Gürcan Banger
(Eskişehir Valiliği’nin EskiYeni isimli dergisinde yayınlandı)
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Sık Kullanılanlara Ekle
Şu kent dediğimiz beton yığınlarının arasında yürürken içimi saran sıkıntı aklımda bir soruya yol verir. Acaba, derim, kentler daima böyle iç karartıcı mıydı? İş, sadece yol boyunca dizilmiş sıra sıra beton yapılarla bitmiyor. Binaların dışı ve içi de birer hapishane adeta. İster istemez geleneksel Türk evi aklıma düşüyor.
Geleneksel Türk Evi
Genellikle her biri halk yapı sanatının güzel bir örneği olan geleneksel Türk evi, öncelikle yaşama, çevre koşullarına ve doğaya uygunluk ölçütlerini yerine getiriyor. Yapıcılar iklime, çevreye ve sosyal yaşama uygunluğu büyük bir duyarlılıkla dikkate almışlar.
Diğer yandan geleneksel ev, gerçekçidir. Konut fiyatlarının zaman zaman tepe yaptığı günleri dikkate aldığımızda, elde olanlarla kullanıcı isteklerini mükemmel karşıladıkları görülür. Bu açıdan geleneksel evin akılcı çözüm olduğunu da söyleyebiliriz.
Eğitim yaşamımda aldığım en iyi derslerden birisi olan “Temel Tasarım” dersinde öğretmenlerimiz daima bir yapının iç fonksiyonunun (amacının) biçime yansıması gerektiğini söylerlerdi. Bu görüşü düstur edinmişimdir. Bu anlayışı, Türk evinde de görmek mümkündür.
Geleneksel Türk evinde tasarım içten dışa doğrudur. Bir başka deyişle kullanım amacı doğrudan evin biçimine yansır. Yüksek okul, üniversite eğitimi görmemiş yapı ustalarının tasarımın bu çok önemli ilkesini yakalamış olmaları ne ilginç, değil mi? İçinin güzelliği dışına vurmuş, derler. Bence Türk evinin güzelliklerinin başında bu ruh geliyor. Yapının fonksiyonu ile biçimi arasında akılcı bir uyum olunca, ister istemez iç fonksiyon ile dış fonksiyon, iç biçim ile dışı biçim de uyuşuyor.
Bir geleneksel Türk evinde (örneğin Odunpazarı Evlerinin birinde veya Sivrihisar’ın sayıları azalmış o güzelim konaklarından birinde) yaşamış olanlar bilirler. Türk evi, tasarruflu olmanın başladığı yerdir. Çoktandır unuttuğumuz tutumluluk, Türk evinin doğasında vardır. O evde ne gereksiz mekânlar yaratılır ne de anlamsız yapısal fanteziler uygulanır. Geleneksel Türk evi, anlam ve tutum demektir.
Geleneksel Türk evi, kullanımda kolaylık üzerine kurgulanmıştır. Safranbolu’da, Beypazarı’nda, Osmaneli’nde gözleyebileceğiniz bu yapısal özelliği (eğer bilmiyorsanız) yakınımızda Odunpazarı Evlerinde bulmanızı öğütlerim. Türk Evi, ne Lilliput cücelerinin ne de Sihirli Fasulye devlerinin kullanımı içindir. Türk evi, Anadolu insanının yaşamını kolaylaştırmak için ona yuva olarak yapılmıştır. Bu nedenle, geleneksel evin ölçüleri, Anadolu insanının ölçüleridir.
Geleneksel Türk evinin farklılıklarını yaratan unsurlardan birisi iklimdir. Bu nedenle kuzeyden güneye, doğudan batıya Türk evi, iklime uygunluk gösterir. İklimsel farkların, Anadolu yapı ustalarına yansılarını, geleceğe inatla direnen o yapılarda okumak ne eğlencelidir! Çevrede ne varsa Türk evinde de o vardır. Bu nedenle Türk evi çevrede bulunan yapı malzemesinin bir devamıdır. Geleneksel Türk evi, doğaya uyumludur; doğayı sever.
Sanırım, geleneksel Türk evi üzerine daha fazla düşünmemiz gerekiyor. Bugünkü mimariyi geliştirirken hatırlamamız da bir zorunluluk…
Kent ve Mimarlık
Hayli zaman oldu. Yapı isimli derginin Kasım 2005 sayısında Doğan Kuban’ın çok önemli bulduğum bir makalesi yayınlanmıştı: “İstanbul Müze-Kent Projesi Üzerine: İstanbul 1600 Yıllık Bir Müzedir…” Kuban’ı her okuduğumda zihnimde birkaç yeni çiçek açar. Bu makaleyi de bu denli önemli buldum.
Makalede esas olarak İstanbul’da lokal olarak uygulanmak istenen bir müze-kent fikri tartışılıyor. Kuban, makalede; İstanbul’da sur içinde Süleymaniye – Haliç arasından başlamak üzere 2000 yapının kamulaştırılması, yıkılması ve yerine geleneksel mimari tarzında yeni yapılar yapılması (ve böylece bir “müze kent” oluşturulması) konusundaki görüşlerini belirtiyor. Doğrusu, Kuban’ın yazıdaki eleştirilerine katılıyorum. Önce geleneksel kenti ve mimari örneklerini yık (veya yıkılmasına göz yum); sonra da oyun parkı gibi bir minyatür müze-kent projesi peşine düş! Odunpazarı’nın betondan mamul “geleneksel evlerindeki” aynı mantık. Tarihi endüstriyel bacaları yıkıp yerine kuklalarını yapmak isteyen mantık da aynı…
Müze-kent adı verilen projenin ayrıntılarından daha çok, geleneksel kenti ve mimarlık ürünlerini koruma ve restorasyon fikri (daha doğrusu ‘fikirsizliği’), beni daha çok ilgilendiriyor. Her tarihi tuğla yerinden söküldüğünde, her ahşap tavan süslemesi yok edildiğinde henüz kentli olmaktan daha çok uzaklarda olduğumuzu hatırlıyorum. Ne yazık ki, belgelendirme ihtiyacı bile duymadan yok ettiklerimizi yarın (istesek de) yerine koyamayacağız. Bu kentin geçmişini bilen görece benden yaşlı veya kent tarihi konusunda benden daha bilgili dostlarla konuştuğumda neleri unuttuğuma kendi adıma hayret ediyorum. Bir tarihi nasıl yok ettiğimizi üzülerek görüyorum.
Geleneksel Anadolu-Türk mimarisi konusunda uzman olan Doğan Kuban, makalesinde Türk kent dokusunun bazı özelliklerinden söz ediyor. Bu yazısını okuduğumda kendimi geriye dönmüş, o değerli geçmişi bir kez daha izliyor gibi hissettim.
Örneğin Kuban, geleneksel Türk kentinde “Yapılar apartman değil, evdir”, diyor. Bence bu ifade, bir imalat tarzı farklılığından daha fazla bir içeriğe işaret ediyor. Geleneksel ev özgündür, özeldir, anlamlıdır. Apartman ise tüketim kültürünün etkisi ile aynılaşmış, monotonlaşmış yaşamın ifadesi.
Geleneksel kentte evler genelde bahçelidir. Bahçe, doğa ile iç içe olmak demektir. Doğa ile birlikte yaşama, modern kentin beton duvarlarından ve cadde adı verilen koridorlarından uzaklaşabilip soluklanabilme anlamına gelir.
Geleneksel kentte sokaklar kaldırımsızdır. Çünkü sokaklar yürüyen insan içindir. Geleneksel evde ve Türk kentinin sokağında yaşam, insana göre biçimlendirilmiştir. Ölçek, insandır.
İşte; ölçeği insan olan bu kent, yavaş yavaş elimizden kayıp gidiyor. Kapitalist rant üzerine garip bir uzlaşma, kenti eritip yok ediyor. Kaybettiğimiz kentin yapı ve anıtları yerine beton kuklalarını koyarak “işi idare” etmeye çalışıyoruz.
İşin bana en komik gelen yanı ise kenti koruyup geliştirecek olan kent plancıları, mimarlar ve yerel yöneticilerin bu yok edişlerde başrolleri oynamaları. İşin özeti; kız ile hasoğlan elbirliği ile kenti yıkıyorlar; biz, kentli yurttaşlar da sessiz seyirciyi oynuyoruz.
Anadolu’da Eskişehir
Her gün gezip dolaştığımız mekânlardaki değişimi kimi zaman fark etmeyiz. Sanki yaşadığımız mahalle ya da sokak, daima şu anki haliyle duruyormuş gibi gelir. Kentlerin de insanlar gibi doğduğunu, büyüdüğünü, ilgi veya ilgisizlik gördüğünü gözden kaçırdığımız zamanlar olur.
Ülkenin bütününe baktığımızda; kentler açısından iki ayrı kategori gözlüyoruz şimdilerde. Başta İstanbul olmak üzere, Eskişehir’i de içine alan bir grup kent var ki; buralarda değişimin hızı değişiyor. Çok kısa aralıklarla bu grup kentlerde ciddi değişimler gerçekleşiyor. Örneğin bu sıralar Eskişehir’den ayrılıp birkaç yıl sonra dönen bir kişinin, kenti tanımakta zorluk çekeceğini sanıyorum. Ama geri döndüğü anki izlenimleri olumlu veya olumsuz anlamında nasıl olacaktır; bu soru, yorum gerektirir.
Bir de; değişmeyen kentler var. Bunlar genelde Anadolu’nun yüksek oranda göç veren kentleri olarak görünüyor. Ama ne yazık ki, bu kentlerde de geleneksel olan unsurlar korunamıyor. Modernlik özentileri altında tarihten gelen güzellikler, ne yazık ki oralarda da yok ediliyor.
Anadolu’da Türk yerleşimi, 11’inci yüzyılda başlar. Özellikle Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türkler, yoğun biçimde Anadolu’ya yerleşmeye başlamışlardır. Türk Beyliklerinden olan Osmanlıların egemen olmaya başlamaları ile Anadolu-Türk kentlerinin örnekleri yaygınlaşmıştır. Gelişleri itibarıyla genel anlamda göçer özelliğe sahip Türk toplulukları, ele geçirilen topraklarla birlikte daha yerleşik bir düzene geçmişlerdir. Osmanlı-Türk yerleşimlerinin ilk görüldüğü yöreler arasında Eskişehir ve Bilecik öneme sahiptir.
Türklerin Anadolu’ya geldikleri yıllarda buralarda geçmişten uzayıp gelen yerleşik bir düzen vardı. Gelen Türk topluluklarının bir kısmı da yerleşik düzene geçme eğilimi içine girdiler. Ama özellikle Eskişehir yerleşimi örneği açısından bakıldığında; yerleşik düzene geçiş açısından ikircikli bir durumun oluştuğu da görülür. Şöyle ki; uzunca bir süre yerleşik ve göçer düzenler (birbirine karşıt olarak) bir arada var olmuşlardır. Anadolu’ya gelişten itibaren yerleşik düzene geçişte bir ‘yüksek hız’ niteliğini görmek mümkün değildir. Bunda, Osmanlı egemenliğinin kalıcılığı kesinleşinceye kadar geçen zamanda örneğin Eskişehir-Bilecik bölgesinin bir çarpışma (savaş) alanı olarak kabul edilmesinin etkisi vardır. Porsuk Çayı ve sıcak su kaynakları gibi cazip unsurlara rağmen Eskişehir’in kentleşme süreci (kent olması ve kent olarak büyümesi süreci) 19’uncu yüzyılı bulmuştur. Kuruluş sonrasında Osmanlı, adeta Eskişehir’i unutmuştur. Bu arada ‘alâkaya mazhar olan’ İstanbul, Bursa, Konya gibi kentler ciddi gelişmeler göstermiştir.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu kentlerinin gelişmesi, genelde dinî yapılar etrafında olmuştur. Diğer örneklere göre çok gelişmiş olmamasına rağmen Odunpazarı yerleşimi de Şeyh Edebali Makamı ile Kurşunlu Külliyesi (ve bazı türbeler) etrafında yer almıştır. Osmanlılar genelde ele geçirdikleri kentlerin yapısını fazlaca değiştirmemişlerdir. Mevcut dinsel yapıların camiye dönüştürülmesi dışında fiziksel mekâna müdahaleleri olmamıştır. Özellikle Anadolu kentlerinde, fiziksel mekân gelişimi kendi haline bırakılmıştır. Bu nedenle planlama anlayışı ile doğru zamanda doğru biçimde ele alınmayan Anadolu kentlerinin tümünde gelişim, bir merkez etrafında yavaş yavaş yayılarak gerçekleşmiştir. Bu durumun değişmesi, ancak doğal afet veya yüksek yoğunluklu dış göç olayları ile gerçekleşebilmiştir. Eskişehir’in gelişimi de bu modele son derece uygundur.
Eskişehir’in yerleşim tarihi üzerine yazılmış eser sayısı oldukça azdır. Literatür araştırmalarımda başka kentler hakkındaki ilginç kaynakları gördüğümde içim acımıyor desem az olur. Eskişehir üzerine yapılacak yeni çalışmalarda yerleşim tarihi yanında konuya ilişkin toplum bilimi, iktisat, nüfus ve benzeri araştırmalarını da görmeyi diliyorum.