İnsanın, İşletmenin ve Mekânın Yönetimi
Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Sık Kullanılanlara Ekle
Üniversitelerimizin sosyal bilimlerle ilgili bölümlerinde yönetim teorilerinin öğretildiği dersler var. Bu dersleri alarak mezun olan kişiler ya işletme sahibi oluyor ya da diğer işletmelerde çalışan veya yönetici olarak görev alıyorlar. İşletmelerin ise küçük ölçekli aile firmalarından büyük şirketlere kadar olan değişik türleri var. İşletmelerin kurumsallaşma düzeyinde gelişmeler olmakla birlikte geleneksel alışkanlıklar ağırlığını korumaya devam ediyor.
Geleneksel yönetim
Geleneksel yönetim anlayışımızın ilginç iki yönü var. Birincisi; yönetici, kendisine rakip üretmemek için yeni kadro yetiştirmeyi sevmez. Belli bir zaman sonra işi öğrenen kişinin kendisini zorlayabileceğini, kendi pozisyonu için bir rakip olabileceğini düşünür. Bu nedenle hiyerarşik olarak yöneticinin altında olan kişiler, ezilir ve engellenirler. Dolayısıyla daha düşük kademedeki bireylerin yetkinlik ve başarı nedeniyle yükselme şansı azalır.
İkinci geleneksel yaklaşım ise alt kademedekilerin yöneticiye bakışlarıdır. Alttakiler de yöneticiye sorunları yansıtmamaya çalışarak her şeyi güllük gülistanlık gösterme çabasına girerler. Böylece alttakiler, başarılı görünür. Sorunlar ancak iş, bir kriz düzeyine vardığında yönetici tarafından fark edilir. Sözünü ettiğim her iki yaklaşım da; siyasetten iş dünyasına, devlet yönetiminden sivil toplum kuruluşlarına kadar yaygın ve kronik olarak görülür.
Meritokrasi
Sosyal ve siyasal alanlarda seçilmenin ve yükselmenin özlenen biçimi, hiç kuşkusuz birikim, yetkinlik ve başarıya dayalı olarak gerçekleşendir. İngilizcede yararlık, değer, yetenek ve erdem anlamlarını içeren merit sözcüğünden türetilmiş bir yönetim kavramı var: Meritokrasi. Kişilerin yetenek ve bireysel üstünlüğüne dayanan yönetim biçimi anlamına gelmek üzere kullanılıyor.
Bir yönetim kavramı olan meritokrasi, daha çok iş ve siyaset alanlarında kullanılıyor. Ülkenin veya bir kuruluşun yönetsel yapılanma anlayışının yararlık, yetenek ve erdem ölçütlerine bağlı olarak gerçekleştirilmesini ifade ediyor. Eğer bir siyasetçinin seçilmesinden veya yükselmesinden söz ediyorsak, onu daha yüksek pozisyonlara getirecek olan seçmenlerin demokratik ve kurumsal kültür düzeyinin önemi de bu vesile ile kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Yetenek, erdem ve başarıya göre yükselme fikri, ilk bakışta insana çok cazip geliyor. Yönetim kademelerine seçilen insanların yüksek nitelikli olması, gerçekten işlerin etkin ve verimli biçimde yolunda gitmesi için önemli bir adım olabilir. Sözle ifade edildiğinde bu denli albeni yaratabilen bir anlayış acaba neden seçim veya atama süreçlerine egemen olmuyor? Üstün nitelikli insanlarla çok daha yüksek başarı elde edilebilecek iken neden başka kriterlere göre seçim yapılıyor?
Kalite ruhu
Eğer toplum içinde gerçek anlamda kalite anlayışı gelişmemizse, kaliteli olanın tercih edilmesini beklemek, bir hayalden öteye geçmez. Bu nedenle layık ve nitelikli olanın seçilmesinin bir ölçüt olması için toplumun buna uygun birikim ve hazırlıkta olması gerekir. Bugün seçim ve terfide temel motivasyon, kendisi ve yakınları için rant sağlamaktır. Hiyerarşide yükselmenin temel kuralı, üstün niteliklere sahip olmak değil; bu makam ile elde edilecek rantı, destek olanlara ve kendine aktarabilmektir. İsimlendirmemiz gerekirse; buna rant paylaşımcı demokrasi modeli diyebiliriz.
Devletten sivil toplum kuruluşlarına kadar 360 derece hızlı bir gözden geçirme yapın. Koltuğa yapışmış gibi yıllar yılı makamın keyfini sürmek isteyenleri göreceksiniz. Sanki kendisinden daha iyi yapabilecek olan yokmuş gibi koltuğu azim ve gayretle sahiplenirler. Ama işin ucunda rant olunca, doğrusu böyle davranmakta kendi çıkarları gereği “haklı nedenleri” olduğunu da kabul etmek gerekir.
Mekân ve insan
Yaşanan mekânın özelliklerinin, insanı zihinsel ve duygusal yönlerden etkilediğine siz de katılırsınız. İyi diyebileceğimiz niteliklere sahip bir mekân, kişinin verimliliğini de ciddi biçimde etkiliyor olmalı. Yaratıcı bireylerin katı kuralları olan düzenlilikten hoşlanmadıkları kimi zaman söylenir. Ama düzensiz ve kuralsız bir yaşama ve çalışma ortamının da yaratıcılığa olumlu katkıları olduğunu iddia etmek safdillik olur.
Yaratıcı düşüncelerin üretilebileceği bir mekânın, ön koşulunun o mekânın olumlu düşüncelere üretmeye, olumlu bir ruh ve akıl ortamı yaratmaya uygun olması gerektiğini kanaatindeyim. Bu nedenle insanın mekânla ilişkilerine, öncelikle olumlulukla yaklaşarak bakmalı. İyi düzenlenmiş ve doğru seçilmiş bir mekân, olumlu düşünce ve duygular üretebilmeye uygun olmalı. Belli bir asgari düzeni sağlanmamış, iç uyumluluğu olmayan ve insan ölçülerinin dışında bir mekânda; insanın düşünsel ve duygusal olarak olumluluğu yakalaması mümkün olmayabilir.
Mekânla sevgi ortaklığı
Yaratıcı ve yenilikçi fikirlerin üretileceği bir mekânla orayı değerlendiren insan arasında bir sevgi ortaklığı olmalı. Fikir üretimi için kullanılacak bir ortamı, keyifli bir mekân haline getirmeli. İnsan, o mekânda bulunduğunda kendini iyi hissetmeli. Bunu söylerken, iyi sözcüğünü seçerek ve özen göstererek kullanıyorum. Eğer iyi olmayı huzur, rahatlık ve gevşeme olarak algılarsak, fikir üreteceğimiz bir mekân yerine kendimizi zihinsel olarak çözülmeye ve uyku haline yönlendirecek bir ortama sokmuş olabiliriz. Bulunduğu mekândan keyif alan bir kişi, muhtemelen yaptığı işten de keyif alacaktır. Böylece daha yüksek verimlilik ve yaratıcılıkta fikir ve iş üretmek mümkün olacaktır.
Çalışma yaşamının sıklıkla unutulan ama en önemli ilkelerinden birisi, can sıkıcılığa ve bıktırıcılığa yer verilmemesidir. Can sıkıcılık ve monotonluk, verimi ve yaratıyı yok eden unsurların başında gelir. Bu olumsuz duyguların üretilmesinde, hiç kuşkusuz yaşanan mekânın özel bir önemi var. Zihinsel ve duygusal bir üretim yapılacak ortamın ne kral dairesi ne de Yedikule Zindanı olmaması gerekli.
Düzensizlik yaşam tarzı olmuş
Pek çoğumuzda düzensiz bir odada ve karmakarışık bir masada çalışmak alışkanlık haline gelmiştir. Hatta düzensizliğin, kendimizin üstün ve ayırt eden bir özelliği olduğunu iddia edenlerimiz dahi vardır. Bir başkasının odamızı, masamızı veya dolabımızı düzenlemesine tahammül bile edemeyiz. O karışıklıkta kolayca bulduğumuzu sandığımız şeyleri, düzenleme sonrasında bulmayacağımızı düşünürüz. Bence karışıklığın bu fantezisine itibar etmek, o karışıklık nedeniyle neler kaybettiğimizin fakında olmamak demektir.
Mekânın insana olan yansılarını, yaşamın tamamında da görmek mümkündür. Sıkıcı, boğucu bir ortamda yaşamda tat almak zorlaşır. Bizi canlı tutan en önemli insani özelliklerimizden birisi olan çevremizi ve yaşamımızı anlamlandırmak zorlaşır. Eğer yaşamdan tat alamıyor ve dünyamızı anlamlandıramıyorsak, bu durumda yaşamımızı boşa harcıyoruz demektir. O yaşam ki, belki de yitirinceye kadar bize, kendimize ait olan yegâne varlığımız…
Son söz: Nitelikleri olan bir yaşam ve çalışma mekânı, yaşamın kendisine ait anlamlandırmalarımıza renk, lezzet ve çeşitlilik katar.