Seyahatnamelerde Eskişehir
Gürcan Banger
Mart 2011’de Bakış Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Aydın konusunda yazmayı, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın makalelerini toplayan bir kitabını okurken hatırladım. Ortaylı, aydının oluşumunu Rönesans’a bağlıyor. Osmanlı’da bu sürecin yaşanmamış olmasını da Osmanlı aydının gün ışığına çıkışının gecikmesi ile bağdaştırıyor. Gerçekten Osmanlı aydını, ancak 18’inci yüzyılda bir kimlik olarak gündemde yerini alıyor.
Geleneksel tarihimizi okumayı sevenlere, Türk aydınının ancak 18’inci yüzyılda filiz vermesi fikri pek ilginç gelmeyebilir. Genelde bu noktada okumuş insan ile aydın arasında bir kafa karışıklığı oluşur. Tabii ki; bu topraklardan yaşamış çok sayıda okumuş insan yaşayagelmiştir. Ama aydın olma kavramı, okumuş olma kavramından hayli farklıdır.
Osmanlı’da bugün anladığımız anlamda aydın olgusunun varolması, ağırlıklı olarak 19’uncu yüzyılda başta Babıâli olmak üzere reformcu bürokrasinin ortaya çıkışı ile yoğunluk kazanır. Osmanlı’da aydının ve aydınlanmanın gecikmesi, genelde matbaanın ülkeye geç girişine bağlanır. Bu yaklaşımda doğruluk payı olmadığını söylemek haksızlık olur.
Uzunca bir süredir Anadolu’yu odak almak üzere Eskişehir’den söz edenlere özel önem vererek geçmişte yazılmış seyahatnameler edinmeye çalışıyorum. Satışta olanların kendilerini, baskısı kalmamış olanların kopyalarını edinmeye gayret etmekteyim. Elimde 1800’lü yılların hemen başlarında yazılmış birkaç orijinal seyahatnamenin fotokopileri var. İnsanın, bu kitapların bundan ikiyüz küsur yıl önce yazıldığına inanası gelmiyor. Bu kalitede kitapları ancak 21’inci yüzyılda basabiliyoruz. Bu gerçek de, matbaanın ülke aydınının gelişmesindeki rolünü biraz olsun anlatabiliyor.
Herşeye rağmen; matbaanın, aydının gelişiminde olmazsa olmaz bir rolü olduğunu söyleyemeyiz. Bu olgunun kanıtlarını, Avrupa’nın entellktüel yaşamında bulmak mümkün. Çünkü matbaanın icadından önce de aydın niteliğini doğrulayan pek çok kişiyi Avrupa’da işaretlemek imkanı vardır.
Matbaa ve Bir Seyahatname
Prof. Ortaylı’dan edindiğim bir bilgiyi, aktarmak isterim. Avrupa’da matbaanın icadından çok önceleri, görece yüksek sayıda çoğaltılan eserler vardı. Ama ilginç biçimde bunların arasında birinci sırayı İncil almıyordu. En çok çoğaltılan kitap, bir ilmihal de değildi. Bu kitap, 1380-1440 yılları arasında yaşamış olan Johannes Schiltberger’in bir seyahatnamesiydi. Bir seyahatnameye elle çoğaltılması konusunda bu denli yoğun ilgi gösteren bir ortamın kendi aydınlarını üretmesi de çok olağandır. İnsanları cadı / büyücü diye yakan, Hıristiyanlık’ın farklı yorumlarını ölüme mahkum eden Engizisyon’un mucidi olan Avrupa, bir başka yanıyla da entellektüelin yaratıcısı oluyordu.
Yukarıda sözünü ettiğim Johannes Schiltberger’in “Türkler ve Tatarlar Arasında (1394-1427)” isimli seyahatnamesinin kitaplarım arasında varolduğunu bulmak biraz zamanımı aldı. İlk baskısı 1460 yılında Augsburg’ta yapılmış olan kitap, 1995 yılında İletişim Yayınları arasında basılmış. Schiltberger’in ilginç bir yaşam öyküsü var. 1396’da Niğbolu Savaşı’nda Yıldırım Beyazıt’a esir düştükten sonra, 1402’de Ankara Savaşı’nda Beyazıt’ın yenilmesiyle Timur’un köleleri arasında katılmış.Asya’da geçen 30 küsur yıldan sonra 1427’de ülkesine dönebilmiş. Yanlışları ve eksikleriyle de önemli bir döneme tanıklık eden bir belge.
Diğer yandan; El Herevi, Âşık Mehmet ve benzerleri gibi Arap, Türk / Osmanlı seyyahlar tarafından kaleme alınmış daha pek çok el yazması seyahatname var. Bunlardan ancak özel koşullarda araştırmacılar yararlanabiliyor. Ama ne yazık ki, bunların günümüz Türkçe’si ile basılmış olanları yok. Basılanların bir kısmının da bulunabilirliği kalmamış. Bu vesile ile bunların tekrar entelektüel yaşama kazandırılması konusunu hatırlatmış olayım.
Anadolu Tarihi ve Seyahatnameler
Osmanlı tarihi, büyük ölçüde saray tarihidir. Bu nedenle Anadolu hakkındaki bilgilerin ciddi bölümünü (çoğunlu yabancı olan) seyyahların yazdıklarından öğreniriz. Sözünü ettiğim bu okul hakkında da birkaç seyahatname dışında fazlaca bilgi yoktur. Bir bölüm bilgi de salname adı verilen yerel / bölgesel resmî yıllıklardan elde edilebilir.
Yabancı gezginlerin Osmanlı’nın üzerinde kurulduğu geniş topraklar konusunda yazdıklarına da dikkatle yaklaşmak gerekir. Genelde Avrupalı devletlerin başkanları veya üst düzey yöneticileri tarafından görevlendirilerek gelen seyyahların pek çoğu bu topraklarda bilgi toplamayı hedeflemişler. Anadolu’nun zenginliklerini talan etme düşüncesiyle gelenlerin sayısı da az değil. Anadolu’ya gelen gezginlerin seyahatlerinin arka planındaki farklı niyetlere rağmen unutulmuş Anadolu hakkında pek çok eksik bilgimizi tamamladıkları da bir başka gerçektir.
Dernschwam Seyahatnamesi
16’ıncı yüzyılda Anadolu’yu anlatan en önemli seyahatnamelerden birisi, Hans Dernschwam’ın “Tagebuch einer Reise nach Konstantinopel und Kleinasien (1553/55)” isimli gezi günlüğüdür. Seyahatname, Prof. Yaşar Önen’in Türkçeleştirmesi ile 1992 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları Tercüme Eserler Dizisi arasında “İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü” ismiyle basılmıştır. Günlük, Dernschwam’ın 1553-1555 yıllarında arasında yaptığı uzun seyahati anlatmaktadır. Bu dönemde çok sayıda Alman seyyahın Türkiye’ye geldiğini gözlüyoruz. Bunlar arasında Ogier Ghiselin de Busbecq, Stephan Gerlach, Salomon Schweigger, Melchior Besold, Hans Leunclavius ve Hans Dernschwam ilk elde sayılabilecekler arasında yer alır. Bu ve benzeri gezginlerin bazılarının anıları değişik zamanlarda Türkçe olarak da basılmıştır; ama ne yazık ki, pek çoğunun baskısı kalmamıştır.
1494-1568 yılları arasında yaşamış olan Hans Dernschwam, Bohemya’nın Almanya sınırları içinde olduğu bir dönemde Brux kentinde doğmuştur. Felsefe Fakültesi’nde eğitim görürken Roma ve Yunan klasikleri ile tarih ve coğrafya yazarlarına ilgi duymuştur. Batılıların Küçük Asya dediği Anadolu’ya olan seyahati sırasında tuttuğu günlüklerindeki dilden ve yaklaşımdan yeterli eğitim almış bir kişi olduğu kolayca anlaşılır. Örneğin; seyahati sırasında gördüğü tarihî eserlere ve kültür özelliklerine bilimsel bir gözle bakmış, aynı titizlikle resimler ve krokiler çizmiş, notlar almıştır.
60 yaşlarına yaklaştığı 1553 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul’u görme arzusu ile yola çıkmıştır. Bu yıllarda Osmanlı’nın başında Batılıların Muhteşem Süleyman olarak isimlendirdikleri Kanunî Sultan Süleyman bulunmaktaydı. Dernschwam, yıllık vergiyi ödemek ve bazı görüşmeler yapmak üzere İstanbul’a doğru 22 Haziran 1553’te yola çıkan resmî heyete dâhil oldu. Heyette Piskopos Anton Vrancié ve Başkomutan Franz Zay vardı. 25 Ağustos 1553’te Altın Boynuz olarak isimlendirdikleri Haliç’e ulaştılar. Bu sırada Padişah, başkentte değildi; ordunun konakladığı Amasya’da bulunuyordu. Macaristan Kralı Ferdinand tarafından heyet başkanı olarak görevlendirilen Ogier Ghiselin de Busbecq (-ki bu kişi, Anadolu hakkında “Türk Mektupları” adıyla anılarını yazmış seyyahlardan birisidir) ile birlikte Amasya’ya doğru yola çıktılar. Heyet, Kastamonu Vilayeti üzerinden 7 Nisan 1555’te Amasya’ya ulaştı. Büyük zorluklar çektikleri yol boyunca Gebze, İzmit, İznik’e uğramışlar; Porsuk Çayı’nı izleyerek Ankara, Çorum ve Elvan Çelebi yolu ile Amasya’ya varmışlardır. İstanbul – Amasya seyahati, 9 Mart – 8 Nisan 1555 tarihleri arasında gerçekleşmiştir.
2 Haziran 1555 tarihine kadar Amasya’da kalan heyet, başarı elde edemeden bu tarihte İstanbul’a dönmek üzere tekrar yola çıkmıştır. Dernschwam, 1555 yılının Temmuz sonlarına doğru memleketine geri dönebilmiştir.
Dernschwam, 16’ncı yüzyılda Macaristan’dan Amasya’ya kadar olan Osmanlı topraklarını gezmiş ve günlüğünde ayrıntılı olarak anlatmıştır. Kanunî Dönemi’nin çok ayrıntılı ve olabildiğince doğru bir resmini çizmektedir. Türk Korkusu’nu yaşayan pek çok Hıristiyan gibi bazı varsayım ve kabullerin yanlışlığına takılsa da, oldukça gerçekçi izlenimler sunmaktadır.
Eskişehir kent merkezine (Sultanönü’ne) uğramamakla birlikte; Sakarya-Porsuk Vadisi’ndeki yerleşim yerleri ve buralardaki yerleşik kültüre ilişkin oldukça önemli bilgiler vermektedir. Uzun seyahati boyunca gördüğü tüm kaya işaret ve yazılarını, tarihî eserlerin kaba krokilerini, yapılarla ilgili detayları çizmiştir.
Uzun süre aradığım (1992’de Bakanlık tarafından basılmış) Dernschwam Seyahatnamesi’ne bir tesadüf eseri bir değerli arkeolog arkadaşımın yardımıyla eriştim. Tarihe ve seyahatnamelere meraklı iseniz, kütüphanelerden birisinde bulabileceğiniz bu kitabın mutlaka okumanız gereken bir eser olduğunu belirtmeliyim.
Âşık Mehmet Bin Ömer ve Menâzırü’l-Avâlim
Âşık Mehmed bin Ömer’in “Menâzırü’l-Avalim” isimli eserini 2007 yılı içinde Türk Tarih Kurumu (TTK) yayınladı. Günümüz Türkçesi ile “Âlemlerin Görüntüleri” demek… Sözün kısası; Mahmut Ak’ın ayrıntılı çalışmalarının eklenmesiyle TTK tarafından üç cilt halinde basılan bu kitap, 16’ncı yüzyılın ikinci yarısı ile 17’nci yüzyılın başlarında yaşamış olan Âşık Mehmed’in seyahatnamesi. Âşık Mehmed’in 1556 veya 1557 yılında Trabzon’da doğduğu tahmin ediliyor. Ölüm tarihi ise daha belirsiz… 1613 olması muhtemel.
Seyahatnameyi tanıtan bilgiler, Mahmut Ak’ın tahlilleri ve dizini içeren birinci cilt, 471 sayfadan oluşuyor. Seyahatnameyi oluşturan ikinci ve üçüncü ciltler ise toplam 1866 sayfa.
Menâzırü’l-Avalim’e seyahati sırasında Eskişehir’e uğramış seyyahların yazdıklarını bulmaya çalıştığımda rastlamıştım. Birinci ciltteki haritayı incelediğimde; Âşık Mehmed’in o tarihlerde hâlâ unutulmuş küçük bir yerleşim olan Eskişehir’e uğradığına dair bir izlenim edinmiyorum. Ama Eskişehir’de söz eden seyyahlardan biri olarak Âşık Mehmed’in hakkını vermek lazım.
Gerek Âşık Mehmed’in seyahatnamesinde yazdıklarından gerekse kitabı TTK için hazırlayan Mahmut Ak’ın notlarından, yazarın Eskişehir ve Kütahya hakkında Mevlevî dervişi Yûsuf Eskişehirî’den bazı bilgiler aldığını öğreniyoruz. Kitabı hazırlayan Ak’ın aktardığına göre; Yûsuf Efendi çevresiyle ilgili, bilgiye meraklı bir kişidir. Eskişehir dışında Kütahya gibi başka yerlerde de bulunmuş ve oralar hakkında bilgiler edinmiştir. Âşık Mehmed, seyahatnamesinde Yûsuf Eskişehirî’ye dayanarak Yoncalı ve Eskişehir kaplıcaları ile Eskişehir ve Kütahya yerleşimlerinden söz etmektedir.
Elimdeki Osmanlı dönemi bilgin, devlet veya din adamı, derviş ve benzeri aydınlar hakkında derlenmiş bilgileri içeren kitaplara göz attığında Mevlevî dervişi Yûsuf Eskişehirî hakkında bir bilgiye erişemedim. Dolayısıyla malum dervişin bu yöre hakkında yazılı eser veya not bırakıp bırakmadığı hususunu doğrulayamadım. Kanımca imkânlar elverdiğince araştırmaya değer bir konudur.
Üç ciltlik bir seyahatname çalışmasını bir köşe yazısı kapsamında özetlemek, takdir edersiniz ki, kolay değil. Ama bu konuda çalışmaya meraklı olanlar için Âşık Mehmed’in Eskişehir hakkında yazdıklarının bir bölümünü günümüz Türkçesine çevirerek aktarmak isterim.
“Mevlevî derviş Yûsuf Eskişehirî’den öğrendiğime göre; Eskişehir kaplıcası, Eskişehir’in bağ ve bahçelerinin sonundadır. Kaplıca ile şehir merkezi arası iki mile yaklaşır.” Yazar, devamla bu dervişten öğrendiğine göre bir kadının kaplıca üzerine hamam yaptırdığını ifade eder.
Seyahatnamenin bir başka bölümünde ise Âşık Mehmed, 1590’lı yılların sonlarındaki Eskişehir hakkında Derviş Yûsuf’tan aldığı bilgileri aktarır: “Eskişehir, Bursa’nın doğusundadır. İki şehir arası bir günlük mesafedir. İstanbul’dan Eskişehir’e giden şehre güneyden ulaşır. Eskişehir, Kütahya’nın doğusundadır. İki şehir arası bir günlük mesafedir. Çarşı, Eskişehir’in güneyindedir. Eskişehir’in dört tarafı bağ, bahçe ve bostandır.”
Osmanlı döneminde resmi tarih dışında yeterli kaynak bulunmadığı için Menâzırü’l-Avalim özel bir öneme sahip. Meraklısına öneririm. Çünkü her eser, her kopya numaralanmış olarak sadece 2000 adet basılmış.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi
Kendi ifadesiyle Evliya Çelebi 10 Muharrem 1020’de (miladi takvimle 25 Mart 1611’de) İstanbul’da doğmuştur. Ne zaman öldüğü konusunda kesin bir tarih olmadığı gibi, mezarı hakkında da ancak bazı tahminler yapılmaktadır. Seyahatnamesinde söz ettiklerinden soy ağacının Hoca Ahmet Yesevi’ye dayandığı anlaşılmaktadır.
Evliya Çelebi’nin iyi bir öğrenim gördüğü tahmin edilmektedir. Muhtemelen ilkokulu, kendi mahallesinde sıbyan mektebinde okumuştur. Daha sonra Şeyhülislam Hamid Efendi Medresesi’nden 7 yıl eğitim görmüştür. Seyyah yazarın bu medresedeki en ünlü arkadaşı, Cinci Hoca lakabıyla tanınan Safranbolulu Softa Hüseyin’dir.
Evliya Çelebi’nin kendi ifadesine göre; Evliya Mehmet Efendi’den hıfza (Kur’an ezberine) çalışmış ve Sadizade Dar-ül Kurrası’nda (usulüne göre Kur’an okuma okulu) 11 yıl eğitim görmüştür. Ayrıca babası Mehmet Zılli Efendi’den taş üzerine yazı yazma konusunda beceriler edinmiştir.
Daha sonra Enderun-u Hümayun’a (padişah sarayının iç kısmı) girmiştir. Burada müzik bilgisi, sesinin güzelliği ve dinî bilgileri ile dikkat çekmiştir. Saraya alınışı Dördüncü Murat’ın emri ile olmuştur. 1640 yılına kadar bu arada kalarak eğitimini tamamlamıştır. Bu sırada Rumca öğrendiğini de biliyoruz.
Seyahatnamede kendisini tanımladığı bölümlerden Çelebi’nin zayıf, narin ve çocuk yapılı bir bedene sahip olduğunu öğreniyoruz. Buna karşılık hareketli, çevik, güzel ata binen, cirit armasını bilen bir kişi olduğunu yine seyahatnameden okuyoruz.
Yine kendi ifadesine göre Evliya Çelebi, hiç evlenmemiştir. Sürekli seyahat etmesi, yerleşik bir yaşama geçerek evlenmesine engel çıkarmış olabilir. Diğer yandan Evliya Çelebi, sıcak insan ilişkileri kurabilen, iletişim yeteneği yüksek, genelde herkes tarafından sevilen bir kişidir. Evliya Çelebi, güzel konuşur ve adaleti seven yapısıyla da dikkati çeker. İçten ve sıcak yapısına karşılık pek çok eski dönem yazarında görülen dalkavukluğun, Evliya Çelebi’ye yakıştırılması mümkün değildir. Gereğinde beğenmediklerini eleştirmekten çekinmez.
Bir seyyahta olması gereken araştırma ve inceleme merakı, Çelebi’de son derece gelişmiştir. Gördükleri ve duyduklarını en ince ayrıntısına kadar araştırır ve not eder. Gezip gördüğü yerlerdeki kültürü, mimariyi, yaşam biçimini ve söylentileri hoş bir dille aktarır. 17’nci yüzyılda (1635-1682 yılları arasında) yazılmış olan ve İstanbul’da başlayıp Mısır’da tamamlanan Evliya Çelebi Seyahatnamesi, dünya gezi edebiyatının en önemli eserlerinden birisidir.
Seyahatname’de Eskişehir
Evliya Çelebi, Eskişehir ve yöresi ile izlenimlerinin önemli bölümünü Seyahatname’nin ikinci cildinde “1048 Senesi Şaban Ayının Sonlarına Doğru Üsküdar’dan Şam’a Giderken Konduğumuz Menziller” başlığı altında anlatır.
Evliya Çelebi, Eskişehir’e Söğüt üzerinden Ertuğrul Gazi Türbesi’ni ziyaret ettikten sonra gelir. Önce Eskişehir Kalesi’ni tarif eder: “Kaleyi, Bursa tekfuru yaptırmıştır. Tarihçiler bu şehri de Sam’ın yaptırdığını söylerler. Eskiden büyük bir şehir imiş. Halen eserleri görülmektedir.” Şöyle devam eder: “Burayı 731 (hicri) tarihinde, Rumlardan Orhan Gazi almıştır. Bugün Anadolu eyaletinde hâkimlik ve yüzeli akçelik kazadır. Zengin ve sipahisi çoktur. Kadısının geliri altı kesedir.”
Sözünü ettiği kalenin harap edilmiş olduğunu söyler ve gördüğü çevreyi tanımlar: “Kalesi harap olduğundan dizdarı yoktur. Şehir onyedi mahalledir. Evleri bağ ve bahçeli olup gayet güzeldirler. Epeyce cami ve mescid vardır. Medreseleri varsa da kâgir değildir. Yedi ilk mektebi, yedi tarikat tekkesi, yedi hocalar hanı vardır. Çarşısı sekizyüz kadar dükkândan ibarettir.”
Evliya Çelebi, duygusal ama yaşama olumlu bakan bir kişidir. Eskişehir’i de hoş ifadelerle anlatır: “Havasının letafetinden güzelleri çoktur. Halkı sevilen kimselerdir. Çuka ve çoğu akmişe giyerler. Şehrin dört çevresi gül bahçeleri, bağ ve bostan olup, tahılları bol ve zengin bir yerdir. Hatta Paşa efendimize bu şehir halkından bin aded koyun, yedi at, üçyüz araba arpa ve bu nevi erzak hediye olarak geldi.”
Eskişehir, tarihte orduların yaralı askerlerin tedavi sonrası dinlendiği bir kaplıca yöresi olarak bilinir. Yapılan kazılardan ve eski seyyahların yazdıklarından Eskişehir sıcak su kaynaklarının çok eski yıllardan beri kullanıldığı anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi de Eskişehir’in bu zenginliğinden söz eder: “Şehrin kuzey kısmında, bağ ve bahçeler içinde, kâgir kubbeler ile örtülü güzel hamamlardır. Yüz metre kare büyüklüğünde olan büyük havuzu sıcak su ile doludur. Suyu gayet sıcak olduğundan, soğuk su katınca normal hale gelir. Gayet faydalıdır. Parmaklarda bulunan gümüş renkli yüzükleri sapsarı eder. Uyuz ve cüzam hastalıklarına iyi gelirse de, Bursa kaplıcaları gibi binaları tam teşkilatlı değildir.” Anlaşılıyor ki; Eskişehir’in sıcak su zenginliği o yıllarda da yeterince değerlendirilmemektedir. Bu zafiyet, bugünlere kadar uzayıp gelmiş.
Evliya Çelebi’nin dâhil olduğu heyet daha sonra Eskişehir merkezinden Seyit Gazi Kasabası’na geçer. Seyit Gazi’nin yaşam öyküsünden, tekkeden ve kasabanın halinden söz eder. Seyitgazi’yi şöyle anlatır: “Kasabanın kalesi bir tepe üzerinde olup haraptır. Varoşu yüzeli haneli, bağlı – bahçeli, cami, hamam, han ve çarşısı olan bir kasabacıktır. Hatta aşağı derede kiremit örtülü yetmiş ocaklı bir büyük han vardır ki, Bağdad Fatihi Murad Han’ın silahtarı ve musahibi Mustafa Paşa Bağdad seferine giderken yaptırmıştır. Bunun etrafında El – Mevla Taceddin’in kabri vardır.”
Seyitgazi kasabasını tanımlamaya şöyle devam eder: “Burası yüzeli akçelik kazadır; kethüda yeri, yeniçeri serdarı, ayan ve eşrafı vardır. Fakat müftü ve nakibi yoktur. Camilerinden Rüstam Paşa Camii, Süleyman Han’ın veziri tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Güzel ve Aydınlık bir camidir.” Evliya Çelebi’nin kervanı, Seyitgazi’den ayrılarak 6 saatlik yoldaki Şebinhisar’a (Akşar’a) doğru yola çıkar.
Tournefort Seyahatnamesi
Fransız bitkibilimci olan Joseph Piton de Tournefort’un 18’inci yüzyılın başında Doğu’ya yaptığı gezi nedeniyle yazdığı seyahatname Türkçe olarak Haziran 2005’te Kitap Yayınevi tarafından basılmış. Editörlüğünü Osmanlı ve Türkiye çalışmaları ile tanınan Stefanos Yerasimos’un yaptığı Joseph de Turnefort’un kitabının adı “Turnefort Seyahatnamesi” olarak düzenlenmiş. Seyahatname, ilk kez 1717’de Paris’te yayınlanmıştır. 1741’de İngilizceye ve 1776’da Almancaya çevrilerek basılmıştır. Gezi kitapları konusunda bir klasik olarak kabul edilir.
Botanikçi olan Tournefort, 1656’da Fransa’da Aix in Province’de doğmuş ve 1708’de Paris’te ölmüştür. Okul yıllarında ilahiyat ile ilgilenmesine rağmen 1677’de ilgisi birden bitki bilimi üzerine dönmüştür. Montpellier ve Barcelona’da tıp üzerine çalışmalar yapmıştır. 1683’te profesörlük unvanı verilmiş ve Paris Bitki bahçesi’nin yöneticiliğine getirilmiştir. 1692’de Bilimler Akademisi üyesi olmuş, 1698’de tıp doktoru unvanını almış ve 1702’de College de France’da tıp profesörü olarak görev almıştır. Tournefort, botanik alanında bir buluşçu olarak kabul edilir ve kendi adıyla anılan bir yapay bitkiler sistemi ile ünlüdür.
Başta Pireneler bölgesi olmak üzere genç yaşlarında pek çok kez Batı Avrupa’ya seyahatler yapmıştır. 1700 ile 1702 yılları arasında Yunanistan üzerinden geçerek Doğu’ya bir seyahat yapmıştır. 14’üncü Louis ve bakanı Pontchartrain’in talimatıyla yapılan bu seyahat, yukarıda sözünü ettiğim kitaptaki gezi anılarının kaynağını oluşturur. Bu seyahatin amacı, yeni bitkiler bulmak olmasına karşın Tournefort, bununla yetinmemiş ve bölgedeki diğer gözlemlerini de yazmıştır. Bu seyahat anıları sayesinde Avrupa’nın Aydınlanma Çağı döneminde Doğu’nun nasıl bir görünüme sahip olduğu konusunda bilgi edinme fırsatı doğmuştur. Bu seyahat sırasında Tournefort’un 1356 yeni bitki türü bulduğunu da ekleyeyim.
Tournefort’un seyahatnamesi iki kitaptan meydana gelir. Bu iki kitap, Türkçe baskıda ayrı bölümler halinde ama tek cilt olarak bir araya getirilmiştir. Seyahatnamenin birinci kitabında Tournefort’un Yunan adalarına yaptığı geziler anlatılmaktadır. Büyüklü küçüklü 35 dolayında adayı ziyaret eden Tournefort, korsanların halka yaptığı zulümden acımasız yöneticilere kadar pek çok değişik konudan söz eder. Bu arada gözlediği toplulukların günlük yaşamları ile kültür ve inanç özelliklerini anlatır.
İkinci kitap, daha çok Küçük Asya’ya (Anadolu’ya) ayrılmıştır. İstanbul hakkındaki gözlem ve izlenimleri ayrıntılı olarak yer alır. 18’inci yüzyılın başlarında Anadolu’nun nasıl bir görünüm verdiğini ayrıntılı olarak kaleme almıştır. Gezinin bu bölümünde Tokat, Trabzon, Kars, Ağrı, Amasya, Ankara, Erzurum, Bursa ve İzmit ile sayısız Anadolu kasabasını gezer ve anlatır. Gezinin devamında Erivan ve Tiflis’e de uğrar ve buralardan söz eder. Kitapta seyahatin daha kolay anlaşılmasını sağlayan haritalar var. Yazar, seyahati sırasında gördüğü bazı ilginç yer ve nesnelerin el çizimlerine de yer vermiş.
Tournefort, seyahatinin ikinci bölümünde Eskişehir yakınlarından da geçer. Mihalıççık Kayı Köyü, Muttalıp ve Bozüyük’e uğradığı anlaşılıyor. Bu bölümden biraz alıntı yapmakta yarar var: “9 Kasım. Gene aynı ovada yedi saat yürüdük. Çok hoş kıvrımlar çizen küçük bir ırmağın tarlalarını suladığı birçok köye rastladık. İstediğimizi yapıp Eskihisar’a gidemedik, bu kente bir mil uzaklıkta bulunan Munptalat’ta (Muttalıp) kötü bir handa kaldık. Türklerin Eskihisar adını verdikleri her yer, tıpkı Rumların Paleokastron adını verdikleri yerler gibi, Eskiçağ yapıtları bakımından ilgi çekicidir. Çünkü her iki sözcük de eski kale anlamına gelir. Eskihisar’da eski mermerlerle dolu oldukça güzel bir kent olduğu söylendi bize; Eskihisar Bursa’ya giden ana yolun solunda kalır.” Kitabın editörü Yerasimos, bir başka gezgin Paul Lucas’ın anılarına bağlayarak Eskihisar’ın Eskişehir olduğu açıklamasını yapıyor.
19’uncu Yüzyılda Eskişehir
20’nci yüzyıl öncesinde Eskişehir’in tarihini bizden birileri yazdıysa da; elimize ulaşmadı. Yerel tarih adına Osmanlı tarihçilerinin satır aralarına sıkıştırdıkları birkaç cümleden bir şehir tarihi çıkarmaya çalışıyoruz. Devletin vergi, nüfus, mahkeme ve vakıf kayıtlarından kemik sıyırırcasına üç beş bilgi lifi yakalamaya çabasındayız. Her memleketi anlatmada cömert davranan Evliya Çelebi bile Eskişehir konusunda cimri davranmış. Matrakçı Nasuh’un minyatür kitabındaki birkaç resimden bu şehrin tarihini okumayı deniyoruz.
Eskişehir’in unutulmuş bir yerleşim olarak görünmesinde Osmanlı’nın kuruluşundan sonra uzun süre arka planda kalmasının etkisi var. İçinden geçen Porsuk Çayı’na ve merkezde sıcak su kaynağına sahip olmasına ve Anadolu’da önemli bir geçiş noktası özelliğine sahip bulunmasına karşın Eskişehir, 19’uncu yüzyıla kadar silik bir görüntü vermiş. Bursa, Kütahya ve Konya hızla gelişmeye devam ederken Eskişehir, derin bir sessizlik ve yalnızlık içinde kalmış. Ta ki Kafkasya ve Trakya’dan göçler almasıyla ve Bağdat Demiryolu’nun yapılmasıyla makûs talihi değişene kadar…
Eskişehir hakkında bildiklerimizin pek çoğunu seyyah, asker, diplomat veya başka kimliklere sahip olarak Anadolu’yu ve Ortadoğu’yu gezerek anılarını yazmış yabancılara borçluyuz. Chaput, Cox, Cuinet, de Tournefort, Kinneir, Leake, Lucas, Meier, Ramsay, Texier ve Haspels bunlardan birkaçı… Muhtemelen şu anda hatırlayamadığım başkaları da vardır. İşin ilginci, Eskişehir hakkında yazanlar, genelde bu isimleri veya başkalarını referans listelerinde vermelerine rağmen, sözü edilen yazarlara ait kitapların orijinallerini veya çevrilmiş baskılarını bulmak kolay değil. Bazılarının ise adı var, kendi yok. Orijinal veya çevrilmiş; bulabildiğimiz yazılı kaynaklarda da (önceleri Sultanönü olan) Eskişehir hakkında yazılanlar birkaç cümleyi geçmiyor.
Yabancı seyyahlar arasında gerçekten sağlam gözlemci olanlar mevcut. Gördükleri her işlenmiş tarihî taş parçasını resimlemiş veya üzerindeki yazıları not almışlar. Ama genelde yazılanların pek çoğu, kulaktan dolma bilgilerden oluşuyor. Yerel topluluğu ve kültürü iyi tanımadıkları için (iyi yetişmiş bir araştırıcı da değillerse) duyduklarını ya da kendilerine aktarılanları sorgulamadan yazmışlar. Özellikle Hıristiyan yazarların, Türkler hakkında yazdıkları bazı olumsuzlukların gerçekleri ifade edip etmedikleri konusunda emin olamıyoruz. Gerçekler ile Hıristiyanların Türklerden nefreti çoğu zaman birbirine karışıyor.
Eskişehir, Osmanlı’nın kuruluşuna tanıklık etmiş bir şehir olması yanında; zaman zaman Rum ve Ermeni gibi değişik etnik ve dinî kimliklere de yurt olmuş. Bulunabilen kitaplarda veya seyahatnamelerde azınlıkların durumu ve nüfusu hakkında bir tutarlılık yakalamak kolay değil. Farklı kaynaklarda hayli farklı sayısal değer ve özelliklerden söz ediliyor. Konu, abartmadan inkârcılığa varan değişik boyutlarda arz-ı endam ediyor.
19’uncu Yüzyılda Barkley Seyahatnamesi
“Anadolu ve Ermenistan’a Yolculuk” isimli seyahatnamenin yazarı Henry C. Barkley. Kesit Yayınları tarafından Nisan 2007’de yayınlanan kitabı Türkçeye Nil Demir çevirmiş. Kitabın orijinal ismi, “A Ride Through Asia Minor and Armenia”. Orijinal kitabın alt başlığı şöyle düzenlenmiş: “Müslüman ve Hıristiyan sakinlerin karakterleri, davranışları ile gelenek göreneklerinin bir resmini veriyor.” Orijinal kitabın kapağında yazarın “Tuna ve Karadeniz Arasında” ve “Savaştan Önce Bulgaristan” isimli kitapların da yazarı olduğu belirtiliyor.
Henry C. Barkley’in bir İngiliz demiryolu mühendisi olduğunu biliyoruz. Balkan’larda demiryolu döşenmesi işinde görev yapmış. Balkanlar ve Anadolu’da yaptığı gezi anıları ile ilgili notlar almış. Bunların 1891’de basılması ile sözünü ettiğim bu kitap oluşmuş.
Barkley’in anılarında Eskişehir’i anlattığı bölümlerden (bazı kısımları yeniden çevirerek) bazı alıntılar vermek istiyorum. Bursa’dan Eskişehir’e gelişini şöyle anlatıyor: “At üstünde uzun bir yolculuk oldu. Yolların kuru ve havanın iyi olmasına şükrettik. Güneş tepelerin arkasında kaybolurken önümüzde Sakarya Nehri’nin kollarından birisinin kıyısına kurulmuş olan Eskişehir’i gördük. Şehrin etrafı birkaç mil boyunca alçak, yuvarlanmış ve verimsiz görünümlü tepelerle çevrilmişti. Günışığından yararlanabilmek için hızlandık. Fakat şehrin dar sokaklarına eriştiğimizde yer bulabilmek için hanları peşpeşe dolaşmak zorunda kaldık. Kalabalık hanlarda bize yer yoktu.”
Barkley Eskişehir anılarına İngiliz kuşkuculuğu ile şöyle devam ediyor: “Eskişehir’e Ekim’in 1’inde (1878) varmıştık ve 3’üne kadar kaldık. Yataktan çıktığımız andan tekrar girene kadar birçok ziyarette bulunduk. Türkler, Rumlar ve Ermenilerden aldığımız birçok yerel bilgiyle tıka basa dolduk. Ama eskiden öğrendiğimize göre, Doğu’da verilen bilgilerin ‘bire bin katılarak’ anlatıldığını varsaymalıydık. Bu yüzden, bize ballandırılarak anlatılmış hikâyelerin iki veya üç tanık tarafından teyit edilenlerinden söz edeceğim.”
Barkley’in anlattıklarından, Osmanlı’nın kuruluş sonrasında Eskişehir’i unuttuğuna yönelik kendime bir doğrulama çıkaracağım. Evliya Çelebi’nin 17’nci yüzyılda biraz övgü ile söz ettiği şehir hakkında İngiliz seyyah, 19’uncu yüzyılda şunları ifade ediyor: “Öncelikle, Eskişehir, yaşamak için güzel (hoş) bir yer değil. Nehrin hemen kıyısında kurulduğu için sıtma her zaman burada hüküm sürecek gibi görünüyor. … Aslında burası, eğer sıtmayla başa çıkabilirse, Türk için Anadolu’daki en uygun yerdi. Topraklar verimli ve ucuz, en yakın limanla arasındaki mesafe, ürününü satmayı engelleyecek kadar uzak değil.”
Hemen hemen tüm yabancı seyyahlar, Eskişehir’den ihraç edilen lületaşından söz eder. Barkley, lületaşı hakkında şu bilgileri veriyor: “Her yer lületaşı yataklarıyla dolu ve madenler şehre sadece dört saatlik uzaklıktaki bir tepede kurulmuş. Madenleri ziyaret etmedik ama anlatılanlardan en ilkel şartlarda çalıştıklarını çıkardık.”
Horvath Seyahatnamesi
“Anadolu 1913” adını taşıyan Béla Horvath imzalı gezi anıları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları arasında Tarık Demirkan’ın Türkçesi ile basılmış. İlk baskısı 1996’da yapılmış. Kitabın ilk baskısı, Macarca olarak 1929’da Budapeşte’de basılmış. Kitabın orijinal ismi “Türkiye’nin Kalbinde, Anadolu’da 2300 Kilometre” olarak belirlenmiş. Türkçeye çevirisi sırasında 1913 Anadolu’sunu anlattığını ifade etmek üzere “Anadolu 1913” ismi benimsenmiş.
Béla Horvath, bir Macar araştırmacıdır. Siyasal bilimler ve ekonomi eğitimi görmüştür. Kendi anadili yanında Almanca, Fransızca ve Türkçe bilirdi. Çeşitli yerel yönetim görevlerinde bulunmuştur. Yaşamı boyunca edebiyat yazıları dışında bilimsel kitaplar ve makaleler yazmıştır. Yukarıda sözünü ettiğim seyahatnamesi dışında “Atatürk’ün Biyografisi” ve “Macaristan’da Protestanlık” isimli kitapları vardır.
Horvath, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Türkiye’ye gelmiştir. Aldığı Budapeşte Turan Cemiyeti ve İstanbul Tahsil-i Sanayi Cemiyeti referansları ile Anadolu’da 2300 km’lik uzun bir yolculuğa çıkmıştır. Bu gezi sırasında İstanbul, Konya, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Kırşehir ve Ankara’ya uğramış, bu illerle bunlara bağlı yörelerde gözlemlerde bulunmuştur. Bu seyahatler sırasında pek çok kişi ile görüşmüş, notlar almıştır. Görüştüğü kişiler arasında devlet adamlarından subaylara, aydınlardan sıradan halk insanlarına kadar değişik bir zenginlik vardır. Seyahatnamesi, 1913’teki Anadolu’nun renklerinden örnekler verir.
Horvath, kitaba yazdığı Giriş bölümünde bu çalışması hakkında şöyle bir yargıda bulunuyor: “… bu kitaba önem kazandıran bir başka husus da, Macar halkının kendi dilinde okuyabileceği, bu akraba halkı tanıtan, onun hayat tarzını, erdem ve eksikliklerini bütünsellik içinde aktaran bir kitabın şimdiye kadar yayınlanmamış olmasıdır. Kitap bu eksikliği de doldurmak istiyor.”
Seyahat 1913’te yapılmış olmasına rağmen kitap ilk kez ancak 1929’da basılmıştır. Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, kendi geleceğini oluşturmak için yoğun çabalar içindedir. Horvath, Giriş bölümünde bu konuya da değiniyor: “Türklerin olağanüstü bir hamleyle dünya tarih sahnesine muhteşem geri dönüşü, bizim acılar içinde kıvranan mazlum ulusumuzun kararan gökyüzünde parlayan bir umut yıldızı gibidir.” Bence Horvath’ın bu sözleri, tarihten neyin öğrenilmesi gerektiği konusunda ciddi bir ipucudur.
Horvath’ın İstanbul Haydarpaşa’dan Konya’ya doğru olan tren yolculuğunda zorunlu olarak uğradığı kentlerden birisi de Eskişehir. Bu kente ilişkin gözlemlerinden birkaç cümle aktarmak istiyorum: “Trenimiz akşama Eskişehir’e ulaşıyor. Yolcular treni terk etmek zorundalar. Çünkü Anadolu’da trenler sadece gündüz hareket halinde olabiliyor. Trende bulunan herkes eşyalarını toplayıp otellere taşınıyor. Yarın sabah tekrar yola çıkılacak.”
“Biz, tam 22 yıl önce Avusturya’dan bu kente taşınan yaşlı Tadeus Teyze’nin oteline yerleşiyoruz. Çok sempatik olan bu yaşlı kadın yabancı ve yerli yolcular tarafından çok sevilen bir otel işletiyor.” Bu yaşlı hanımdan ve otelinden Halide Edip de “Türkün Ateşle İmtihanı” isimli eserinde söz ediyor.
“Bu şehir yılda neredeyse 1,5 milyon pengö (Macar para birimi) değerinde lületaşı pipo ihraç ediyor. Taştan oyularak şekillendirilen bu şahane pipoların … bu kadar çok satılması, eğer ulaşım sağlanmışsa yörelerin kalkınmasının ne kadar kolay olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Bu ufacık köy (Eskişehir) yirmi yıl içinde gerçekten hızla büyüyen bir şehir görünümü almasını bu ürüne borçlu.”
Son olarak; Anna Masala
Kültür Bakanlığı’nın Turizm’den ayrı olduğu dönemde basılmış, Dünya Edebiyatı dizisine dâhil, “Türkiye’ye Aşk Mektuplarım” başlıklı kitap, Anna Masala imzasını taşıyor. 2002’de ikinci baskısını yapmış.
İtalyan ve İspanyol bir aileden gelen Bayan Anna Masala, 1934 yılında İtalya Roma’da doğmuş. Roma La Sapienza Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Türkoloji uzmanı Profesör Ettore Rossi’nin son öğrencisi olarak mezun olmuş. Okul yaşamında ve sonrasında; İtalyanca, Latince, Farsça, İbranice ve Türkçe öğrenmiş. 1968-1972 yılları arasında Roma Üniversitesi Şarkiyat (Doğu bilimi, oryantalizm) Enstitüsü’nde Türk dili öğretmiş. Bu zaman diliminde sıklıkla Türkiye’yi ziyaret ederek Türk kültür ve folkloru ile yakından ilgilenmiş, İslamiyet hakkında incelemeler yapmış. 1972 yılında Roma Üniversitesi’nde profesör unvanını almış. 1982’de ise akademik kariyerinin üst noktası olan ordinaryüs profesör unvanını kazanmış. Çok sayıda kitap ve makalesi ile çeşitli ödül ve madalyaları var.
Anna Masala, ilk Türkiye seyahatini 8 Ağustos 1964’te babası ile birlikte yapmış. Yukarıda sözünü ettiğim kitabında Türkiye izlenimlerini anlatırken şöyle diyor bir yazısında: “İşte benim Türkiye’ye, şehir ve köylerindeki insanlarına, şairlerine, büyüyen ve geleceği temsil eden çocuklarına aşk mektuplarım…’Kalpten kalbe bir köprü var’ atasözü doğruysa içim rahat edebilir. … Tarihinizi ve çok güzel dilinizi önce sevgisiz, ilgisiz; sonra saygıyla, en sonunda büyük sevgiyle okurken seneler geçti.”
Kitapta Eskişehir’i anlattığı birkaç sayfalık bir makalesi var. Bu yazıda Yunus’tan söz ediyor. (Masala’nın ayrıca “Yunus Emre” ismiyle yayınlanmış 2 ciltlik bir eseri var.) Makalesine “Yunus’un anıt mezarında dua etmek için çok defa Eskişehir’e gittim” diyor. İlerleyen satırlarda Eskişehir ve Yunus Emre izlenimlerini şöyle sürdürüyor: “Yunus Emre ile (Eskişehir) şereflerin en büyüğünü görür bence. Hepimizin de bildiği gibi, mutasavvıf şair Anadolu büyük Yunus’a yapılan türbelerle doludur. Çünkü Yunus Emre bütün Türk milletine aittir. Otuz sene önce dediğim gibi, mutasavvıf şair Yunus Emre bütün Anadolu’da vefat etmiştir. Özellikle Karaman şehri Eskişehir ile Yunus Emre’nin türbesine sahip olma şerefini paylaşır. Ben de onu Anadolu’nun her yerinde görürüm.” Bu bakış açısı, bir hak ve halk şairi olan Yunus’un ne güzel ifade ediyor!
Eskişehir isimli yazısından bir başka alıntı ile bitirmek istiyorum: “Bence Eskişehir’in bütün çocukları biraz Yunus’tur, hepsi biraz Türkmen’dir. Eğer Türkmen değil ise çoğu Tatar’dır. Eskişehir’de çok Tatar var. Ben bir Tatar evinde yemek yedim ve bir kere Hıdrellez gecesiydi, ben de sevdiğim kişinin adıyla bir kâğıdı, Tatar geleneğince, Porsuk Çayı’na attım. Kâğıda yazdığım isim Türkiye’ydi. O sevgiyi her zaman içimde buldum; Tatarlar haklıydı. 5 Mayıs akşamı Hz. Hızır bereket getirerek dolaşıyordu ve Eskişehir’in çevresindeki küçük evler onun yolunu aydınlatmak için ışıkları yanık tutuyordu. O akşam ben de bereketimi almıştım.”