İslam Dünyası, Batı ve Demokrasi
Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Sık Kullanılanlara Ekle
Afrika’nın kuzeyinde, Ortadoğu’da ve Arap – İslam dünyasında gelişmekte olan bir karmaşa var. Bazı yorumcular bunun yıllardır süren baskıcı rejimlerden demokrasiye doğru bir çıkış olduğu düşüncesini ifade ediyorlar. Diğer yandan eylem yapan topluluklara baktığınızda; bazı kişilerin ellerinde Che Guevara gibi radikal sol liderlerin resimleri taşınırken başkalarında radikal dinci bir özlemi ifade eden pankartlar ya da semboller görüyoruz. Diğer yandan Türkiye’de genel hatları itibariyle İslam’ı kendine eksen alan bir siyasal iktidar var. Bu iktidarla da ilgili (hiç kuşkusuz grileri de olan ama büyük ölçüde) siyah ve beyaz gibi farklı yorumlar yapılıyor. Güncel laf kalabalığından kurtulup İslam ve demokrasinin derinlemesine bakmak ufuk açıcı olabilir.
Demokrasi ve Batı literatürü
Demokrasi literatürünün ciddi bir bölümü, Hıristiyanlık dışındaki dinlerle demokrasinin ilişki ve etkileşimini araştırmaya yönelmiştir. Bu konuda yazılmış pek çok kitap ve makale bulunduğuna kuşku yok. Bu bağlamda İslamiyet de demokrasi konusunda düşünüp yazanların ilgi alanı olmaya devam ediyor. İslam ve demokrasi ikilisi konusunda görüşlere yakından baktığımızda ise bazı sıkıntılı durumlar dikkatimizi çekiyor.
Konuya Batı penceresinden bakan düşünürlerin önemli bir bölümü, İslam - demokrasi ikilisini İslamiyet’in demokratikleşmesi olarak algılamayı tercih ediyorlar. Bu yönelim, sadece bazı fikir insanlarının düşünceleri olmakla da kalmıyor; aynı zamanda bu yönlü kuruluşlar oluşturulmasına, yayınlar yapılmasına, devlet ölçeğinde politikalar geliştirilmesine ve genelde bu amaca yönelik kaynak harcanmasına neden oluyor.
Cumhuriyet’i kuran felsefe, Osmanlı’nın geri kalmasında ve çöküşünde din faktöründen kaynaklanan olumsuzluklar olduğu inancındaydı. Yozlaştırılmış dinin; devletin iç süreçlerine ve sosyal yaşamın kamusal yönlerine geri bıraktırıcı engeller oluşturduğunu düşünmekteydi. Bu nedenle bildiğimiz türden bir laiklik anlayışı ön plana çıktı. Gelişmelere kuş bakışı göz attığımızda; Cumhuriyet sürecinin -özellikle 1950’li yıllara kadar- devlet himayesinde olmak üzere İslamiyet’in demokratikleştirilmesi olduğunu gözleriz.
Doğu’da Batı demokrasisi var mı?
Türkiye’yi bir yana koyarsak; çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu hiçbir ülkede Batı tipi bir demokrasinin başarılı varlığını ve yükselen sürdürülebilirliğini görmüyoruz. Türkiye’de ise Batı standartlarında bir demokrasinin çok uzaklarında olduğumuz, bu konuda içte ve dışta yapılan kamuoyu araştırmaları ve izleme raporları ile ortaya konulmakta. Dolayısıyla bugüne kadar İslamiyet ve demokrasi ikilisinin küresel ölçekte yeterli başarıya ulaştığı bir örnek görmek mümkün değil.
Devlet himayesinde ve laiklik temelinde İslamiyet’i demokratikleştirme projesi olan Cumhuriyet konusunda ne söylenebilir? Doğrusu; bu projenin başarısı konusunda kolay bir cevap vermek mümkün değil. Bireysel görüşümüz ne olursa olsun; 1950’lerden sonra eksenini ve yönelimini kaybetmiş bir projenin başarısından veya başarısızlığından söz etmek, her iki yönde de haksızlık olur. Bu nedenle Türkiye’nin İslam dünyası için bir laik model oluşturduğu tezi de artık ilgi görmemektedir.
Demokratikleştirme
Cumhuriyet projesi ile birlikte ortaya çıkan demokratikleşme sürecinin temel özelliği, sürecin ulusal özelliklerinden de kaynaklanacak biçimde büyük ölçüde iç dinamiklere bağlı olarak gelişmesiydi. Hâlbuki günümüzde farklı bir durum yaşanıyor. Özellikle reel sosyalist sistemin yıkılmasından ve dünyanın tek kutuplu hale gelmesinden başlayarak demokratikleşme de farklı bir sürece girdi. Demokratikleşme talebi bir iç dinamik olmaktan çıkıp Batılı güçlerin demokratik olanlar ve demokratik hale getirilecekler planına uygun seyretmeye başladı. Afganistan ve Irak, bunun yakın örnekleridir; ama dünyadaki politik gelişmeleri izleyenler başlıca demokratikleştirilmiş örneklerin de bunlardan ibaret olmadığını bilirler. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya baktığımızda yeni demokratikleştirme model ve denemelerini de görüyoruz. Diğer yandan dinler arası diyalog çalışmalarının da Batının zorla demokratikleştirme planları ile bir ilgisi olsa gerektir.
Batının demokrasi söylemi arkasına gizlenerek geliştirdiği saldırgan tutumu, geçen yüzyılın ortalarından bu yana İslamcı düşünür ve örgütleri, Batı tipi bir demokrasi karşısında agresif ve muhalif tavır almaya yöneltti. Günümüzde Batı tipi demokrasiyi yaygınlaştırmaya çalışanlar kadar demokrasinin İslamiyet dışı bir unsur olduğu konusunda iddia sahibi olanlar var.
Bugüne kadar İslamiyet ve demokrasi ikilisinin küresel ölçekte birlikte başarıya ulaşamamış olması, bu olgunun imkânsızlığını doğrulamaz. Bu alanda daha fazla düşünmeye ve uygulama üretmeye ihtiyaç var. Eğer bir başarı söz konusu olacaksa, bu süreçte toplumumuzun önemli payı olacaktır.
Demokrasiye Doğu’dan bakış
Demokrasi konusunda Doğu’da birkaç farklı görüş var. Birinci görüş; halk, yer ve zaman ayırmaksızın Doğu toplumu, İslamiyet ve demokratikleşmemiş olmayı sanki aynı bütününün parçalarıymış gibi bir tutarken, diğer görüş; Batılı olan her şeyin karşısında olmayı ve tarihi ters çevirip geriye dönerek (Türk-İslam sentezci, neo-Osmanlıcı ya da neo-İslamcı, hatta Asr-ı Saadet’çi bir tarzla) kendi çözümlerini unutulduğunu varsaydığı kendi geçmişinde aramayı tercih ediyor.
Bugün İslamiyet ve demokrasi tartışmalarının odak noktasında reel liberal demokrasinin temsilcileri olan Batılı devletlerin, anti-demokratik buldukları Doğu toplumlarını demokratikleştirme çabaları var. Bu faaliyetler, sivil toplum etkinliklerinden silahlı askeri müdahaleye kadar her tür ve boyuttan görüntüler verebiliyor. Kendilerini demokrasinin mucidi bulan Batılı ülkelerin, İslam ve demokrasi algısına baktığımızda; aslında bunun bir başka eksenin üzerine oturduğunu görüyoruz. Bu ülkelerin ve bu görüşü benimseyenlerin gözünde; bu eksen, bir Batı-Doğu eksenidir ve İslamiyet ile demokrasi arasındaki etkileşim ise bir batılılaşma sürecidir. Bir başka deyişle; demokrasi ile İslam’ın uyumlulaştırılması meselesi, Batıcı gözle bakanlar için bir batılılaşma sorunudur.
Oryantalizm
Bu özetlediğim çerçeve, geçmişini özellikle 18 ve 19’uncu yüzyılların oryantalizm anlayışında bulur. Şarkiyatçılık, doğu bilimi gibi başka isimlerle de anılan oryantalizm, masum bir dille ifade edildiğinde; yakın ve uzak doğu toplum ve kültürlerinin başta dil olmak üzere sosyal özelliklerinin incelendiği Batı kökenli araştırma alanlarına verilen isimdir. Bu alandaki çalışmalar, 18’inci yüzyılda hız kazanmaya başlayan Batının Doğuya yönelmiş seyyahlığı ile genişlik kazanmıştır.
Bir karşılaştırmalı edebiyat profesörü ve oryantalizm konusunda çalışan bir uzman olan Edward Said, Batının Doğuyu anlama ve çözümleme yaklaşımını (yani oryantalizmi) ilginç biçimde tahlil eder. Said; Oryantalizmin, Aydınlanma Çağı sonrasında Batılıların Doğuyu yani Hıristiyanlık dışında dinlerin yaygın olduğu toplumları ötekileştirmeyi öne alan önyargı dolu yaklaşımlarını sağlam temellerle anlatır.
Said’in haklı olarak eleştirdiği oryantalizmin bakış açısına göre; “Batı iyidir, demokratiktir, gelişmiştir, kültürel ve demokratik zenginliğini bağımsızca kendisi üretmiştir”, diğer yandan “Doğu ise az gelişmiştir, barbardır, demokratik değildir ve iyileştirilmesi için müdahale edilmesi gereklidir.” Bu çerçeve, en yaygın dinlerden birisi olarak İslamiyet’in dönüştürülmesine ilişkin bir özel programın uygulanması da haklı gösterir. Özetle; demokrasi süreci, bu anlayış başlığı altında Batılı gelişmiş ülkeler için Doğuyu Batılılaştırmak ve Doğulu için ise her ne pahasına Batılılaşmaktır. Her iki taraf da Doğu insanını dönüştürme çabasındadır; onu ötekileştirerek demokratikleşme adına kendi kimliğinden ve öz benliğinden kurtarmaya çalışmaktadır.
Batılılaşma ve demokratikleşme
Doğuda yer aldığını söyleyebileceğimiz her toplumun ve ülkenin kendine özgü şartları var. Türkiye açısından baktığımızda ise öncelikle demokratikleşme algısını, Batılılaşma algısından ayırt edebilmek zorundayız. Bu ülkenin demokratikleşme süreci, at gözlüğüyle algılanmaya çalışılan bir batılılaşma olmaktan çıkarılıp toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla üretilecek -muhtemelen yaşamın içinde, aşağıdan yukarıya üretilecek- bir yeni toplumsal sözleşme oluşturulması süreci olmalıdır. Bunun için ise büyülü sözcük katılımdır. Ülkenin ve toplumun özgün koşulları, önümüze bu olguyu ödev olarak koymaktadır.
Son söz: Her nereyi konuşuyorsak; önce mutlaka mevcut durumu doğru ve olabildiğince objektif anlamak ve açıklayabilmek lazım. Nedeni anlaşılmayan ve açıklanamayan her olgu karşısındaki eylem başarısız olmaya mahkûmdur.