Gürcan Banger
Bir kitap ya da makale okuduğumuzda, bunun ruh halimize etkileri olur. Acılı bir hikâye ile hüzünlenir, olumlu tema içeren bir yazı ile seviniriz. Okumak, insanın zihnini ve ruh dünyasını rüzgâr karşısında kıpırdayan bir yaprak gibi titreştirir. Kimi zaman o yaprak sert rüzgârlara tepki verir bazı durumlarda da hafif esintilerde keyifle kıpırdaşır. Kalem ehli için yazmak da böyledir. Ele alınan konuya göre yazar, dinginleşir ya da gerilir, daha katı bir hale gelir ya da bir sorunu boşaltmış olmaktan dolayı rahatlar.
Yazar bazen bir olayı anlatır. Kimi zaman bir fikri ya da bir insanı dillendirir. İyi veya olumsuz bir bakışla yazdığı zamanlar olur. Onun bu dalgalı hali, yazarı farklı kılan bir insanlık durumudur. İşte; kimi zaman insanlığın durumuna göz atmak, yazar içinde dönüp kendine bakmaktır.
İnsan, insanla tartılmaz. İnsan, ne terazi kefesinde mal olur ne de diğer kefede dirhem. Eğer insanı insanla tartacak, insanı mal veya dirhem olarak kullanacak bir terazi olsa nasıl olurdu? Örneğin malı mülkü çok olanı, az olandan değerli bulmamız gerekebilirdi. Çok okumuş veya çok bilgili olanın, az okuyabilmiş olandan daha makbul bulmamız gibi bir durum ortaya çıkardı. İyi konuşanı, belagati daha düşük olandan daha kıymetli kabul etmemiz ihtiyacı doğabilirdi.
Yaşam, bir öncelikler sıralaması. Bazı insanlar önceliklerini okumaya, öğrenmeye ve bu birikimlerini başkalarına aktarmaya ayırıyorlar zamanlarını: Bazıları ise küçük yaşta para kazanmanın derdine düşüyorlar. Başarılı bir eğitim süreci yaşamış olanla önceliğini para kazanmaya vermiş olanı birbiri ile kıyaslayabilir miyiz?
İnsanlar olarak doğuştan gelen yeteneklerimiz ve bedensel özelliklerimiz de çok farklı. Bedensel olarak avantajlı doğanlarımız olduğu gibi, kimilerimizin bazı fiziksel engelleri olabiliyor. Renkli gözlü olan birisini, fiziksel engeli olan bir başka insandan daha değerli bulabilir miyiz?
Dar, kısıtlı ve açılımları olmayan bir çevrede doğan çocuğun kabahati nedir ki? Yaşadığı çevredeki eğitim imkânları daha dar olan insanlar, eğitim konusunda daha ileri fırsatları yakalamakta daha az ‘şanslı’ oluyorlar. Geçim sıkıntısı çeken bir ailenin ağır şartlarını kırarak başarıya ulaşmak hiç de kolay olmuyor. Ağır koşullar altında sınırlı gelişme gösterebilmiş bir kişiyi, bir eli yağda diğeri balda yetişmiş bir kişiden daha az kıymetli gösterebilir miyiz?
Sosyal kuralların ve ahlakın varlığı, bu tür konularda hata yapmamak içindir. Toplumun bilgelerinin özdeyişleri, insanî ölçeğin kaçırılmaması gereğine dikkat çekerler. Başka insanları değerlendirirken kantarın topuzu kaçtığında; saygısızlığın ve kabalığın boyutunun nerelere varacağı hiç belli olmaz.
Bu nedenle konuşmalarımızda ve yazılarımızda başka insanlar hakkında -hele ki isim vererek- yorumlar yaparken, saygı sınırını aşmamaya özel bir önem vermemiz gerekir. Kişi, bu tür değerlendirme ve yorum durumlarında; benzeri bir yargıya kendisinin muhatap olduğunda nasıl karşılayacağını düşünmeli önce. Malum atasözü, “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır” der.
Eleştiri hakkı, çalışmaktan doğar. Eleştirirken ve yorum yaparken, “Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma” konumuna düşmemek gerekir. Başkaları hakkında ağızdan çıkan her söz veya klavyeden tuşlanan sözcük, bir günah ya da sevap oluşturur.
Başkasını eleştirirken kişinin verdiği mesaj, “Ben seni eleştiriyorum ama senden gelebilecek olan eleştiriye de açığım” demektir. Eleştirinin dozunun aşılıp saygısızlık noktasına geldiğinde de; bu yaklaşımın hâlâ geçerli olmaya devam edebileceğini unutmamak gerekir. İşte; bu nedenle saygısızlık yapan karşılığında saygısızlık bulabilir. Benzer biçimde kabalık eden de kabalık bulmaya hazır olmalıdır.