Gelenekten Postmodernizme, Felsefeden Sanata
Gürcan Banger
Sanat, insanın doğayı anlamlandırma ve yaşanabilirliği genişletmek için yaşam çevresini anlamlandırma gayretidir. Bu yönüyle sanat, yaşamı açıklamaya ve öngörmeye çalışan felsefeden ve bilimden biraz ayrılır. Düşün tarihi, gerek bilimin ve felsefenin yolundan gerekse sanatın yolundan olsun farklı anlamlandırmalar yapabilmeyi geliştirme gayretleri üzerine kuruludur. Kimi zaman bu gayretler, aydınlıklara bazı durumlarda ise Engizisyonlara ve insana zulme yönelmiştir. Ama her dönem nasıl daha nitelikli insan olunacağına ve mükemmel insana nasıl ulaşılacağına dair öğütler olagelmiştir.
Öğütçülük
Öğüt türü yazılı ya da sözlü kültüre ait olup da sonradan yazıya aktarılmış eserler, geleneksel kültürümüzün ayrılmaz birer parçasıdır. Bunlar arasında nasihatnameler özel bir yer tutar. Nasihatnamenin öğüdünü yönelttiği hedefinde öncelikle insan var. Bu nedenle nasihatname kişilere doğruluk, erdem, bilgi ve saygı ile sevgi konularında şiir ya da düzyazı diliyle öğütler verir. Bir diğer yönüyle de devrin yöneticilerine halk ve hak adına yönetmenin nasıl yapılması gerektiği konusunda (kimi zaman bir bilmece tadında) ipuçları sunar.
Feridüddin Attar’ın Pendname’si, Nabi’nin Hayrâbâd ve Hayriye’yi bu türün örnekleridir. Marifetname sınıfına sokulmasa da örneğin Şirazlı Sadi’nin eserlerini de öğüt verenler arasında sayabiliriz. Bilgelik üzerine kurgulanmış daha pek çok geleneksel eser örneği saymak mümkün. Eğer kolay örnekler bulmak isterseniz, atasözlerimizin sıralandığı kitaplardan birine göz atmayı deneyebilirsiniz.
Günlük yaşamımıza yakından baktığımızda; bilgelik eksenli başka yaşam tarzları da gözlenir. Örneğin bir uzmana danışman yerine deneyimli bulduğumuz kişilere veya yaşça büyük insanlara danışmayı uygun buluruz. Gerçek bilgi kaynaklarını araştırmak yerine bilgili kabul ettiğimiz insanları tercih ve davranışlarımız konusunda hiza önderi yapıvermek kolayımıza gelir.
Hiza önderi, benden daha yüksekte olan demektir. Hâlbuki öğüt almak için kendisine danıştığımız kişi, muhtemelen bizden daha yüksekte olmayabilir. Biraz da “Şeyh uçmazsa müritler uçurur” misali, o kişiyi ya da onun deneyimini yücelten bizatihi biz olabiliriz. Çünkü içinde yaşadığımız kültür, araştırıp soruşturmak yerine büyüğe danışmayı, onun sözünden çıkmamayı ve asla hizayı bozmamayı tavsiye ediyor.
Deneyim ve öğüt
Deneyim, modaya benzer. Eğer zamanın ruhu ağır hareket ediyorsa, günün modası uzun süre değişmez. Ama şimdilerde pek öyle değil. Dünya sanki daha hızlı dönüyor. Çok daha gelişmiş olan bilgi makineleri olanca hızıyla çalışıp biteviye farklı ve artan miktarda yeni bilgi kümeleri üretiyor. Bu nedenle her geçen an deneyim, daha fazla demode olmaya başladı. Tabii ki, deneyime hâlâ saygı duyuyoruz. Ama günümüzde deneyim, bugün ve yarından daha fazla biçimde dünü temsil ediyor. Hâlbuki yaşamın ivmesini yakalamak anlamında ayakta kalıp sürdürülebilir olmayı başarmak için biteviye yeniyi arayıp bulmak ve yaşamımıza uyumlulaştırmak gerekiyor.
Deneyime dayalı öğüt sistemi, referansını geçmişe yapar. Bugün ise en yakın referansın bugünde olması, hatta yaşanan zaman olarak bu anın az ötesine işaret etmesi gerekiyor. Yaşadığımız zaman diliminde düne dönerek geleceği yakalamak mümkün görülmüyor. Ulaştığımız her noktanın sonrasını kurgulamak ve donanımımızı buna göre düzenlemek zorundayız.
Kişinin yüzünü geleceğe dönmesinden söz ederken, gelenek ile kültürün anlam ve değerini yok sayıyor değilim. Kimi zaman bir tür restorasyondan, kimi durumlarda ise inovasyondan (yenilikçilikten) söz ediyorum. Çünkü her konuda düne başvurarak çözümler arayan bir bilgelik ve deneyim anlayışı ile önümüzde uzanan yaşamda değerli olan anlamları yakalamak mümkün değil.
Bir izlenimimi paylaşmak isterim. Kişi, ilk kez bilgiye erişmeye başladığında dünyasının bir anda aydınlandığını hissediyor. Eğer o ana kadar öğrendikleri ile yetinir ve kendini geliştirmeye gayret etmezse, bu aydınlık yanılsaması ile öylece kalakalıyor. Ama öğrenmeye devam eder ve bilgi ile davranış zenginliğini geliştirmeye devam ederse, yaşamın ilk anda sandığı kadar aydınlık olmadığını fark ediyor. Dolayısıyla öğrenme ve kendini geliştirme, giderek karanlık ve aydınlık arasında bir yarışa dönüşüyor. Günümüzde geleneğin ve kültürün doğru yerini, işte bu yarışta arayıp bulmak gerekiyor.
Gelenek
Toplumun, tarihin derinliklerinden uzanan, kuşaklar arasında aktarılan ve saygın bir niteliğe sahip olan kültür birikimine gelenek adını veriyoruz. Geleneği oluşturan unsurlar arasında kültürel bilgi birikimi yanında töre, alışkanlıklar ve alışılageldiği biçimde yapılan davranışlar yer alıyor. Yaygın biçimde kabul görmesi ve bireylerin bazı davranışları yerine getirmesini beklemesi açısından gelenek, bir yaptırım gücüne de sahip olabiliyor. Yeni sosyal ve kültürel unsurlar yerine geleneği oluşturan öğelere göre davranmayı tercih eden ve öğütleyen yaklaşıma gelenekçilik deniliyor.
Anlaşılacağı üzere; gelenekçiliğin açık muhafazakâr bir özü var. Bir anlamda dünü koruyup kollamayı ve çoğu durumda dünden yana tavır almayı öne sürüyor. Gelenekçiliğin karşısında modernizm durur. 19’uncu yüzyıldaki kültürel fikrî filizlenmelere baktığımızda, mevcut değerlerin ve kurumların reddedildiği ve bir yenileşme arayışı içine girildiği gözlenir. Modernizm, geleneğe karşı duruşu ile 20’nci yüzyılda zirve yaptı. Yaşam ve toplum alanlarının tümünde değişik ve yenilik arayarak yeni bir yaşam tarzının ismi oldu.
Geleneğin abartıldığı gibi, modernist abartmalar ve dayatmalar doğal olarak kendi karşıtını oluşturmakta gecikmedi. Örneğin modernizmin bilimi abartarak tek doğru kavramına savrulması, toplum yaşamının tekrar sorgulanmaya başladığı alanlardan birisi oldu. Bu kez yaşam tarzları postmodernizm denilen yeni biçimin sunumları olarak dünyamızda yer aldılar.
Gelenekçilik, modernizm ve postmodernizm karşı karşıya
Bunları sadece tanımlı kavramlar üzerinden bir konuşma yapmak için özetledim; amacım bir gelenekçi – modern – postmodern tartışmasında yer almak değil. İnsanın yaşam tarzının değişik dönemlerine ve anlayışlarına karşı düşen bu yaklaşımların mutlaklaştırılmasından şikâyet etmek istiyorum. Geleneğin karşısına modernizmi ve modern olanın karşısına geleneğin, hatta bunların her ikisinin karşısına da fanatik biçimde postmodernizmin konmasından şikâyetçiyim.
Şaşırarak gözlüyorum ki; her üç ekol de kolaylıkla ve ucuzcu bir hevesle kendisinin tek ve tartışılmaz doğru olduğu gibi garip bir fanatiklik içine savruluyor. Karşı tarafın bağnaz yönlerini eleştirmeye kalkarak başlayıp kısa sürede eleştirdiği hataya kendisi düşen anlayışı açıklamanın bir yolu olsa gerek.
Sorun, sadece karşı tarafı eleştirirken, eleştirinin konusu olan bataklığa savrulmak değil. Bir de; karşılıklı güvensizlik meselesi var. Örneğin gelenekçiliğin çağdaş entelektüel dünyaya karşı ifade ettiği güvensizliği açıkça görebiliyoruz. Aynı şekilde modern ve postmodern düşünceye sahip olanlar da geleneğe ile kuşku ile bakıyorlar; gelenekçileri bir bağnazlar topluluğu gibi görme kolaycılıkları var.
Karşıtlıklar birarada
Hâlbuki siyahı ve beyazı, ışığı ve gölgeyi olduğu gibi; dünü, bugünü ve hatta kısa erimli geleceği aynı anda yaşıyoruz. Farklılıklar ve karşıtlıklar, enerjilerini büyük oranda birbirilerinden alıyorlar. Siyahı beyaz sayesinde kavrarken, bugünü de dün sayesinde kurgulayıp kuruyoruz. Farklar ve karşıtlıklar, insanî ve sosyal gelişmenin en önemli unsurlarını oluşturuyor. Dolayısıyla bugünümüzü yaşamakta ve yarınımızı kurmakta en büyük kaynağımız olan farklılıkları ve karşıtlıkları yok etmeye çalışmanın akılcı bir gerekçesi olabilir mi?
Yaşam, bize sosyal ve insani ilerleme adına bizden farklı olanı koruyup kollama konusunda ciddi işaretler veriyor. Farklı ve aykırı olanın, bugünün denetlenmesinde ve geleceğin kurulmasında anahtar rolde olduğunu hatırlatıyor. Bugünü; gelenekçi, modern ve postmodern olanlar birlikte oluşturuyorlar. Herhangi birisi olmadan hiçbirinin anlamı yok.