Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
İki farklı kişiliğimiz var. Bir tanesi, sosyal yaşamda kullandığımız yönümüz. Çoğu zaman denetlenmiş oluyor. Buradaki denetleme yaklaşımı, bize toplumun dayattığı bir durum. Bir toplum içinde başka insanlarla birlikte yaşamak zorunda olduğumuzdan bazı davranışlarımızı kısıtlıyoruz. Uyumu bozmamak veya toplum dışına düşmemek adına aklımızdan geçenleri veya isteklerimizi tam olarak ifade etmiyoruz. Ancak bazı kırılma noktalarında denetlenmiş kişiliğimizin altındaki gerçekler ortaya çıkıyor.
Bir de; insanî yapımızın derinliklerinde –isterseniz buna ruhumuzun derinliklerinde diyelim– gizlenmiş olan bir başka kişiliğimiz var. Çoğu zaman bu gizlenmiş ben’in kim ve nasıl olduğundan kendimiz bile haberdar olmuyoruz. Bu saklı kimlik, davranışlarımızı –ve bu davranışların aynası olan sözlerimizi– içten içe ama gizliden gizliye yönetip denetliyor. İçimizde gizlenmiş kişinin varlığını duyabilirsek sözlerimizle, görebilirsek davranışlarımızla fark ediyoruz. Ya da çevremizdekiler fark ediyor.
Kimi zaman karşımızdaki kişinin bir sözü ya da davranışı, bir karanlık odada elektrik düğmesine basıvermek gibi oluyor. Lambanın yanmasıyla oda ışık doluyor ve karanlık içinde kavramakta güçlük çektiklerimiz, güçlü ışığın etkisiyle göze görünür hale geliyor. İşte; sözün ve davranışın, ruhun aynası olması böyle bir şeydir. Bazen birkaç sözcük veya kimi zaman bir davranış, o ana kadar anlaşılamayan, anlaşılır olmasının vesilesi oluveriyor.
Sözü her zaman kişiliğin tam yansıması olarak kabul etmek de doğru olmayabilir. Bazı durumlarda sözün haddini aştığını biliriz. Bir duyguyu, bir düşünceyi ya da biz izlenimi anlatan sözcükler ya yanlış seçilmiştir ya da ifadede bir abartma vardır. Bu durumda bir açıklama ihtiyacı doğar. Ama kişi, söylediği sözün sahibi ve takipçisi olmak zorundadır. Söylediği sözün değerini ve anlamını önce kendisinin kavraması gerekir. Eğer kişi gerçekten kendi sözünün sahibi ise bu durumda yanlış sözcükler kullandığını veya ifadede abartmaya kaçtığını bilir ve bir özür için gerekli girişimde bulunur. Şunu antlını çizerek vurgulamalıyım ki; kişinin ne söylediğinden daha fazla, karşısındakinin ne anladığı önemlidir. Yanlış anlaşıldığını düşünmek, hiç kimse için bir mazeret olamaz.
Hepimizin ev, iş, okul veya arkadaş çevresi gibi yaşamımızı sürdürdüğümüz birkaç alan var. İster istemez bir alandaki sorunlarımızı bir başka alana taşıyabiliyoruz. Bir ortamın yarattığı gerginlikler veya sorunlar, başka alanlarda yeni sorunların ateşleyicisi oluyor. Sorunların bu biçimde metastaz yapmasına (bir alandan ilişkisiz bir başkasına atlamasına) engel olmak insan olarak bizim sorumluluğumuzdadır. Eğer istenmeyen bir metastaz durumu varsa, bunu gidermek ve önünü almak da bizim bireysel sorumluluğumuzdadır. “Giden gider, ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” diyemeyiz.
Kanımca; söz bir dert ise bu derdin devası da gene sözde saklı. Yunus Emre, düşünsel ve duygusal aklımın derinliklerinde her zaman bir söz ustasıdır. Aklımın alt üst olduğu pek çok durumda onu yardıma çağırır ve ışığı onun sözlerinde bulurum: “Keleci bilen kişinin, yüzüni ağ ide bir söz, / Sözü bişürüp diyenin işini sağ ide bir söz. / Söz ola kese savaşı, söz ola bitüre başı, / Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ide bir söz.”
Übey bin Kâb, Hz. Muhammed’in yakın çevresindeki insanlardan birisiydi. Birinci halife Hz. Ebubekir ve ikinci halife Hz. Ömer dönemlerinde de önemli görevlerde bulunmuştu. Söz söyleme üzerine yaptığım küçük araştırmada onun önemli bir cümlesini okudum, paylaşmak isterim: “Kalp ile dil arasında tam bir uygunluk bulunduğu ve dil kalbin emrinden dışarı çıkmadığı sürece, söz düzgün olur ve dilde herhangi bir sürçme ve kayma olmaz.”
13’üncü yüzyılın önemli şairi Şirazlı Sadi ile bitireyim: “Ne söyleyeyim diye başta düşünmek, niçin söyledim diye sonunda pişman olmaktan iyidir.”