir.
Eskişehir’in gelişimine eğitim açısından baktığımızda; Osmanlı’nın kuruluşundan Tanzimat’a kadar olan döneminde Anadolu’nun başka yerlerine oranla hayli gerilerde kaldığını görürüz. 1869’da yürürlüğe konan Maarif Nizamnamesi, Osmanlı’da eğitim açılımının başlangıcı sayılır. Özellikle 19’uncu yüzyılda Balkanlar, Kafkaslar ve Kırım’dan gelen göçlerle Batı tarzında eğitim veren kurumların sayısında bir artış görülür.
Sıklıkla belirttiğim gibi; Anadolu Demiryolu’nun yapımı ve Eskişehir’den geçmesi kentte önemli değişikliklere neden olur. Bu hattın yapımında Fransız, İtalyan ve İsviçreli mühendis ve işçilerin bulunması, yabancılar için bir okulun açılmasını sağlar. 1891 yılında (muhtemelen misyonerlik çalışmaları için) Eskişehir’e yerleşen Saint Augustin de I’Assomption rahipleri bir okul açarlar.
Osmanlı tarihi, büyük ölçüde saray tarihidir. Bu nedenle Anadolu hakkındaki bilgilerin ciddi bölümünü (çoğunluğu yabancı olan) seyyahların yazdıklarından öğreniriz. Sözünü ettiğim bu okul hakkında da birkaç seyahatname dışında fazlaca bilgi yoktur. Bir bölüm bilgi de salname adı verilen yerel / bölgesel resmî yıllıklardan elde edilebilir. Gene Eskişehir ve civarında Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin açtıkları okullar, bunların müfredatı, eğitimin niteliği ve ders verenlerin kimlikleri hakkında yeterli bilgiye ulaşmak zordur.
Tanin Gazetesi yazarı Ahmet Şerif, 1900’lü yılların başlarında Anadolu’ya yaptığı seyahatlerde bu toprakların gerçeğini ortaya koyar. Yazılarında çözümün eğitimden geçtiğini belirtir. Bu geziler sırasında ziyaret ettiği eğitim kurumlarından birisi de Eskişehir’de 1909’da Ermeni vatandaşların açtığı okuldur. Hükümet yardımı olmaksızın Ermeniler tarafından açılan okulun başarılı durumu Ahmet Şerif’in dikkatini çeker ve yazılarına konu olur.
Ahmet Şerif’in daha sonra ziyaret ettiği Numune-i Terakki isimli ilkokuldaki izlenimleri de anlamlıdır. Bir hayırsever tarafından bağışlanan konakta kurulan okuldaki eğitimi (kıyaslamalı olarak) beğenmediğini ifade eder.
Eskişehir’in geçmişini çok fazla seyahatnamede bulmak mümkün değil. 1554’te Busbecq, 18’inci yüzyılda Paul Lucas, gene 18’inci yüzyılda Piton de Tournefort Eskişehir’de söz ederler. 19’uncu yüzyılın başlarında Charles Texier, 1864’te Perrot, 1882’de Humann ve Puchstein, Eskişehir ve civarına seyahat yapan gezginlerdir. 1893’te Georges Radet ve 1894’te Vital Cuinet Eskişehir’de söz ederler. Bunlara Körte, Amsverdh, Tchihatcheff, Heimmer ve Naumann gibi başka isimleri de ekleyebilirim. Ama genelde Eskişehir’in ekonomik, sosyal ve eğitsel yaşamının ayrıntılarını bulmak pek mümkün olmaz.
Eskişehir eğitim alanındaki atılımını Cumhuriyet ile birlikte yapar. 1935 yılında Türkiye’nin eğitimli insan ortalaması yüzde 17 iken bu oran Eskişehir’de yüzde 29’a ulaşmıştır.
Eskişehir’in eğitim tarihinin diğer detaylarına bir başka yazıda değinme dileğiyle bir tespitimi ileterek bitirmek isterim. Bugün (Türkiye şartlarına oranla) Eskişehir, eğitimli bir nüfusa sahiptir. Ama çağın gereklerini yerine getirmek için mevcut eğitim düzeyi ve kalitesi yeterli değildir. Kent sanayisindeki gözlemlerim bu durumu net olarak ortaya koyuyor. Bu nedenle Eskişehir’in eğitim içeriği, çeşitliliği ve kalitesi konusunda yeni atılımlara ihtiyacı var.
Ahmet Refik ve Eskişehir Ermenileri
Eskişehir’in tarihinden söz edince Ahmet Refik Altınay’ı anmadan geçmek olmaz. Elimdeki kitabın adı “İki Komite, İki Kıtal”… 1919 yılında Kitaphane-i İslam ve Askeri tarafından yayınlanmış olan kitabın yazarı ise artık yeterince bilip hatırlayamadığımız Ahmet Refik. O, bir tarihçi ve yazar. 1880 ile 1937 yılları arasında yaşamış. Askeri okullarda ve son olarak Harbiye’de okumuş. Coğrafya ve Fransızca dersleri vermiş. İrtika, Malumat, Hazine-i Fünun, Mecmua-i Ebuzziya gibi dergilerde yazılar yazmış. Tercüman-ı Hakikat gazetesinin başyazarlığını yapmış. Değişik eserleri gazetelerde tefrika edilmiş. Yurt içinde ve dışında pek çok askeri görevde bulunmuş.
Önemli bir görev olarak 1915’te Eskişehir’de Sevk Komisyonu Başkanlığı yapmış. Bu görevi, Çanakkale Savaşı’nın en kritik günlerine ve Ermeni Tehciri olarak bilinen sürgünlere rastlar. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ermenilerin Türklere yaptıkları eziyetleri yerinde incelemek üzere (özellikle Doğuda görev yapan) uluslararası bir heyetin başkanlığını yapmış; Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’yu gezmiş, görmüş. Bu iki görevin sonunda 1919’da “İki Komite, İki Kıtal” ve “Kafkas Yollarında” isimli kitaplarını oluşturmuş.
Ahmet Refik, tarihi üstün bir doğrulukla ama şiirsel bir dille yazabilmiş kişilerden birisi. Yazdıkları bir roman lezzetinde okunabiliyor. Onu okurken ulusal ve toplumsal tarihimiz yanında yerel tarihimiz konusunda da ne denli bihaber olduğumuz duygusuna kapıldım. Sanırım; bu durum, ulusal eğitim sistemimizin bir beceriksizliği olarak giderek vahim bir hale dönüşüyor.
Kitaba geri dönelim. Ahmet Refik’in bu kitapta anlattıklarının en önemli yanı, Eskişehir’in tehcir günlerine farklı bir bakış geliştirmesidir. Yerel tarih konusunda çok fazla kaynak bulmamamıza rağmen akademik çalışmalar (yüksek lisans ve doktora tezleri çalışmaları) arasında bu anılardan yeterince yararlanılmadığını şaşırarak görmüştüm.
Ahmet Refik’in anılarının önemini kavramak için iyi yollardan birisi kitaptan birkaç paragraf sunmak olabilir. Yazar, 1915 Eskişehir’inden (ki Eskişehir, Osmanlı’nın kurulduğu kenttir) şöyle bir manzarayı aktarıyor: “Eskişehir’de bir sükûnet var. Osmanlı saltanatının ilk kahramanlık devirlerini yaşayan bu güzel belde, ömründe görmediği bir vazifeyi ifa edecek: Bir zamanlar saltanat tesisi için Sakarya ovalarından Bizans surlarına doğru akınlar eden kahraman Osman’ın zaaf ve ihmal içinde yaşayan torunları, senelerden beri türediler elinde oyuncak olmuş şimdi saltanatını, payitahtını, servetini, saraylarını, camilerini, cehil ve hamâkatının (bilmezlik ve anlamamazlığın) kurbanı olan tebaasını bırakarak kaçacak, saraylarının ve saltanatının debdebe ve ihtişamını terk ederek köylüler arasına sığınacak.”
“Hazine-i Hümayun çoktan Konya’ya taşınmış. İstasyon civarındaki zarif Ermeni evleri bomboş. (Ahmet Refik’in gözlemlediği dönemde Ermeni cemaatinin önemli bir bölümü Eskişehir İstasyonu civarında yaşamakta.) Servetiyle, ticaretiyle üstünlük gösteren bu anasır (unsurlar), hükümetin emrine tabi olmuş, evlerini boşaltmış, Eskişehir’in yukarı mahallelerine çekilmiş. Şimdi bütün boşalan evler, kıymettar halıları, zarif odaları, kapanmış kapılarıyla, adeta firarilerin teşriflerine muntazır (hazır, bekliyor).” Yazar; firariler derken, İstanbul’dan Anadolu’ya kaçan İttihat Terakki yandaşlarından söz ediyor.
Ahmet Refik’in 1915’in Eskişehir’ini anlattığı başka birkaç cümleye göz atalım: “Eskişehir’in en mutena en güzel evleri İstasyon civarında. Bu binalar; Almanların henüz duvarları badanadan mahrum dışı bile kalmamış mektepleri Sultan Mehmet Reşad’a, büyük bir Ermeni konağı şehzadegâna (şehzadelere), Sarısu Köprüsü civarında kanarya sarısı renginde yan yana iki Ermeni evi Talat Bey’le dostu Canbolat Bey’e, içeride Ermeni mahallesinde muhteşem bir Ermeni köşkü Topal İsmail Hakkı’ya, İstasyona yakın oturmaya uygun bütün evler İttihatçıların en mühim ricaline (rütbe ve mevki sahibi kimselere) tahsis olunmuş.”
Yazarın aşağıdaki cümlelerinin ardı arkasının (gerçek tarih adına) aranması ve araştırılması gerekmez mi? Aktarıyorum: “Günler geçti. İstanbul’dan hiçbir gelen yoktu. Fakat ilk firari kafilesi Eskişehir’e çoktan yerleşmişti. Eskişehir’in kırmızı çarşaflı, nakışlı çoraplı, omuzları bohçalarla kamburlaşmış kadınların arasında, yüksek ökçeli iskarpinleri, ajurlu ipek çorapları, zarif çarşaflarıyla İstanbul hanımları da görülüyordu.”
“İstanbul firarileri arasında bilinen bir sima, herkesin nazarı dikkatini celp ediyordu: Arkasında siyah cüppesi, ayağında geniş şalvarı iri ve ak sakalıyla Eskişehir sokaklarında dolaşan bu zat, İstanbul halkının hidayetini, namusunu, şerefini, hakkını muhafaza ettiği için intihap (seçilmiş) değil, fakat İttihat ve Terakki’nin tayin ettiği bir mebustu.”
Ahmet Refik’in farklı dönemlerde yazdığı kitaplarda değişen bazı görüşlerini izlemek mümkün. Diğer yandan tarih alanında çalışan uzmanların onu eleştirdikleri bazı yönler de yok değil. Ama yerel tarih konusunda yerel tarihin yazılı hale getirilmesi konusunda ciddi eksiklikleri olduğunu düşündüğüm Eskişehir için “İki Komite, İki Kıtal” kanımca okunması gereken değerli bir anı demeti…
Bitirirken
Geçmişte Eskişehir, yukarıda özetlemeye çalıştığım şekliyle değişik yaşam kültürlerinin merkezi olmuş. Özellikle demiryolu ve eğitim konuları dikkate alındığında şehrin geçmişinin ticari bir merkez olması çoğunlukla yabancı kaynaklara konu olmuş. Bize düşen ise bundan sonra bu kenti geleceğe taşımak için geçmişimizi sadece yabancı kaynaklardan okumamak için konu hakkında özenli çalışmalar yapılması konusunda girişimlerde bulunmaktır. Bununla ilgili olarak da şehrin ilgili birimlerinin üzerlerine düşen görevi yerine getirmesi kanaatindeyim. Zira Eskişehir’in tarihi Türkiye tarihi için de bir dönüm noktasıdır.
Sayın Hocam, makalenizden hayli yararlandım ve etkilendim. Araştırmanız ve emeğiniz için size teşekkür ederim. Arşivime aldım. Her zaman yararlana bileceğim bir kaynak verdiniz bana. Sağolun!
Saygılarımı ve selamlarımı iletirim.
Ahmet Karatepe
Muhteşem bir çalışma, beyninize ve emeğinize sağlık. Keşke ilgililer ilgilense ve bilgilense . sonsuz teşekkürler.
sayın hocam müthiş bir calışma olmuş sizi ictenlikle kutlarım müsait bir zamanınızda sizin le tanışmak isterim erol kara 05376600961
Merhaba;
Y. Lisans tezimi Manisa Akhisar’da bulunan Or Yehuda Tarım Okulunun tarihi ve mimari incelemesi üzerine yapmıştım. Çalışmamı araştırırken Türkiye topraklarında kurulmuş başka Yahudi Kolonilerinin de olduğunu öğrendim. Eskişehir’de sözü geçen koloniler de bunlardan biri veya birkaçı olabilir. Eskişehir’de bu kolonilere ait Or Yehuda’da olduğu gibi günümüze ulaşan bir yapı olup olmadığını araştırdım. Araştırmalarım ve arazi gezilerim sonucunda; Mihalıccık ilçesinin kırsalında, Porsuk Çayı kıyısında, söz konusu demiryolu güzergahında Yunusemre ve Sazak tren istasyonları arasında, bölge mimarisinden farklı bir üslupta inşa edilmiş iki katlı kagir bir yapı tespit ettim. Bu yapının Yahudi Kolonilerinden günümüze kalmış olabileceğini düşünmekteyim. Sizin bu konuda bir bilginiz varsa paylaşırsanız çok sevinirim. Konuyla ilgili olarak bloğumu ziyaret edebilirsiniz.
http://hipetya.blogspot.com.tr/
Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür eder, iyi çalışmalar dilerim.