Kentimiz, Evimiz, Biz ve Ben
Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Sık Kullanılanlara Ekle
Gözünüzün gördükleri, yaşam anlayışının göstergeleridir. Pek hali vakti yerinde olmayan bir ailenin evine gidersiniz. İnsanı imrendiren bir temizlik ve düzen görürsünüz. Mobilyalar pahalı ve görkemli değildir. Ünlü markaların etiketleri yoktur. Perdeler aile içinde el dikişi ile yapılmıştır. Belki koltuk ve kanepenin yüzü değişmiş ya da eskimeye yüz tutan yüzü bir örtü ile kaplanmıştır. Ama en önemlisi, evdeki her şey bir fonksiyona hizmet etmektedir. Sadece süs olsun diye para verilmiş gereksiz aksesuarlar yoktur. Ev de aile gibi yoksul olsa bile bakımlı, özenli ve düzenlidir. Bu düzeni ve temizliği görmek, bu evde bir bağlılık ve aidiyet duygusu olduğuna dair ipuçları verir. Anlarız ki; bu aile, tüm sıkıntılara rağmen bu evi “ev” olarak benimsemiş, hatta özümsemiştir. Tüm yoksulluğa rağmen böyle bir evin bütünlüğü, size sıcak bir yuvada olduğunuz duygusunu verir. Çünkü oraya aile olmanın sevecenliği ve içtenliği sinmiştir.
Ekonomik olarak daha uygun koşullarda yaşayan bir başka ailenin evine gidersiniz. Her taraf, yeni ve pahalı olduğu besbelli mobilyalarla donatılmıştır. Halılar, masalar, sandalyeler, koltuklar ve vitrin olarak kullanılan kitaplıklar adeta eve bir görkem kazandırma yarışındadır. Evin her boş noktası, dünyanın değişik köşelerinden gelmiş aksesuarlar ile doldurulmuştur. Sehpa üstlerinde küçük çanak – çömlek takımları, biblolar, sigara tablaları yer almaktadır. Duvarlar, neredeyse sathı görmeye imkân bırakmayacak biçimde bir uyum ve bütünlük hissi vermeyen tablolarla kaplanmıştır. 10 santimden 1 metreye kadar olan değişik boyda plastik, alçı veya mermer tozundan üretilmiş heykelcikler, sokak kapısının girişinden yatak odasına kadar her yerde arz-ı endam etmektedir.
Düzenlenmesine ve bakımına çok para harcandığı anlaşılan bu evde sizi saran bir bütünlük ve sıcaklık bulamayabilirsiniz. Çünkü ev, farklı karakterde eşyalar nedeniyle bir kimlik oluşturamamış veya varsa da bu kimliğini zamanla kaybetmiştir. Bu ev, size orada yaşayan ailenin geçmişini, kültürünü ve yaşama bakışını yansıtmaz. Ev ve aile; oluşturulan bu karmaşa, düzensizlik ve kimliksizlikle birbirine yabancılaşmıştır.
Yaşam çevresini düzenlemek
Mimarlık ve kent planlama felsefesi, kentteki bir yapının özünün biçimine yansıması gereğini ifade eder. Aşırı biçimde ve bir bütünlük oluşturmayacak tarzda doldurulmuş bir evde gerçekleşmeyen ana fikir budur. Kimliksizlik, bir yaşam yerini ev yapmaktan alıkoyan belli başlı sorunlardan birisidir.
Bir kent de orada yaşayan insanlar için evdir. Daha doğrusu; bir kentin vatandaşlar için ev niteliğine sahip olması beklenir. Çünkü kentli vatandaşlar da bu evde yaşayacak büyük ailedir. Kent halkı, aynen ailede olduğu gibi ortak amaçlara ve paylaşılan mutluluğa hedeflenir.
Kentsel çevre, o kentte yaşayan büyük ailenin geçmişini, kültürünü ve gelecek tasarımına ilişkin vizyonunu yansıtmalıdır. Yapılar, meydanlar, sokak ve caddeler ile kent mobilyaları bir ailenin ruhunu yansıtacak biçimde düzenlenmelidir. Eğer kenti, ona ait olmayan unsurlarla donatırsak, bu büyük ailenin ruhu deforme olmaya başlar; bir süre sonra da herhangi bir kent halkı olacak biçimde yabancılaşır. Deformasyonla birlikte kent kültürü de soysuzlaşmaya başlar.
Bir kent, aynen bir evde olduğu gibi; bağlılık, aidiyet ve ortak mutluluk yaratmalıdır. Bunun sağlanması için kentin donatılmasında orada yaşayan büyük ailenin katılımı ve dolayısıyla rızası olmalıdır. Aile adına yapılmış her zoraki değişim ve dönüşüm, kent yaşamını bir adımda yabancılaşma uçurumuna sürükleyecektir.
Sorunlar yumağı
Ülkemizin değişik kentlerine gittiğimde, benzer sorunların yaşandığını gözlüyorum. Düşük kaliteli yapılar, özensiz ve kötü izlenim veren görsellik, insanı boğan trafik yoğunluğu, hızla tırmanan çevre kirliliği ve benzeri sorunlar derhal dikkat çekiyor. Bu manzaralar, ülkenin her noktasında genel hatlarıyla ciddi düzeyde bir kentleşme sorunu olduğunu gösteriyor. Bunu söylerken; haklarında olumlu izlenimler ifade edilen kentlerimizi de ayırt etmiyorum. Çünkü her çözümde yeni sorunlar yaratan başıbozuk kentleşme süreci pohpohlanan yerleşimlerde de sürüp gidiyor.
1980’lerin başına kadar ülkemizde kentleşme, üzerine gidilmesi gereken bir sorun olarak anlaşılmadı. Öncelikle ekonomik büyümeyi -dolayısıyla kapitalistleşmeyi- hedefleyen yaklaşımlar, kentleşme gerçeğini ülkenin gündeminin dışına itti. Böylece 1950’lerden 1980’lere kadar olan sürede kentler, kendi dinamikleriyle başıboş büyüdüler; yoğun göçe maruz kaldılar, gecekondulaşmanın olumsuz etkilerini yaşadılar, tarihi ve kültürel özelliklerini kaybettiler. Bu dönemin yarattığı olumsuzluklar, hâlâ aşılabilmiş değil.
1980 öncesi yaklaşım, üretim esaslı olarak ekonomik büyüme üzerine kurgulanmıştı. 1980 sonrası politikalarının bir sonucu olarak dışa açılma ile birlikte toplum, üretim temelli olmaktan tüketim güdülü olmayan yöneldi. 20’nci yüzyılın son çeyreğinde tüketim esaslı ticaret ve organize perakendecilik öne çıkarken; kentler, alışveriş merkezlerinin işgaline uğradı. Her türden ve farklı kalitelerden konut yapıları, kentleri düzensiz biçimde büyütmeye başladılar. Orta dönemde kentsel çöküntü bölgesi haline gelebilecek yeni yerleşim alanları oluştu.
Merkezde yükselen rant
Yapılaşmanın hız kazandığı bu dönemin özelliklerinden birisi, özellikle kent merkezlerinde artan rant oldu. Arazi, konut ve işyeri fiyatları ile birlikte kiralar da bir patlama biçiminde yükselmeye başladı. Küresel krizin etkilerini yaşadığımız şu dönemde kapanan işyerleri, küçük tüccar ve esnafın seri halde iflası, büyük caddelerde her gün bir yenisini gördüğümüz boşaltılmış dükkanlar bu rant sürecinin olağan sonuçlarından sadece bir tanesidir. İşin ilginci; bu soruna çözüme katkıda bulunmak üzere hiçbir yönetim birimi sahip çıkmamış; hatta yerel yönetim birimleri kent merkezlerindeki rantın yükselmesi sürecini yaptıkları uygulamalarla pompalamışlardır.
Kentlerimizin bugün geldiği noktayı sadece başıboşlukla veya sorunlara karşı kayıtsızlıkla açıklamak mümkün değil. Bugün bulunulan olumsuz noktanın ve yaşanan sorunların altında 1980 sonrası döneme ait bir yönelimin etkilerini iyi tespit etmek gerekir.
Projecilik diye bir şey
20’nci yüzyılın son çeyreği ile 21’inci yüzyılın ilk yıllarında kent yönetimlerinde gözlenen eğilim, öncelikle planlama anlayışının yerini projecilik gibi bir yaklaşımın almasıdır. Böylece bir master planın içinde yer alması ve bu plana uyumlu olması gereken projeler, akla geldiği, başkanın beğendiği veya rantçıların işaret ettiği gibi yapılmaya başladı. Böylece kentsel bütünlüğün bozulması daha ivmeli hale geldi ve kentler ne idüğü belirsiz tasarımlara dönüştü.
Yine bu dönemde; kamusal yarar piyasanın görünmez eline, kentli vatandaş olmanın erdemi müşteri kârlılığına ve kentin gelişimi iç - dış sermaye transferlerine yerini bıraktı. Aynı zaman diliminde kentsel üretim gerilerken, kent yerleşimleri tüketim odakları haline geldi.
Manzarayı maskelemek
Günümüzde kentlerimiz, genel hatları açısından yukarıda çizdiğim gibi bir görüntü veriyorlar. Pek çok yerleşimde yerel yöneticiler, sadece görsellik üzerine kurgulanmış uygulamalarla bu sorunlu görüntüyü maskeleme peşindeler… Belki de maskeleme peşinde olduklarını söyleyerek onlara haksızlık da ediyor olabilirim. Yaşanan gerçek sorunların farkında ve bilincinde olmamaları nedeniyle böyle davranmaları ihtimali de yüksektir. Halkın ve sivil toplumun kent yönetimine neden katılması gerektiğinin ana fikrini oluşturan unsurlardan birisi budur.