Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Ortak kültürel değerlere yönelik aynılaşma sürecinde; milliyetçilik, demokratikleşme, laiklik gibi kavramların tüm partilerin söylemlerinde yer almasıyla; partiler arasındaki halkın tercihlerini de değiştirmektedir. Her siyasi parti yeni hedefler üretmek yerine benzer argümanlara başvurmakta. Aynılaşma süreci içinde homojen olmayan katmanların birlikteymiş görüntüsü en ufak bir sarsıntıda parçalanmakta, katmanları oluşturan kitleler dağılmaktadır. Geleneksel siyasi mensubiyet kimliği, sınırlı bir birlikteliği sağlıyor görüntüsü verse de bu anlayışın giderek zayıfladığı da bir diğer gerçektir.
Son yıllarda siyaset alanında bir kolaycılık oluşmuştur. Siyasi partiler, vizyon, program ve proje üreterek halkın desteğini istemek yerine, geleneksel değerleri üzerine vurgu yaparak oy alma kolaycılığına savrulmuşlardır. Bu özellikleri ile bizim siyasi partilerimiz, Batı’daki programatik parti örneklerinden ciddi ölçüde ayrılırlar.
Üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir diğer önemli husus; baskı ve müdahale uygulamalarına yönelik içgüdüsel tepkimedir. Bu eğilim, belki de halkımızın en geniş oranda katılımını şekillendirmekte. Toplum katmanlarıyla sağlıklı bir iletişimin kurulması için, halkın umut ve beklentilerinin ciddiyetle ele alınması, bu doğrultuda çözüm ve öneriler geliştirilmesi yüksek önem ve değerdedir. Doğal olarak vatandaşın hak ve menfaatlerinin gözetilmesi yönünde geliştirilecek yapılanma ve uygulama politik ekseni belirginleştirecektir. Bu anlamda siyaset alanında ciddi bir boşluk vardır. Ama şu anki politik yelpazede bu boşluğun doldurulmasına yönelik bir hareketlenme görülmemektedir.
Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla, Dünya’daki gelişmeleri takip etmeye başlayan toplum kesitleri beklentilerini maksimum refah seviyesine yöneltmiştir. Halkın taleplerinin ilk sıralarına yolsuzlukların önlenmesi, ekonominin düzeltilmesi gelmektedir. Sıradan vatandaşın gözüyle bile ülkemizin bugünkü sosyal ve ekonomik tablosu kötümser gözlerle izlenmekte, siyasilerin dürüstlüğü sorgulanmakta, genç neslin yoğun olduğu dinamizm ve toplumun durağan olmayan eğilimleri önlerine gelen iyi ya da kötü örneklerin yansımasıyla pekişmekte…
İşte tam da bu noktada; değişken ve çeşitlenen sorunların çözümünde toplumun önünden gidecek nitelikte örneklere fazlaca ihtiyaç duyulmakta. Ancak, karanlıkta yol bulmaya çalışırcasına debelenme görüntüsü veren, plansız programsız, hatta günübirlik yaklaşımlar, topluma hitap etmekte aciz kalmakta, halkın geleceğe yönelik umudu her geçen gün biraz daha körelmektedir.
Günümüzde siyaset adamı, çevresini ve dünyadaki gelişmeleri izleyen bir bilim adamının araştırıcı vasfıyla da donanmak zorundadır. Toplumun tarihi ve kültürel mirasına aykırı düşmeyecek tarzda fikir ve çözümler üretme niteliğine haiz varlık göstermek günümüzde toplumsal tercih, talep ve beklentiler arasında yerini almıştır. Toplumsal ayrılaşmayı şekillendiren homojen toplumsal yapı arayışının ya da marjinal eğilimlerin uzağında kalınmaya özel önem verilmekte, birliktelik ruhuna hitap eden uzlaşmacı eğilimler desteklenmektedir.
Siyaset alanında yeni ve yenilikçi yaklaşımlara ihtiyacımız var. Ama üzücü bir nokta var ki; ne siyasetçiler ne de seçmenler böyle bir talebi net olarak ortaya koyuyorlar. Bu olumsuz durum, en çok iktidar meraklısı siyasetçilerin işine yarıyor. Dünkü malzemeyle bugünü idare etmeye devam ediyorlar.
Tarih ve “Resmi Tarih”
Karşılaştırmalar yapmak, insanın öğrenme sürecinin en önemli unsurlarından birisidir. İnsan, yaşamı boyunca yaşadığı deneyimleri (ve başkalarınınkini de, tabii) karşılaştırarak, bunlardan sonuçlar ve dersler çıkarır. Bu nedenle; insan, beyazı ve siyahı birlikte öğrenir. Zaman zaman “Siyah olmazsa beyaz da olmaz” diye ifade ettiğim sözün mantığı budur.
Karşılaştırma, sadece yaşamımızda herhangi bir anda bulunan unsurlara yönelik değildir. Bazen geçmişte yaşadıklarımızla bugünü karşılaştırarak kendimize yeni dersler çıkarırız. Tarihi, bir toplum için önemli yapan yan da budur. Bir toplumun geleceğinin var olabilmesi için, o toplumdaki bireylerin ve kuruluşların kendi geçmişlerinden doğru dersler çıkarmaları ve geleceği buna göre kurmaları gerekir. Kendi tarihi konusunda yanılan veya yanıltılan toplumlar, geleceği kurmak ve varlıklarını sürdürmekte zorluklar çekerler.
Tarihin toplumsal önemi nedeniyle; devletler ve iktidarlar, geleceğin kendi çıkar ve beklentilerine göre oluşabilmesi için tarihin buna uygun yazılması için gayret sarf etmişlerdir. Böylece meşruiyeti tartışılabilir bir resmî tarih anlayışı oluşmuştur. Eğer toplumun üniversiteleri, bilim ve araştırma kuruluşları ile aydınları, tarihsel olayların aydınlatılması ve gerçeğe uygun biçimde bilinmesine yönelik çalışmalar yapmıyorlarsa ya da bu konuda atalet gösteriyorlarsa veya yapmaları engelleniyorsa resmî tarih, bilinen tek toplumsal tarih olarak koşullandırma görevini yerine getirmeye devam eder.
Resmî tarih, çoğu zaman bir at gözlüğüdür. Bu kısıtlı bakıştan, elbette ki kurtulmak mümkündür. Ama pek çok siyasal iktidar, kendi anlayışlarına uygun olmadığı için tarihsel belgeleri ve kaynakları tahrif etme yönünde faaliyetlerde bulunur. Toplumun içindeki gerginliklerin ve çatışmaların yardımıyla, bazı toplumsal kesimler de bu tahrifat ve yok etme sürecine ortak olurlar. Belgelerin yok edilmesi süreci, çoğu zaman geçmişi temsil eden yapıların ve anıtların yok edilmesi çabaları ile atbaşı gider.
Tarih dersi, ilk ve orta öğretimde, hatta yüksek öğretimde en az sevilen dersler arasında yer alır. Tarih bilgilerinin aktarılması, gerekli sosyal ve evrensel bakış açısını edinememiş öğreticiler tarafından yapıldığında, tarih dersine karşı olan sevgisizlik, bir nefrete dönüşmeye başlar. Tarih dersi, resmî yöneticilerce seçilmiş konuların peşpeşe ezberlenmesi anlayışından kurtarılmadıkça, ezberin yerine araştırmacılık ve bilimsel sorguculuk yaklaşımı konmadığı sürece, yanlışlardan kurtulmak da mümkün değildir.
Dinlemekten ve okumaktan özel bir tat aldığım Prof. Dr. İlber Ortaylı, “Tarih Bilmemekten Dolayı Reddetme Vardır” başlıklı bir yazısında şöyle diyor: “Bizim memlekette tarih tetkikatı zayıftır. Büyük sentezler yapılmamıştır. Bu tarihi aktaracak ana ve ara araçlar yoktur. Bu dediğim araçlar, Avrupa tarihinde tarihî tiyatrodur, tarihî romandır. Mesela bir takım şairler tarihçidir, Schiller gibi, Goethe gibi, Puşkin gibi, Corneille gibi. Dolayısıyla tarih kitlelere böyle bir takım âlimlerin sentezlerinden, monografilerinden ve aynı zamanda bu tip yazarların kaleminden geçer.”
Her ulus, her ülke ve her kent, kendi geleceğini kurarken geçmişini doğru bilmeli ve anlamalıdır. Doğru anlamak için ise tarihi; sağcılar, solcular, laikler veya dindarlar vb için ayrı kopuk parçalara ayırıp öğrenmeye çalışmak yerine, geçmişimizi kendi öz bütünlüğü içinde kavramak zorundayız. Araştırarak, sorarak, emek vererek… Dünya görüşleri tarihin içinde doğarlar; dünya görüşleri, tarihi yapmaz; tarih, dünya görüşlerine göre yazılmaz.
Bir son sözle bitirmek isterim: Resmi tarih sadece kuruluşa, otokratik dönemlere ya da saray yaşamına ait bir kavram değildir. Katılımcı demokratik olmayan her dönem kendi resmi tarihini yazar. Şimdilerde olan biten bunun bir başka örneğidir.