Yurt İçinde Katma Değerli Ürün ve Hizmet
Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Sık Kullanılanlara Ekle
Sonunda cari açık ile dış ticaret açığının çok ciddi sorunlar olduğunu kabul etmeyen kalmadı. Öyle ki; hükümet de ekonomik politikalarını ve teşvik tercihlerini açıkları azaltacak yeni yaklaşımlar geliştirme üzerine kurma şeklinde dillendirir oldu. Hiç kuşkusuz bu yeni durum, sanayicilerimiz ve ihracatçılarımız için yeni fırsatlar yaratacaktır.
Futbol endüstrisi
Futbol bir endüstri ise çağın koşulları uyarınca bu sanayinin en önemli unsurlarından birisi tedarik sistemidir. Futbol endüstrisinin tedarik sisteminde ise en çok değer yaratan unsur futbolcudur. Kaliteli ve uzun vadede umut veren oyuncunun düşük maliyetli olarak transfer edilmesi, oyunuyla katma değer üretmesi ve ardından yüksek bir transfer ücreti ile bir başka takıma gönderilmesi futbol endüstrisi tedarikçiliğinin özünü oluşturur.
Bir ürün tasarlanır, üretilir ve pazara sunulur. Olağan şartlarda ürünün satışları giderek yükselmeye başlar. Satışın maksimum hacme ulaştığı yer, bir anlamda doygunluk noktasıdır. Doygunluk noktası, ürünün yaşlanıp verimsizleşmeye başladığı noktadır. Bu noktadan sonra ürün satışları düşer. Futbol endüstrisi, bir futbolcunun kalite değerine de bu mekanizma ile bakar. Bu sanayinin mantığını iyi anlamış bir takım, futbolcuyu o en yüksek değer noktasına varmadan elde etmek ister. En üst noktada gerekli katma değeri elde eder ve en yüksek verim noktasından bir süre sonra elden çıkarır. Ülkemizde futbol takımları ile Batıdaki endüstriyel takımlar arasındaki en önemli fark budur.
Yukarıdaki çerçevede bir insan olan futbolcunun sıradan bir emtia gibi ele alındığı dikkatinizi çekmiştir. Ama günümüzde dünya ekonomik sisteminin bir sporcuya bakışı ile herhangi bir ürüne bakış açısı arasında bir fark yoktur. Kapitalizm, her şeyi metalaştırır. Ekonomik sistemin bakış açısından önemli olan, neyin katma değer ürettiği ve neyin üretmediğidir. Bu çağda ayakta kalmak isteyen, bu oyunun kuralının böyle olduğunu iyi kavramak zorundadır. Aksi takdirde hüsrana uğramak kaçınılmazdır.
Yerli malı: Katma değerli mal ve hizmet
20’nci yüzyılın son çeyreğine ulaşıldığında dikkatimizi çeken önemli değişimlerden birisi, başta bilişim ve iletişim olmak üzere teknolojideki ve iş modellerindeki gelişmeler oldu. Bir önceki dönem olan Sanayi Toplumunun üretim sorunları aşıldı; üretim, ekonominin aksayan unsuru olmaktan çıktı. Lojistik alanındaki iyileşmeler ve dolayısıyla ekonomilerin tedarik sistemlerindeki gelişmeler, ekonominin ihtiyacı olan her tür hammadde, ara malı veya ürünün her noktada temin edilebilir olmasını sağladı. Bu arada üretimdeki genişleme ve çeşitlenmenin fiyat konusunda da hem sanayiciler hem de tüketiciler açısından maliyet ve tercih kolaylıkları sağladığını söylemeliyim.
Türkiye, 1980 sonrası sürece hazırlıksız girdi. Sanayi, yükselen çağın gerektirdiği gelişme trendini yakalayabilmiş değildi. Mikro ekonomik yapı ve iş modelleri, dışa açılım için yeterli olgunluğa ulaşmamıştı. Ar-ge kavramı ekonomiye yabancıydı. Genel anlamda ekonomi küresel rekabet için hazır değildi. 12 Eylül 1980 Darbesi nedeniyle yetkin genç insan potansiyelinin ciddi bir bölümü erozyona uğramıştı. Bu şartlar altında ekonominin ve toplumun, dünyanın büyük güçlerinin etkisi altında kalması, son derece olağan bir sonuç olarak gündeme geldi. Yabancı mal ve hizmetler, yüksek faiz nedeniyle ülkeye akan sıcak paraya paralel biçimde her geçen gün büyüyen miktarlarda ülke pazarına girmeye başladı. Tahmin edebileceğiniz gibi; Yerli Mallar Haftası ve tasarruf alışkanlıkları, ancak hafızalarımızda anılar olarak kalmaya mahkûm oldu.
Dışa açık ekonomilerde iç piyasa ve iç talep, ekonominin büyümesi açısından biraz ikinci planda kalır. Ekonomik kalkınma çabaları, ihracata endeksli olarak ele alınır. İhracatın artması ise ülke ekonomisinin katma değer elde ettiği ve bu nedenle büyüdüğü biçiminde yorumlanır. Konuya dikkatli yaklaştığımızda; burada bir yanıltma olduğunu ve özellikle bir sosyal yanılsama yaratmak için iktidar mensuplarının özel gayret gösterdiklerini gözleriz.
Böyle bir yanılsamaya düşmemek için ihracata ithalat ile birlikte bakmamız gerekir. İhracata dayalı büyüme peşinde olan bir ekonominin, kabaca ya ithalatının ihracatı aşmaması ya da örneğin yıllık ihracat artış oranının düzenli ve sürekli olarak ithalatın artış oranından yüksek olması beklenir. Ama çok basit görünen bu kural da yeterli değildir. Ayrıca yurtdışına satılan örneğin 100 lira maliyetli malın ne kadarının yurt içi kaynaklardan sağlandığı ölçütüne bakılmalıdır. Ülke ekonomisinin gerçek kazancı, ülke içinde eklenen bu değerden oluşmaktadır. Ülke içinde yüksek bir katma değer oranına ulaşılamazsa, geriye sadece rakiplerle yapılacak fiyat rekabeti kalır ki; bugünün dünyasında Türkiye’nin fiyat yarışını kazanma gibi bir şansı yoktur.
Günümüzün bütünleşik dünya ekonomisinde “Yerli malı kullan” biçiminde bir tavsiyede bulunmak mümkün değil. Çünkü tükettiğimiz her mal ve hizmetin oluşumunda belli oranda ithalat yer alıyor. Pazarda yer alan mal ve hizmetler arasında içerdiği ithalat oranı neredeyse yüzde 85-90’a ulaşanlar var. Ama bu noktada hâlâ çağa ve ülkenin şartlarına uygun tavsiyeler üretebiliriz. Örneğin eşdeğer mal ve hizmetler konusunda yerli markaları tercih etmek bunlardan birisi olabilir. Bir diğer önerim ise daha fazla yerli katma değer ürün ve hizmetlerin tercih edilmesi yönünde olabilir. Gelişmiş ülkelerdeki tüketiciler, bu gerçeği bizden daha iyi kavramış durumdalar.
İthalata dayalı ihracat mı?
24 Ocak 1980 ekonomik kararları sonrasında Türkiye ekonomisi, o ana kadar tarihinde görülmemiş biçimde dışa açıldı. Bir ekonominin dışa açılmasındaki mantık, ihracatını artırarak ekonomik getiri elde etmek ve yine bu amaca yönelik olarak yurt içinde sağlanamayan hammadde, aramalı ve teknik donanımı yurt dışından edinmektir. Diğer yandan bazı ithalat kalemleri sayesinde elde edilecek kolaylıklarla iç pazarın tatminini sağlamak da öngörülen hedefler arasındadır.
Dünya ekonomisi ile bütünleşmek veya liberal bir ekonomik kalkınma yoluna dönmüş olmak, dünyanın tüketici pazarlarından birisi olmak ile eşdeğer tutulamaz. Ama ne yazık ki; dışa açık büyüme doğru yönetilemediği ve uygun araçlarla denetlemediği için Türkiye, gelişmiş ülkeler açısından bir piyasa cennetine dönüştü. Bu süreçte hamsiden mercimeğe, hindiden nohuda, etten elmaya, bulaşık bezinden hediyelik eşyaya, beyaz peynirden şampuana kadar her şeyin ithalat kapsamına girdiğini gözledik. Ülkede kalite sorunu yaşayan bazı mal ve hizmetler bahane edilerek ucu sınırsız biçimde açık bir ithalat rejimi uygulanmaya başladı. Zaten enerji dış ödemeleri yüzünden telef olan ekonomi, ev hayvanı mamasından saksı toprağına kadar pek çok şeyin bedelini yurt dışına döviz olarak öder hale geldi. Bu nedenle bugün geldiğimiz noktada yaşadığımız cari işlemler açığı ile dış ticaret açığının son derece yüksek meblağlara ulaşması hiç şaşırtıcı değildir.
Diğer yandan sınaî üretime göz attığımızda; birim üretim ve birim ihracat içerisinde ithalatın payının giderek arttığını görüyoruz. Dolayısıyla sadece pazarımız yabancı ürün ve hizmetler için bir cennet haline gelmiyor; aynı zamanda kendi yerli üretimimiz içinde yabancı hammadde ve hizmet miktarı da hızla artıyor. Bir yandan tüketim malları pazarımızı işgal ederken, sanayinin üretim yapısı da hızla yabancı hammadde ve aramalarına bağımlı hale geliyor. Bu da; sadece dışarıdan alınanların daha ucuz olduğu gibi yetersiz bir gerekçe üzerine kurgulanıyor.
Kalite ve sosyal sorumluluk konularında hâlâ özürlü olmaya devam ettiğimizi söylemek yanlış olmaz. Kalite belgesi almanın bile bazı çantacı sahtekârların eline düştüğü bir ekonomik sistemde bunu söylemek haksızlık da olmaz. Ama kendi malımızı beğenmezken, örneğin kalitesiz ve sağlıksız Güneydoğu Asya kökenli ürünler konusunda aynı hassasiyeti göstermediğimiz de bir başka gerçektir. İçeride üretilen kalitesiz ve sağlığa zararlı olabilecek ürünlerle mücadele etmenin yolu, onları kaliteli ve insana yaşamına uygun hale getirecek önlemleri almaktan geçer. Bu anlamda başta devletin kendisi olmak üzere kurum ve kuruluşlarımızla sınaî ve ticari işletmelerimizin iyileşmelerini sağlamak zorundayız. İyiliği sadece ithalatta arayan bir yönetim mantığı, kendisinin ve ülkenin karanlık geleceğinden başka bir amaca hizmet etmez.
Uygulanan ithalat rejiminin olumsuz etkilerini en net olarak tarım alanında görüyoruz. Pek çok yörede yerel lezzetler kaybolmaya başladı. Tarımsal üreticiler bu sektörden ayrılmak için beklenti içindeler. Tarımın insan yapısının erimesine, sosyal gelişmenin olağan bir parçası olarak bakamayız; çünkü yok olan tarımsal gelirin boşluğu bir başka kaynakla dolmamaktadır. Diğer yandan tarımsal ithalat içinde genetik yapısı değiştirilmiş mısır, soya, pirinç gibi ürünlerin giderek daha fazla yer alması, toplumun sağlıklı geleceği açısından risklere işaret etmektedir.
Batının gelişmiş ülkelerine baktığımızda; kendi markalı ürünlerini kullanmaya dikkat ettiklerini gözlüyoruz. Bu ülkeler, kendi iç ve dış pazarlarını korumak, kendi yerli katma değerli mallarını ihraç etmek, kendi ülkelerinde yeni iş alanları açabilmek, kendi mal ve hizmetlerinin kalitesini ve sağlıklı kullanılabilirliğini artırmak, yaşamın her alanında verimliliği artırmak, gelir adaletini sağlarken tüketicinin alım gücünü artırabilmek, tüketici bilincini geliştirmek ve yaygınlaştırmak için büyük bir gayret ve planlı çalışma içindeler…
Özetle; dünyadaki küreselleşme eğilimi, dünya ekonomilerinin giderek daha fazla bütünleşiyor olmaları veya bunlara benzer diğer nedenler, ulusal ve toplumsal kaynaklarımızın tüketim adına çarçur edilmesini haklı göstermez.