Eskişehir Küreselleşiyor mu?
Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Geçtiğimiz günlerde duygusal ilişkilerle ilgili bir yazımda küresel ısınmadan örnek vermiştim. Bir arkadaşım, bu konuyu da küreselleşmeye bağlamamı biraz garip karşıladığını söyledi. Ama gerçek şu ki; küreselleşme olgusu, sert çöl rüzgârlarının kuma şekil verdiği gibi, Dünyada her tür ilişki ve sistemi etkiliyor. Olumlu ve olumsuz etkileriyle; onsuz düşünmek artık neredeyse mümkün değil.
Küreselleşme
Küreselleşme denen olgunun, bir bütün olarak kent üzerindeki etkilerine bakalım. Ama öncelikle bu kavramın nasıl tanımladığına bir göz atmakta yarar var. Küreselleşme; ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik açılardan Dünya ölçeğinde bütünleşme ve dayanışmanın artması olarak tanımlanıyor.
Konuyu biraz açalım. Küreselleşme kavramı ile öncelikle her an daha fazla bilginin üretimi kastediliyor. Diğer yandan bilginin gelişen medya organları ve Internet de dâhil olmak üzere bilişim ve iletişim araçları ile daha hızlı yayılımı ifade ediliyor. Küreselleşmenin bir diğer önemli boyutu ise farklı ülkeler arasında ekonomik ilişkilerin yoğunlaşması ve bu uluslararası bağımlılık ilişkisi ile adeta yeni bir ‘dünya ekonomisi’ yaratılmasını anlatıyor. Adeta ulusal sınırlardan vareste bir bütünleşik Dünya pazarından söz ediliyor. 20’nci yüzyılın son çeyreğinden başlayarak uluslararası ekonomik ilişkilerin ve dış ticaretin önemindeki artışın birincil nedenlerinden birisi budur.
Küreselleşme, bir yandan bilginin Dünya üzerindeki yayılımını hızlandırıyor. Diğer yandan bu süreci daha etkin ve verimli kullanan ülkelerin kültürlerinin daha iyi bilinir ve kolay benimsenir hale gelmesini de sağlıyor. Böylece hızla gelişen bir ‘kültür aynılaşması’ süreci yaşanıyor. Yerel ve özgün kültür öğeleri, yaygınlaşan küresel kültürün etkisiyle asimile olmaya başladı. Kentler; giderek küresel ‘fast food’ dükkânları, başta İngilizce olmak üzere yabancı dilde reklâm tabelaları ve birbirine benzer giyim-kuşam örnekleri ve kozmetik aksesuarlar taşıyan figürlerle dolmaya başladı.
Bu son noktayı değerlendirdiğimizde, şöyle bir sonuca varıyoruz. Küreselleşmeden küreselleşmenin unsurlarını etkin ve verimli kullanarak olumlu etkilenen ülkeler olduğu gibi; bu süreçten olumsuz etkilenenler de var. Küreselleşmenin etkileri, ele alınan ülkenin ekonomik ve sosyal yönden gelişmişliği ile çok yakından ilgili. Ama gözden kaçmaması gereken bir önemli nokta daha var. Eğer söz konusu ülkede ekonomik, sosyal veya kültürel ‘iç dinamikler’, küreselleşmenin etkilerini özümseyip değerlendirebilecek olgunluk ve güce sahip iseler, bu süreçten etkilenme biçimi de olumlu ve yararlı oluyor. Zayıf iç dinamiklere sahip ülkeler ise küreselleşmenin baskısı altında eziliyor; güç ve kimlik kaybına uğruyorlar. Özetle; iç ve dış dinamikler arasındaki etkileşme ve denge durumu, küreselleşmenin etkilerinin ne yönde oluşacağını ciddi anlamda belirliyor. Aynı tezi, küreselleşme ile birlikte ön plana çıkmaya başlayan kentsel yerleşimler için de söyleyebiliriz. Küreselleşmenin doğrudan veya dolaylı etkileri, bazı kentlerde kaldıraç görevi yaparken, kimilerinin içini boşaltıp ölmeye terk ediyor.
Küreselleşme, Kentleri Öne Çıkarıyor
Gerçekten küreselleşme sürecini dikkatle incelediğimizde; 1970’li yıllardan başlayarak kentlerin görünürlük açısından ülkelerin önüne geçmeye başladığını fark ediyoruz. Son yıllarda ulusal ekonomiler bir anlamda gölgede kalmaya başlarken, kent ekonomileri daha fazla seçilir ve ayırt edilir hale gelmeye başladı. ‘Kent turizmi’ gibi kentin tamamını bir ürün ve hizmet karması olarak pazarlamayı hedefleyen yaklaşımların, son yıllarda popüler olmasının arkasındaki neden de budur. Zihninizi yokladığınızda; pek çok ünlü kenti en azından ismen bildiğinizi, fakat bu kentin hangi ülkede olduğunu hatırlamayabildiğinizi fark edeceksiniz. Özetle; kentler, küresel ekonomik ve sosyal yaşamın derhal fark edilen uç noktaları olmaya başladı.
Kentler arasında ‘pastadan daha fazla pay alma’ yarışının arkasındaki mantık budur. Bu süreçte kent yöneticileri, ulusal hâsılaya katkı koymaktan daha fazla, kendi kentleri için daha çok getiri ve daha iyi yaşam koşulları aramaya başladılar. ‘Marka kent’, ‘Dünya markası kent’ veya ‘Avrupa Birliği’ne hazır kent’ gibi kavramlar da bu arayışın ürünleridir.
Yukarıda ifade ettiğim gibi; küreselleşmenin sonuçlarından birisi, kentlerin başta ekonomik olmak üzere mekânsal, sosyal ve kültürel yönlerden ön plana çıkmalarıdır. Bu gerçek, yeni bir mücadele biçimini de gündeme getirdi. Söz konusu mücadele, Dünyada ve ilgili bölgede oluşan pastadan daha fazla pay almayı hedefleyen rekabetçi yarıştır. Bu nedenle yerel aktörler, merkezî hükümetlerden daha fazla kaynak elde etme yarışı yanında kendi bölgelerine yatırım çekme konusunda da ciddi bir koşuşturma içindeler. Bu konuda büyük sermaye topluluklarına önemli ikramlarda bulunuluyor ve ciddi ödünler veriliyor.
Türkiye’de Neler Oluyor?
Türkiye’deki küreselleşme – kent ilişkisini incelediğimizde; kentlerimizde yaşanan değişimin, iç dinamiklerin zayıflığı nedeniyle dış faktörlerin etkisinde kaldığını gözlüyoruz. Küreselleşmenin etkileri, öncelikle büyük kentlerimizde görülüyor. Fakat ne yazık ki, sermaye birikimi ve girişimcilik yetkinliği gibi konulardaki iç dinamiklerin eksikliği ve zafiyeti, bu etkilenmenin tehlikeli bir süreç şeklinde geliştiğine işaret ediyor. Özetle; küresel çağda kentler ön plana çıkarken, bizim kentlerimizin bu süreçten etkilenmesi genelde olumsuz yönde oluyor. Bir başka deyişle; kentlerimiz, bir yandan küreselleşmenin tehditlerini göğüsleyemezken, diğer yandan da küresel faktörleri, değer yaratan mekanizmalar haline (yani fırsatlara) dönüştürmekte zayıf ve eksikli kalıyor.
Son yıllarda kentlerde yaşanan en önemli değişikliklerden birisi, yerel hizmetlerin giderek ‘kamu hizmeti’ özelliğini kaybediyor olmasıdır. Mesele, çoğu zaman takdim edildiği gibi belediyelerin yerel hizmetleri taşeronlar aracılığı ile daha az maliyetli sunmaya çalışmaları değildir. ‘Yerel hizmet’ anlayışının yerini, hızla ‘piyasa hizmeti’ anlayışının almaya başladığını yaşadığımız kentlerde de gözlüyoruz. Vatandaşa hizmet sunulmasında; ‘kamu yararı ve sosyal hedefler’ anlayışının yerini ‘kazanç elde etme ve kâr yapma’ yaklaşımının aldığına dair kuşkumuz kalmadı. Hizmetler satışa sunularak ticari hale getirilirken, 1980 sonrasında esen neo-liberal rüzgârların etkisiyle ‘kentli yurttaş’ kavramının yerini de kaba bir tarz-ı siyasetle ‘müşteri’ yaklaşımı almaya başladı.
Bugünkü ekonomik düzen, her şeyi alınır – satılır meta haline dönüştürüyor. Kentlerin plansız büyümesinin de bir sonucu olarak ortaya çıkan otopark sıkıntısından güvenliğe kadar tüm sorunlar ticarî bir anlayışa bağlanarak çözülmeye çalışıyor.
Burada bir noktayı tekrar vurgulamak isterim. Belediyelerin daha az maliyetli hizmet üretmeleri amacıyla yerel hizmetleri aracılara yaptırmaları ile bu hizmetleri satarak gelir ve kâr elde etmeleri anlayışları birbirinden çok farklıdır. Yerel hizmet alanı, kâr elde etme alanı değildir. Zayıf ve ağır aksak yürüyen ulusal ekonomilere müdahale eden küresel güç odakları, yerel yönetimlerin de bir ‘satıcı – müşteri’ ilişkisi içinde olmalarını yeğlemekte ve adeta bunu dayatmaktadırlar. Dolayısıyla yerel hizmetlerin taşeronlaşması, küreselleşmenin (yeni pazarlar yaratmak amacıyla) kent üzerindeki etkilerinden bir diğeri olarak algılanmalıdır.
DeÄŸiÅŸen Kentler
20’nci yüzyılın son çeyreği, üretime ilişkin teknolojik sorunların aşıldığı ve üretimin genel anlamda darboğaz yaratan bir problem olmaktan çıktığı bir dönemdir. Günümüzde üretim sorunlarının yerini, pazarlama ve satışta yaşanan rekabet sorunları almıştır. Bugün işletmeler bir mal veya hizmeti üretmekten daha çok, onu satabilmek ve rekabetçi piyasalarda ayakta kalabilmek çabası içindeler. Mal ve hizmetin kolaylıkla üretilebildiği bu dünyada bilişim, iletişim ve lojistikteki gelişmeler sayesinde müşteri açısından ürüne ve fiyat – stok bilgisine ulaşmak da kolaylaşmıştır.
Kırlar, tarımsal üretimin alanlarıdır. Kentler ise tarihte sınaî üretimde öne geçişleri ile ayırt edilmişlerdir. Fakat yukarıda sözünü ettiğim mal ve hizmet üretimindeki patlama, kentleri tüketim mekânları haline dönüştürdü. Bu süreçte kentlerin üretim merkezleri olmaktan daha çok, (alışveriş merkezleri gibi örnekler ile) tüketim alanları haline dönüştüğünü gözlüyoruz. Ekonomileri ve sosyal yapılanmaları güçlü olan kentler, küreselleşmenin kenti sanal bir tüketim dünyası haline dönüştürmesini engellerken; iç dinamikleri gelişmemiş, zayıf yapılı kentler bu rüzgârlara direnmekte zorlanmaktadır.
Küreselleşmenin en sevimsiz görünümlerinden birisi; kentleri aynı mekânsal görünüm, aynı yapım malzemesi ve aynı kültürel doku ile doldurmasıdır. Herhangi bir kentin merkezine gittiğinizde; çevrenizi saran küresel markaların veya her yöndeki aynı görünüme sahip mağazaların (hatta kopya, taklit, özenti, ‘kitsch’ kent mobilyalarının) etkisiyle hangi kentte olduğunuzu bile şaşırabiliyorsunuz. Sonuçta, bir kenti diğerlerinden ayıran en önemli özellikler yok oluyor ve bir kentsel kimliksizleşme başlıyor. (‘Kiç’ olarak okunan ‘kitsch’, Almanca kökenli bir sözcük. Batı dillerinin pek çoğunda benzer biçimde yazılıp okunuyor. Bir sanatsal eserin veya tarzın, sıradan – özensiz – kötü – düzeysiz kopyasını ya da bu sanat yaklaşımını onaylayan anlayışa ‘kitsch’ denir.)
Vatandaşların yaşadıkları çevreye yabancılaştıkları, kimliksiz bir kentte mutlu olabileceklerini düşünmek bir hayalden fazla bir şey değildir. Özetle; eğer bir kent yöneticisi için başarı söz konusu olacaksa; marifet, bir kenti diğerleri ile aynılaştırmakta değil, aksine o kentin farklılıklarını koruyup geliştirmektedir.
Kent Turizmi
Kentler arası yarışta ‘kent turizmi’ olgusunun önem verilen bir yeri var. Dolayısıyla konuya tekrar ‘kent turizmi’ açısından bakalım. Eğer kenti bir turistik ürün karması olarak pazarlayacaksanız; yerli veya yabancı turist, o kente bir başka yerleşime benzediği için değil, aksine diğerlerinden farklı olduğu için gelmeyi tercih edecektir. Bir kenti; adı ne olursa olsun, hangi kıta veya ülkede bulunursa bulunsun bir başka kente benzetmeye çalışmak, değerlendirmek istediğiniz o kentin yerel kimliğini yok etmek (bir başka deyişe, kenti farksızlaştırmak) anlamına gelir. Aynılaşmış kimliksiz bir kente; hiç kimse ne gelmek, ne de o kentte yaşamak ister. ‘Marka kent’ veya ‘Dünya kenti’ olmanın yolu, aynılaştırmaktan değil, farklılıkları koruyup, gerekirse yeniden yaratıp geliştirmekten geçmektedir.
Bir kent, nasıl ‘Dünya kenti’ olur? Bir kenti, ‘marka kent’ yapan nedir? Bazı yerel yöneticiler, bir kentin çağdaşlaşmasını kentte ünlü markaların, görkemli - ışıltılı mağazaların veya dev alışveriş merkezlerinin bulunmasına bağlar. Bu tür yöneticiler, kentin durumundan ve geleceğinden bağımsız olarak, kendilerini küresel markalar aracılığı ile tüketimin azdırıldığı ve alışverişin sanallaştırdığı dünyaya endekslerler. Onlar için yeni bir alışveriş merkezinin açılması, kente yapılan ‘muhteşem’ bir yatırımdır.
‘Taklit Mobilyalar’ Kenti
Bir kenti küreselleştiren yaklaşımın, Dünyanın belli başlı büyük yerleşimlerinde olan kent mobilyaları olduğuna bağlayanlar da var. Onlar, kendi kentlerine baktıklarında Londra’yı, New York’u, Prag’ı veya Viyana’yı görmek isterler. Böyle bir yönetim anlayışıyla; genelde ucuz yapım malzemesi ile üretilmiş, taklit kent eşyaları bir anda şehrin her noktasını sarıverir. Böyle düşünen yöneticilerde ‘kitsch’ olandan uzak durma anlayışı pek yerleşmemiştir.
Bir kentin küresel olmasını, kentsel mekânın tasarımı ve kullanımı olarak algılayan anlayışlar da mevcuttur. Bu tür zihniyete sahip yöneticiler, kenti örneğin dev beton yapılarla doldurmaya çalışırlar. Bunların kente ‘yapıştırdıkları’ yollar, köprüler veya yapılar, adeta Taş Devri filmlerinde kol saati kullanan kahramanları hatırlatır. Yapılanların ne yeridir, ne zamanıdır ne de bunlar bir ihtiyacın karşılanmasına hizmet etmektedir.
Yukarıda sözünü ettiğim, küreselleşme adına denenmiş kolaycı anlayışların hepsinin, ortak bir noktası var. Bu anlayışlar, bir kentin özgünlüğünü ve farklılığını yok ediyorlar. İşin ilginci, bunu da gelişme, kentleşme, çağdaşlaşma veya Batı’ya uyum sağlama adına yapıyorlar. Dünyaca ün kazanmış kentlerin tümünün, ancak belli büyüklük sınırları içinde kaldığını ve en önemlisi bu kentlerin, tarihin derinliklerinden gelen yerel özgünlükleri ile farklılıklarını koruduklarını unutuyorlar.
Ve EskiÅŸehir
Eğer bugün Eskişehir’de kısmen geleneksel özelliklerini kısmen koruyabilmiş bir Odunpazarı semti varsa, bu durum varlığını sadece ‘iyi şansa’ borçludur. Daha iyi bir yaşam için kentin kuzeyinin (Sıcaksular bölgesinin) tercih edilmesi ve Odunpazarı’nda yaşayan insanların yaşadıkları yapıları yıkıp yenilerini yapma imkânlarının bulunmaması nedeniyle; bugün geleneksel Anadolu mimarisinin örneklerini barındıran geleneksel Odunpazarı yerleşiminin bir bölümüne sahibiz. Eğer aksi bir durum olsaydı, hiç kuşkusuz; beton meraklısı yurttaşlarımız ve ‘modernci’ yerel yöneticilerimiz, geçmişte buraları da yok etmekte eksikli kalmayacaklardı. Geleneksel Mardin’i yok eden veya Van’da bir tane bile Van evi bırakmayan anlayış, ülkenin her noktasında yok etme anlayışının gereğini başarı (!) ile yerine getirmeye devam ediyor.
Günümüzde kentler arası yarışta önde olmanın ana fikri, yerel kimliklerin ve kültürün korunması ve geliştirilmesidir. Dolayısıyla mevcut olanı yok ederek insanları daha fazla tüketime teşvik eden sanal alışveriş dünyaları oluşturmak yerine; doğal, tarihî ve kültürel değerler gibi yerel özgünlüklerin korunması öne çıkarılmalıdır. Yeni kentsel mekân ve fonksiyon tasarımları, kentin tarihten gelen özgünlüğünü koruyarak ve bunları öne çıkararak gerçekleştirilmelidir.
Özgün ve Farklı Olan Eskişehir’e Özlem
Beypazarı, Safranbolu, Odunpazarı gibi yerleşim bölgelerini gezdiğimde ve yüzümü ardından ‘çağdaş’ dediğimiz kente döndüğümde her zaman aklımda bazı sorular beliriveriyor. İstanbul, Ankara, Bursa veya Eskişehir; yaşadığımız kentler ne kadar da çok birbirine benzemeye başladı. Bir kenti farklılaştıran nedir ki; bunu örneğin geleneksel Odunpazarı’nda duyumsayabildiğim halde her geçen gün Köprübaşı’nda, İstasyon Caddesi’nde daha az bulabiliyorum.
Apartmanlar arasından görebildiÄŸimiz bir parça gökyüzü, toprak kokusunu duyurmayan yaÄŸmur ve bileÅŸimi giderek bilinemezleÅŸen kar, artık kentleri birbirinden ayırabilmemizi engelliyor. Kentin adı ne olursa olsun binalar hep aynı… Biraz fark varsa bile onu da tabelalar, reklâm panoları, elektrik direkleri ve enerji hatları ortadan kaldırıp aynılaÅŸtırıyor. Her kent, gün be gün aynılaÅŸmış kimliksizliÄŸe doÄŸru ilerliyor.
Bugün ülkemizde görmeye alıştığımız sözüm ona ‘çağdaş’ kent görünümünden oldum olası rahatsızım. Ben, köy çocuğu değilim. Bir nostalji oluşturacak kadar uzun bir zaman diliminde bir köyde veya kasabada yaşamadım. Yaşamım daima kentlerde geçti. 1960’lı yıllarda Eskişehir (ya da Ankara ya da Bursa ya da bir başka kent) sanki daha bir sevecendi insanlara karşı. (Geçtiğimiz günlerden birinde Basri Köseler’le kentin bir köşesinden diğerine yürürken bu tespitte buluşmanın, beni bir çocuk gibi sevindirdiğini hatırlıyorum.) Şimdilerde kent, adeta bir iğneli fıçı; bir yandan bir yana dönmeye kalktığımızda dikenler mutlaka bir tarafımızı kanatıyor, acı veriyor.
Örneğin geleneksel Odunpazarı’nın o beni tarihe götüren (giderek örnekleri azalan) gizemli sokaklarında dolaştığımda özgün olan bir şeyler görüyorum. Bu semte, bu kente ait. Bu sokakları sağlı sollu çevreleyen geleneksel yapılar, Anadolu mimarisinin adeta seçilmiş örnekleri. Bu semte özgü. Çıkmalarıyla, payandalarıyla, pencereleriyle çatı özellikleriyle, kapılarıyla, ahşap ve madeni aksamıyla bu bölgeye farklılaştıran özelliklere sahip…
Odunpazarı’ndan yokuş aşağı birkaç yüz metre iniverdiğinde özgünlük ve farklılık yok oluyor. Hepsi birbirinin kopyası, hangi mantıkla yapıldığı belli olmayan kimliksiz, niteliksiz, çirkin yapılar sarıveriyor çevremizi. Eskişehir, koskoca bir kent bu sevimsiz yapılarla dolu… Şimdi betona esaretimizi belgelemek için bir de kentin merkezini bir garip renkte demir korkuluklarla çepeçevre sardık. Üstelikte bu görünümü, estetik ve sanatla desteklenmiş eğitimler alan mimarlar ve plancılar yapıyor. Ne acı… İşin ilginci; bu beton ve demirden üretilmiş hapishanede bunu yapanlar da yaşıyor. Mahpusluğun onları mutlu edip etmediğini merak ediyorum doğrusu.
Bu kentin öznesi kim? Bu kentte yaşamamış, örneğin geleneksel Odunpazarı’nın havasını içine çekmemiş, muhtemelen bir Eskişehir hamamında hiç yıkanmamış üç beş kent plancısı ile birkaç mimar mı? Bu kentin yerel tarihini yaratanlar ve onların torunları, kentsel imar planlarının neresinde yaşıyorlar? Bu kenti sevip bu kentte yaşayan insanların düşünceleri hangi planın yapımında etkili olmuş, hangi Eskişehirlinin ismi lejandın (plan etiketinin) bir köşesinde yer alıyor?
Kentin geçmişi ve dolayısıyla geleceği, kum taneleri gibi avucumuzdan akıp gidiyor. Her geçen gün ya Danıştay kararıyla veya siyasilerin baskılarıyla ya da rantçıların kişisel çıkar arayışlarıyla kentin bir bölümünü, yerel tarihin bir örneğini daha kaybediyoruz. İşini burada beceremeyenler yerel tarihi yok etmek için bazen Ankara’yı destek yapıyorlar.
Yıkın efendiler… Eminim, o yıktığınız binaları görüp tanıyamayanlarla kentin geleneÄŸini hatırlamalarına izin vermediÄŸiniz kuÅŸaklar, sizi de hatırlamayacaklar. Ama yok olan bir yerel tarihin ve bu mazlum kentin âhı, sizi asla hiçbir yerde ve ÅŸekilde affetmeyecek.