Kuzuların Sessizliği

PAYLAŞ: ... facebooktwittergoogle_plusredditpinterestlinkedinmailby feather
PrintFriendly and PDFYazdır

Kuzuların Sessizliği

Kuzuların Sessizliği

Gürcan Banger

Thomas Harris’in romanından 1991 yılında Jonathan Deme yönetimiyle sinemaya aktarılan “Kuzuların Sessizliği” isimli filmi hatırlarsınız. Başoyuncuları Judie Foster ve Anthony Hopkins idi. Benim anlatacaklarım (filmde olduğu gibi) yamyama dönüşmüş seri katiller hakkında değilse de; vatandaşın ve kamunun kaynağını rantsal çıkarlar adına tüketenlerin dünyası üzerine…

Siyasetçi ve yönetici, vatandaşın kuzu gibi olanını sever. Bugün bir rant elde etme sistemi haline gelmiş olan siyaset-yönetim bütünleşmesinin sürdürülmesinde vatandaşın kuzuların sessizliğini oynaması, siyasetçi ve yöneticinin işini kolaylaştırır. Vatandaşın bir kuzu olarak statüsü ve rolü, sadece onun yönetenler tarafından öyle görülmek istemesinden değil, aynı zamanda vatandaşın da böyle davranmaya alışmasından ve alıştırılmasından kaynaklanır.

Günümüzde ülke ve toplum olarak yaşadığımız sorunlar arasında, vatandaşın sessizliğinin ve buna bağlı bireysel denetimin cansızlığının özel ve önemli bir yeri var. Vatandaşın bugünkü duruşu, adeta temsili demokrasinin ve buna bağlı olarak oluşturulmuş merkezi ve yerel yönetimlerin reel krizini ifade ediyor. Vatandaşı, karar ve yönetim süreçlerinin dışında tutmaya gayret eden ve toplumun sadece seçtiği temsilcilerle yetinmesini isteyen bu anlayışla kuzular dünyasından çıkılması mümkün değil.

Temsil sistemi

Temsil sistemini oluşturan kişi ve kuruluşlara baktığımızda; bunların dile getirdikleri söylemin özünün, buralardaki oligarşilerin kendi istek ve özlemlerini ifade ettiklerini görmek zor olmaz. Mevcut sürecin yapısının ve işleyişinin korunması için ise toplum psikolojisinin manipüle edilmesi yöntemi kullanılıyor. Göz boyamacılık, siyasal iletişim hileleri, beyin yıkama yöntemleri ve siyasetin toplumun oy deposu olarak görülen, düşük kültür kesimlerine endekslenmesi, bilinen manipülatif yaklaşımlardır.

20’inci yüzyılın son çeyreğinden bu yana şehrimizi veya topluluğumuzu temsil eden vekillere baktığımızda ilginç durumlar gözleriz. Birincisi; daha seçildikleri zaman bunları bilip tanıyan insan sayısı sınırlıdır. İkincisi; bu kişileri ve varsa yaptıkları hizmetleri günümüzde hatırlayan vatandaş sayısı da son derece düşüktür. Üçüncüsü; seçildikleri dönemde dahi vekillerin birbirilerini tanıdıkları kuşkuludur. Dördüncüsü; bunlar, kendi partili seçmenlerinin sorunları ile uğraşmaktan şehrin vekilleri olarak bir araya gelip ortak çözümler üretmeyi ne akıllarına getirmişler ne de siyasi pozisyonlarına yakıştırmışlardır.

Yerel rant sistemi

Malum yerleşimi, belediyelerde ve il genel meclislerinde temsil eden kişilerin durumları da vekillerden çok farklı değildir. Bu pozisyonlar, pek çok durumda rantçı siyaset sistemi tarafından doldurulduğundan, sorunlar karşısında beklenen kaliteli çözümler elde edilemez. Yerel yönetimlerdeki meclis ve kurulların çalışmaları, genelde bir rant paylaşımı ve siyasi çatışma görüntüsü ile sürer gider. Buna da halk dilinde “Bal tutan parmağını yalar” denir.

Aslına bakarsanız; yukarıda sözünü ettiğim makamları dolduran kişilerin bazıları, seçilmeden önce mevcut durumdan, düzensizlikten ve kalitesizlikten kendileri de şikâyetçidirler. Fakat seçildikten sonra sisteme bakışları tamamen değişir. Seçim sonrası mevcut bozuk düzenin yaman savunucuları haline dönüşürler. Onlar da kendilerinden öncekiler gibi bir kuzu sürüsünün rant kollayan çobanına dönüşme eğilimi içine girerler.

Nazım Hikmet, mevcut bozuk düzene işaret ederek vatandaşa “Demeye de dilim varmıyor ama / Kabahatin çoğu sende, canım kardeşim” diyor. Toplumu bir kuzular sürüsü olmaktan kurtarmanın yolu, vatandaşların yönetim karar ve yönetim süreçlerine katılımının önünü açmaktadır. Katılımcı demokrasi belgisi, bugün varılan bu ihtiyacı temsil etmektedir.

Batıdan doğuya, bugünden asr-ı saadet’e

Dünya değişirken, sistemler ve insanlar da değişiyor. Yaşanan şartlara bağlı olarak siyasetin ve ideolojilerin farklı biçimleri ülke veya toplum gündeminde yer tutuyor. 1980’li yıllarla birlikte küresel anlamda başlayan liberalleşme eğilimi, Sovyet Bloğu’nın yıkılması sürecinde kullanılan “Yeşil Kuşak” aracı ile birlikte özellikle Orta ve Yakın Doğu’daki siyasal ve ideolojik tercihleri değiştirdi. Bu bölgelerdeki gelişim, Batı modelinden farklı noktalara doğru ilerlemeye başladı. Bunun ilk örneğini İran’da gözledik. 21’inci yüzyılın ilk on yılının ardından ise yepyeni gelişmeler var.

Batının ve Türkiye’nin modernleşme süreçleri birbirinden farklı özellikler gösterir. Batıda önce sermayenin temsilcisi olan burjuva sınıfı oluşmuş; ardından bugün anayasacılık olarak bildiğimiz toplumsal sözleşme yaklaşımı gelişmiş; laiklik ve parlamenter temsili demokrasi derken bugünkü katılımcı ve çok kültürcü demokrasi anlayışına ulaşılmıştır. Türkiye’de ise modernleşme sorunu; her dönemde bir siyasal ve kültürel iyileştirme olarak anlaşılmış, ekonomi asla ilk sıralarda yer almamıştır. 19’uncu yüzyılın ilk yarısında başlayan modernleşme çalışmalarının ana fikri, siyasal ve kültürel olarak yapılacak iyileştirmelerle devletin kurtarılmasıdır. Bu kurtarma işleminden sonra devletin veya toplumun sürdürülebilir dönüşümü öngörülmemekte, sadece devletin bekası için sorunların modernleşmenin katalizörlüğünde aşılması beklenmektedir. Bakış açısı, “Hele bir devleti kurtaralım” yaklaşımından ibarettir.

Batı modernleşmesi

Batının modernleşme anlayışı ise ucu açık bir yaklaşımdır. Ekonomideki değişimin ve sosyal dönüşümün nerelere kadar gidebileceğinden korkmaz. Bugün demokrasiyi katılımcı ve çok kültürcü bir zirveye taşıyan, bu ucu açık, topluma ve geleceğe güvenen anlayıştır. Hâlbuki Türk modernleşmesi, Batı uygarlığını işaret etmekle birlikte dünkü zamanda olduğu gibi kalmaktan vazgeçmez; bir anlamda bu süreçte toplumun kendi başına değişme olasılığından hoşlanmaz. Bu nedenle hem Osmanlının modernleşme sürecinde hem de 20’nci yüzyılın ilk yarısında devlet, her şeyi tanımlayan ve denetleyen olmaya devam etmiştir. Günümüzde de hem sağda hem de solda 1900’lü yılların ilk yarısındaki içe dönük, ağır hareket eden ve sadece yerel değerlerle yaşayan kapalı ekonomik ve sosyal yaşamı özleyenler var. Sorunları, kendilerince asr-ı saadet olarak gördükleri o geleneksel döneme geri dönerek çözmeyi istiyorlar. Bu nedenle de; hukuksal reformlara, AB ile ilişkilere, yönetim modelinin değişimine, eğitim ve kültür sistemlerine yapılabilecek dönüşümlere şiddetle karşı çıkıyorlar.

Osmanlı

Benzer biçimde; hâlâ Osmanlıyı asr-ı saadet olarak niteleyenler de var. Çağın sorunlarına yönelik çözümleri, 300 yıl önceden bulup çıkardıkları kurum, kuruluş veya mekanizmaları yeniden yaratarak çözüm önerisi geliştirme çabasındalar. İnsanın övünebileceği bir tarihinin bulunması ile dünün bugüne birebir eşlenmesi arasındaki farkı bireyler ve toplum olarak henüz yeterince kavrayamadık. Geçmişin kurum ve kuruluşları ile yaşam modelinden ancak insani ve ahlaki değerlerin bugüne taşınabileceğini, diğerlerinin o onursal geçmişte kalmaları gerçeğini içimize sindirmek zorundayız. Aynı kalarak değişmek veya değişerek aynı kalmak sarmalından kendimizi kurtarmamız gerekiyor.

Ülkemizde siyasetin en temel sorunlarından birisi, siyasetin var olan düzenin korunup kollanması ve değişmesine asla izin verilmemesi üzerine yapılıyor olmasıdır. Hâlbuki siyaset yapmanın ana fikri, toplumun değişim yönünde önünü açmak ve en önemlisi de bu süreçte toplumun sağlıklı bir geleceğe ulaşacağına güvenmek olmalıdır. Demokrasinin sorunları daha kaliteli demokrasi ile özgürlük sorunları ise genişletilmiş ve zenginleştirilmiş bir özgürlük ufku ile çözülebilir. Her iki konuda da Türkiye’nin çözmesi gereken çok fazla sorun var. Aynı kalarak ya da geçmişe dönerek ne bu sorunların farkında olabiliriz, ne de bu sorunlar karşısında geliştirmemiz gereken çözümler için adım atabiliriz.

Son söz: Yaşadığımız çağın herkesin kendine sorması gereken en önemli sorusu şudur: “Acaba bugüne taşıdığım ezberim doğru mu?” Ezber kabul edebileceğimiz her şeyi sorgulamanın ve diğer insanların da kendi ezberlerini sorgulamasına katkı yapmanın zamanı şimdi… Sorular, bir kez daha cevaplardan daha önemli…

İZLE: ... facebooktwittergoogle_pluslinkedinrssyoutubeby feather

duyguguncesi hakkında

Gürcan Banger, Eskişehir Maarif Koleji ve ODTÜ mezunu. Elektrik yüksek mühendisi (opsiyonu bilgisayarlı denetim). Halen iş kültürü, yönetim, yeniden yapılanma, kümelenme, girişimcilik gibi konularda kurumsal danışman ve eğitmen olarak çalışıyor. Düzenli olarak kendi bloglarında ( http://www.duyguguncesi.net ve http://www.bizobiz.net ) yazıyor. Köşe ve dosya yazdığı gazete ve dergiler var.
Bu yazı Değişim, Siyaset, Vatandaş, Yönetim kategorisine gönderilmiş ve , , , , , , , , , , , , , , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>